İşçi sağlığı ve iş güvenliği (İSİG) kurallarının uygulanmaması, iş kazalarının en temel nedenlerinden biri olarak gösterilir. Türkiye’de her yıl binlerce işçi, önlenebilir iş kazaları sonucu hayatını kaybediyor ya da sakat kalıyor. Ancak sorumluluğu yalnızca işçiye yüklemek, gerçek nedenleri gizleyen bir yüzeysellikten ibarettir. Bu yazıda, işçilerin İSİG kurallarına uymamasını ve işyerlerinde mobbingin yaygınlaşmasını, bireyin kendine yabancılaşması bağlamında ele alacağız. Marksist yabancılaşma kuramını ve güncel verileri birleştirerek, görünüşte “kurala uymayan” ya da “sessiz kalan” işçinin aslında sermayeye ve düzene karşı çaresizliğinin bir ifadesi olduğunu göstereceğiz.
Sayısal veriler bize şu soruyu sorduruyor; kaza mı, cinayet mi? İSİG Meclisi’nin 2024 raporuna göre Türkiye’de en az 1932 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu sayı, günde ortalama 5’ten fazla işçinin iş başında öldüğü anlamına geliyor. Ölümlerin %97’si sendikasız, güvencesiz, düşük ücretli işçilerden oluşuyor. Aynı rapor, iş kazalarının büyük kısmında kişisel koruyucu donanım (KKD) kullanımının yetersiz olduğunu gösteriyor. Bu durum, “işçilerin kurallara uymadığı” gibi yorumlanıyor.
Ancak bu yaklaşım, sorunun sınıfsal doğasını görünmez kılıyor. İşverenler için bareti takmak, prosedürdür; işçi içinse, bazen yalnızca bir yük, bazen de zamanı çalan bir ayrıntıdır. Denetimsiz çalışma koşulları, ağır üretim baskısı, molasız vardiyalar ve işsizlik tehdidi altında çalışan işçi, yaşamını korumayı değil, işi bitirmeyi öncelemek zorunda kalır. Bu nedenle, İSİG kurallarının ihlali, çoğu zaman bilinçli bir tercih değil, sistemin işçiye dayattığı bir zorunluluktur.
Karl Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda geliştirdiği yabancılaşma kuramı, kapitalist üretim sürecinde işçinin emeğine, emeğinin ürününe, doğasına ve diğer insanlara yabancılaştığını ileri sürer. Kapitalizmde işçi, üretimin öznesi olmaktan çıkarılır, üretimin nesnesi haline getirilir. İşçi için çalıştığı fabrika, şantiye veya atölye, kendini gerçekleştirdiği değil, tükendiği yerdir. Zaman onun değildir, karar onun değildir, ürün onun değildir. Dolayısıyla, beden de onun değildir. Baret takmayan işçi, çoğu zaman hayatını riske attığının farkında bile değildir; çünkü o hayat zaten ona ait değildir. İşçiye kalan tek “özgürlük”, baretini takıp takmama tercihi değil, bu düzende ölüme hangi gün gideceğidir. Yabancılaşma, yalnızca ekonomik değil, psikolojik ve kültürel bir süreçtir. İşçi, kendi emeğini ve yaşamını birer zorunluluk olarak görmeye başlar. Bu, onu edilgenleştirir ve kaderciliğe iter. İşte bu yüzden, iş güvenliği önlemleri yalnızca teknik tedbirlerle değil, sınıfsal bilinç ve örgütlü mücadeleyle anlam kazanabilir.
Mobbing de yabancılaşmanın psikolojik kurumsallaşması olarak ele alınmalıdır. İş yerlerinde mobbing artık istisnai bir sapma değil, normalleştirilmiş bir yönetim tekniği hâline gelmiştir. İşçilere yönelik sistematik aşağılama, değersizleştirme, ayrımcılık ve duygusal yıpratma, üretkenliği artırma adı altında meşrulaştırılır. Bu durum, Marx’ın tanımladığı “bireyin kendine yabancılaşması” ile doğrudan bağlantılıdır.
İşçi, mobbing uygulamaları sonucu yalnızca emeğinden değil, benliğinden de uzaklaşır. Baskıyı sorgulamak yerine içselleştirir; haksızlığa uğradığını düşünmez bile. Bu, yabancılaşmanın en derin halidir. Kendi çıkarlarını savunmak yerine, sisteme uyum sağlamak için susmayı ve kabullenmeyi tercih eder. Örneğin; baret takmadı diye azarlanan işçi, “hak ettim” diye düşünür. Fazla mesaiye kalmak istemeyen kadına “ekip ruhuna uymuyorsun” denir. İş kazasına uğrayan işçi, “senin yüzünden üretim aksadı” diye suçlanır.
2023 yılında yapılan bir saha araştırmasına göre işçilerin %41’i son 1 yıl içinde mobbing yaşadığını belirtmiş, yalnızca %6’sı bu durumu resmi olarak bildirebilmiştir. Geri kalan %59’luk kesimin büyük çoğunluğu ise mobbinge maruz kaldığının farkında bile değildir. İşçi, birey olarak kendini savunamaz çünkü ıssız, yalnız ve güvencesizdir. Mobbing, yabancılaşmanın yalnızca bir sonucu değil, aynı zamanda yeniden üretim aracıdır. Yani, mobbinge uğrayan işçi yalnızlaşır, sessizleşir, mücadele bilincini kaybeder; bu da onu sermayeye daha bağımlı hale getirir. Yabancılaşma böylece bir kısır döngüye dönüşür.
Bir inşaat işçisi şöyle diyor: “Bareti tak diyorlar ama aynı anda da ‘hızlı ol’ diyorlar. Asansörsüz 10 kat malzeme taşıyorum, baret kafamda ıslansa düşüyor zaten. Yere bakmadan yürüyemiyorsun ki kafanı koruyasın.”
Bir tekstil işçisi ise şunları aktardı: “Kurum her sene İSİG eğitimi veriyor ama üretim hızına yetişmek için makineye ellerimizle müdahale ediyoruz. Eldiven takmak yasak çünkü makine kumaşı almaz diyorlar.”
Bir çağrı merkezi çalışanı: “Günde 200 kişiye aynı cümleleri tekrar ediyorum. Çay molası yok. Tuvalet molası izne bağlı. Bir gün sesimi kaybettim, ‘performans düşüklüğü’ gerekçesiyle uyarı aldım. Sanki robotum.”
Bu örnekler, İSİG kurallarının “kâğıt üstünde” olduğunu, işçinin gerçek yaşamında sermayenin baskısıyla nasıl eridiğini gösteriyor. İSİG’in uygulanması için işçinin iradesi kadar, o iradeyi tanıyan bir toplumsal ve siyasal ortam da gerekir.
Yabancılaşmanın kültürel boyutu; sessizlik, suçluluk ve kabulleniş şeklinde karşımıza çıkar. Yabancılaşma, yalnızca işyerinde değil, toplumsal kültürde de kök salmıştır. Mobbing, ayrımcılık, sessizlik, itaat gibi davranış kalıpları; işçinin değil, sistemin sorunuymuş gibi sunulmaz. Tersine, bunlar “normal” kabul edilir.
Örneğin; bir kadın işçi tacize uğradığında, “abartma” denir. Erkek işçi duygusal şiddete uğradığında “dayanıklı olmalıydın” denir. Mobbing gören işçi işi bırakırsa, “yerine bin kişi gelir” denir. Bu kültürel kodlar, işçinin yabancılaşmasını derinleştirir. Suçun sahibi sermaye iken, suçluluk duygusu işçiye yüklenir. Kabullenme, öz savunmayı ve dayanışmayı yok eder. İşçi, hem kendine hem diğer işçilere yabancılaşır. Bu da kolektif mücadeleyi imkânsızlaştırır.
Bu noktada sendika ve örgütlülüğün hayat kurtaracağını ifade edebiliriz. Sendikalaşmanın yüksek olduğu sektörlerde iş cinayetlerinin daha az olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmış durumda. 2022’de yapılan bir araştırmaya göre, sendikalı iş yerlerinde ölümcül iş kazası oranı sendikasız iş yerlerine göre %60 daha düşük. Örgütlü işçi, sadece ücret değil; güvenlik, saygı ve insanca muamele de talep eder. Patronun baskısına karşı bareti ve onurunu savunabilir. İş yerinde mobbing gördüğünde sessiz kalmaz, birlikte karşı koyar. Yalnızlık duygusu dağılır; yerine sınıf kardeşliği gelir. Yabancılaşmanın panzehiri örgütlülüktür. İşçi, benliğini ancak kolektif dayanışma içinde yeniden inşa edebilir.
İşçinin kurallara uymamasını ya da mobbinge sessiz kalmasını bireysel sorumlulukla açıklamak, hem sermayenin suçunu örtmekte hem de işçinin yabancılaşmasını derinleştirmektedir. Baret takmayan ya da ses çıkarmayan işçi, çoğu zaman bilinçsiz değil; baskı altında edilginleşmiş, kendi yaşamından uzaklaştırılmış bir figürdür. Gerçek kurtuluş, işçinin yalnızca baret değil, tüm üretim süreci üzerindeki denetimi de eline aldığı gün başlayacaktır. O gün geldiğinde, baret sadece bir koruyucu değil; işçinin kendi hayatına ve onuruna yeniden sahip çıkışının simgesi olacaktır. Ve işçi, yeniden insan olacaktır.
Üreten, karar veren, korunan ve değer gören bir insan.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği, bireysel farkındalık değil; toplumsal mücadele gerektirir. Baret bir semboldür; ama asıl mesele, o bareti takmaya değecek bir hayatı kurmaktır.