Yaşamın Değeri Üzerine: Kimin Yaşamı Değerli?
Yaşam, birbirine bağlı milyonlarca türün ortak varoluşu üzerine kurulur. Ancak kapitalist düzen bu karşılıklı bağı değil, ayrışmayı ve hiyerarşiyi esas alır: Doğayı “kaynak”, hayvanı “mal”, insanı ise “üretici güç” olarak konumlandırır. Değer, yaşamın kendisinden değil, sermayeye sağladığı verimlilikten türetilir. Bu yüzden üretim dışı “faydasız” görülen her varlık kolaylıkla gözden çıkarılabilir.
Sokakta yaşayan hayvanların “sahipsiz” olarak tanımlanması da bu ideolojik çerçeveden beslenir. Onların yaşamı; mülkiyet ilişkilerinin, estetik kaygıların ya da ekonomik önceliklerin parçası olmadığı için görünmezleştirilir.
Yaşam, artık kendi bütünlüğüyle değil, sermayeye sağladığı “verimlilik” üzerinden ölçülür.
Bu yüzden bugün yaşam hakkı mücadelesi, yalnızca bir çevre veya hayvan hakları sorunu değil, insanın doğayla bağını koparan, yaşamı metaya dönüştüren sistemin doğrudan eleştirisidir.
Kentleşme ve Doğanın Tasfiyesi: Betonun Politikası
Kapitalist kentleşme, sermaye birikiminin en görünür yüzlerinden biridir. Bir zamanlar ormanlarla, su yollarıyla, tarım alanlarıyla beslenen coğrafyalar bugün beton yığınlarına, gökyüzüyle bağı kopmuş yapılara dönüşmüştür. “Gelişme” söylemiyle sunulan bu süreç gerçekte doğanın tasfiyesi ve yaşam alanlarının sermaye lehine yeniden düzenlenmesidir.
Her yeni imar planı bir derenin, bir ormanın, bir mahallenin yok oluşu demektir. Kentin içinde kalan son doğal alanlar bile “değer üretme” gerekçesiyle sermayeye açılır; aynı şirketler hem doğayı talan eder hem de çevreci reklam kampanyalarıyla bu yıkımı görünmezleştirir.
Kapitalizm yalnızca üretim araçlarını değil, mekânı da dönüştürür; hangi türlerin nerede var olabileceğini belirleyen bir mekânsal tahakküm kurar. Sokakta yaşayan hayvanların kentten sürülmesi tam da bu mekânsal denetimin bir parçasıdır: Sermaye, kendi düzenine uymayan her canlıyı ve ilişki biçimini “tehdit” olarak kodlar. Çünkü sermaye, “düzensiz” olan her şeyi düşman sayar: Ağaç köklerini, yağmurun taşkınını, kedinin köpeğin sokağını, kuşun dalını, çocuğun oyununu…
Mekân üzerinde kurulan bu tahakküm, kapitalizmin durmaksızın yeni alanlara yayılma zorunluluğunu tarif eden emperyalizm tespitlerini bir kez daha görünür kılar: Sistem, varlığını sürdürebilmek için sürekli yeni yaşam alanlarını, türleri, bedenleri ve emek biçimlerini tüketmek; daha önce piyasaya dahil edilmemiş her alanı sermayenin döngüsüne katmak zorundadır. Bu nedenle doğanın tahribatı, emeğin değersizleştirilmesi ve hayvanların yaşam alanlarından sürülmesi birbirinden kopuk süreçler değil; kapitalizmin bitmeyen genişleme ihtiyacının farklı ölçeklerdeki aynı sonuçlarıdır.
Yeni Yasa, Yeni Yasaklar: Yaşamı Yönetmek, Direnişi Bastırmak
Bugün Türkiye’de gündeme getirilen “sokak hayvanları yasası”, yalnızca idari bir düzenleme değildir; yaşamı yönetilebilir kılma ve kentleri sermaye için steril / güvenli alanlara dönüştürme projesinin en güncel adımıdır. Yasanın dili, bir yandan “refah” ve “koruma” söylemlerini dolaşıma sokarken; diğer yandan “toplama”, “barınaklara kapatma”, “uyutma” gibi uygulamaları meşrulaştırır. Sokakta yaşayan hayvanların “toplanması” söylemi kent estetiği üzerinden haklılaştırılmaya çalışılır: “Temiz sokaklar”, “hijyenik parklar”, “güvenli mahalleler”…Oysa bu dil yaşamın görünmez kılınmasının dilidir.
Son aylarda Türkiye’nin çeşitli illerinde sokakta yaşayan hayvanları beslemek doğrudan yasaklanmış veya fiilen engellenmiştir. Ankara’da kamusal alanda besleme yasaklanmış,¹ Bursa’da besleme noktaları kaldırılmış, hayvanların düzenli mama-su erişimi engellenmiştir.² Kocaeli’nin Darıca ilçesinde besleme yapanlara idari işlem tehdidi gündeme gelmiş, mahalleli dayanışması baskılanmıştır.³ Erzurum Valiliği sahipsiz hayvanların kent genelinde toplatıldığını duyururken⁴ İstanbul’da ise bu hattı keskinleştiren iki adım atılmış; önce Vali Davut Gül’ün “Her önüne gelen kediye mama veremez” sözleriyle besleme pratikleri söylemsel düzeyde kriminalize edilmiş,⁵ ardından 24 Kasım tarihli genelgeyle park, sahil, meydan ve benzeri kamusal alanlarda besleme ve hayvan bulunması yasaklanmıştır.⁶
Bu uygulamalar yalnızca hayvanlara su ve mama verilmesini engellemez; dayanışmayı, ortak yaşam bilincini ve sokakta kurulan toplumsal ilişkileri hedef alır. Kapitalizmin yaşamı parçalayan ve her ilişkiyi denetime açan refleksi burada tüm açıklığıyla ortaya çıkar. Çünkü sistem, kendi dışında gelişen her dayanışma üretimini tehdit olarak görür; dayanışma, iktidarın yönetme kapasitesini zayıflatır. Böyle bir sistemde bir hayvanı beslemek, yalnızca bir dayanışma, koruma eylemi değil, onun “düzensizliğine” karşı küçük bir direniş eylemine dönüşür.
Bu yasakların hemen ardından belediyelerde ve yerel idarelerde belirgin bir karşı atağın ortaya çıktığı görülmüştür. Beslemeye ve hayvanlara karşı olan küçük ama örgütlü gruplar, bu kararlarla birlikte cesaret kazanmış; yıllardır mahallelerde sürdürülen dayanışma pratiklerine açıkça saldırmaya başlamıştır. Bu sürece, bireysel düzeyde komşuluk ilişkilerinin içine sızan bir denetim ve baskı hali eşlik etmiştir. Eskiden yalnızca söylenen ya da rahatsızlığını dolaylı yollarla dile getiren kişiler, yasak kararlarını bir tür “yetki devri” gibi görerek besleme yapan komşularını zabıtaya şikâyet etmeye, gizlice fotoğraf ve video çekerek kayıt altına almaya, hatta sosyal medyada hedef göstermeye başlamıştır. Bu kesimlerin dili, artık “şikâyet” olmaktan çıkmış, fiili bir yönetim iddiasına dönüşmüştür.
Bu bireysel şikâyet davranışları, yalnızca kişisel hoşnutsuzluğun dışavurumu değildir; devletin yukarıdan kurduğu yasakçı hattın, mahalle ölçeğinde mikro-iktidarlar üretmesidir. Böylece komşuluk ilişkileri bile yeniden tanımlanmış; dayanışmanın yerini şikâyet, karşılıklı bakımın yerini gözetim almıştır. Devletin yaşamı düzenleme iddiası, gündelik hayatta bir polislik pratiğine dönüşmüş; besleme yapan kadınlar, yaşlılar, gençler sıradan yurttaşların şikâyet mekanizmalarıyla baskı altına alınmaya çalışılmış, hatta fiziksel saldırılara dönüşmüştür. Böylece yasak, sadece hayvanların yaşamını değil, mahalle ölçeğinde kurulan dayanışma ilişkilerini de ortadan kaldırmayı amaçlayan daha geniş bir siyasal hattın parçası hâline gelmiştir.
Hukuki Süreç: Yaşamı Düzenleyen Devlet Aklı
Besleme yasakları ve toplatma uygulamaları yalnızca yerel idarenin politik tercihleri değildir; devletin hukuk aracılığıyla kurduğu daha geniş bir yönetim düzeninin ifadeleridir. Bu düzenin en kritik adımlarından biri, Anayasa Mahkemesi’nin 1 Aralık 2025 tarihli kararıdır. Mahkeme, sokakta yaşayan hayvanlarının toplatılmasını ve öldürülmesini kolaylaştıran yasanın iptal talebini reddederken, hayvanların hukuki statüsünü “eşya” olarak tanımlamıştır.⁷ Bu tanım, yaşamın özne değil, devletin müdahale edeceği bir idari kategori olarak görülmesi anlamına gelir.
Bu yaklaşım, toplatma, kapatma ve besleme yasaklarını “kamu düzeni” gerekçesiyle hukuken meşrulaştırır. Hukuk böylece yaşamı koruyan değil, yaşamı devletin ihtiyaçlarına göre düzenleyen bir aygıta dönüşür. Bu düzen, hayvanlarla kurulan dayanışmayı, mahalledeki ortak yaşam pratiklerini ve karşılıklı bakım ilişkilerini “düzen bozucu” olarak işaretler. Devletin hukuki dili burada yalnızca norm koymaz; hangi yaşam biçimlerinin kentte var olabileceğine karar veren bir tahakküm mekanizması kurar. Bu nedenle AYM kararı sadece bir yargı metni değil; yaşamın nesneleştirilmesinin ve denetime alınmasının siyasal belgesidir.
Barınaklar: Yönetilebilir Nüfus, Görünmez Şiddet
“Barınak” adı verilen mekânlar çoğu zaman bir koruma alanı değil; yaşamın tecrit edildiği, görünmezleştirildiği ve yönetildiği çok katmanlı bir iktidar alanıdır. Bu yapılar yalnızca hayvanların kapatıldığı bürokratik kurumlar değildir; mekânı, işleyişi, ekonomik ağları, emek rejimleri ve idari rutinleriyle birlikte çalışan bütünlüklü bir yönetim aygıtıdır. Barınakların içinde işleyen düzen, ilk bakışta bile kendini ele verir: Sayısal kayıt sistemleri, sınıflandırma formları, kafes kodları, beton koridorlar, taşeron ihaleler ve ticarileştirilmiş bakım hizmetleri… Tüm bu yapı, hayvanı bir yaşam öznesi olmaktan çıkarıp yönetilebilir bir nüfusa dönüştüren bir iktidar mekanizmasına dönüşür.
Hayvanlar bir dosya numarasına, bir kafes koduna, bir kategoriye (agresif, uyutulacak, kısırlaştırılacak, “gözlemde”) indirgenir. Böylece sokakta toplum ile karşılıklı ve tek başına kurduğu ilişkiler görünmezleşir, yaşamın dokusu parçalanır. Bu idari etiketler, yaşam hakkını belirleyen sınırlara dönüşür; tıpkı “yasaklı ırk” uygulamalarında olduğu gibi, bir hayvanın yaşayıp yaşamayacağı devletin ona atadığı kategori üzerinden karara bağlanır. Yaşam, canlıların kendilerinden değil, bu sınıflandırmalardan türeyen bir hakka dönüşür.
Aynı zamanda bu alanlar, yani barınaklar, güvencesiz çalışan emekçilerin, düşük ücretli taşeron hizmetlerin ve ihaleler üzerinden dönen ekonomik akışların merkezidir. Bu pratiklerde çalışan emekçilere, hayvanların yaşamına son verme ya da onları kapatma süreçlerine katılma görevi zorla yüklenir. Yasa, bu şiddeti görev hâline getirir; emekçileri sistemin ürettiği şiddetin aracısı ve psikolojik yükünü taşıyan kurbanları hâline getirir.
Dolayısıyla barınak, sadece bir mekân değil; sermayenin yaşam üzerinde kurduğu idari, ekonomik, mekânsal ve zorlayıcı tahakkümün somut karşılığıdır. Hayvanın yaşamını sınıflandıran, düzenleyen, tecrit eden bu alanlar, şehirde yaşamın hangi biçimlerinin kabul edilebilir olduğuna karar veren bir iktidar mekânı olarak işlev görür.
Bütünlüklü Bir Yaşam Mücadelesi İçin
Yaşamı kolektif bir bütünlük olarak savunmak zorundayız; fakat bu bütünlüğü oluşturan alanların aynı tarihsel ve toplumsal ilişkiler içinde ortaya çıkmadığını görmek gerekir. Marksist gelenek, bu farklılıkların kapitalist düzenin ortak işleyişi içinde nasıl birleştiğini açıkça gösterir. Engels, toplumsal yeniden üretimin sınıflı toplumun devamı için zorunlu kılınan emek rejimleriyle bağını açığa çıkarırken; Silvia Federici, kadınların yaşamına yönelen patriyarkal şiddetin ve görünmez bakım emeği sömürüsünün kapitalist birikimin kurucu öğesi olduğunu vurgular.
Hayvanlara yönelik şiddet ve doğanın talanı ise Marx’ın metabolik yarılma kavramıyla işaret ettiği gibi, kapitalist üretimin insan ile doğa arasındaki karşılıklı bağı koparmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu kopuş, yalnızca ekolojik bir yıkım yaratmaz; aynı zamanda yaşamın farklı ölçeklerde nasıl değersizleştirildiğini de görünür kılar. Kadın bedeni, çocuk emeği, hayvan yaşamı, ormanlar, su havzaları… Hepsi birbirinden bağımsızmış gibi görünen ama aynı sömürü mantığının ürettiği birer kırılma hattıdır.
Bu nedenle çocuk, kadın ve hayvan yaşamına yönelen saldırılar aynı düzlemde ortaya çıkmasa da kapitalist-patriyarkal toplumsal düzenin yaşamı araçsallaştıran, değersizleştiren ve sömüren mantığı içinde eklemlenir. Burada ortak olan, şiddetin tek bir nedeni değil; yaşamı yönetilebilir, denetlenebilir ve sömürülebilir kılan tahakküm ilişkilerinin ortak zeminidir. Görünüş biçimleri ve işleyiş mekanizmaları farklıdır; fakat yaşamın “nesneleştirilmesi” bu farklı şiddet biçimlerini birbirine bağlar. Yaşamı savunmak; mülkiyet ilişkilerinin çözmeye çalıştığı toplumsal bağları yeniden inşa etmeyi, dayanışma üzerine kurulu yeni bir toplumsal örgütlenme biçimini mümkün kılmayı gerektirir. Bu, yalnızca bir hak mücadelesi değil; kapitalizmin parçaladığı yaşamın parçalarını yeniden bir araya getirme iddiasıdır. Yaşam hakkı mücadelesi tam da bu nedenle türler arasıdır, sınıfsaldır, feministtir: Çünkü yaşamın bütünlüğünü hedef alan tahakküm de bütünlüklüdür.
Yaşamı Bölmeden, Direnişi Büyütmek
Bugün kentleri betonla kaplayan, ormanları yok eden, hayvanları yok sayan her politika insanın özgürlüğünü de hedef alıyor. Yaşamın bütünlüğü bir kez parçalandığında geriye kalan her şey daha kolay yönetilir, daha kolay yok edilir. Bu nedenle yaşatmak, direnmekle mümkündür.
Yaşam hakkı mücadelesi, sisteme karşı bir duruş ve yeniden ortaklaşma çağrısıdır. Sokakta, parkta, mahallede, forumlarda; türler arası dayanışmayla büyür. Bu dayanışma, yaşamın korunmasının başlı başına politik bir eylem olduğunu gösterir: Yaşamı savunmak, baskı altındaki hayatların birlikte güçlendirilmesidir. Aynı zamanda, beraber yaşamayı mümkün kılan bağları yeniden kurmayı gerektirir. Çünkü yaşamın bölünmezliği örgütlü direnişle korunur; yaşamı savunmak yalnızca bir hak değil, ortak bir sorumluluktur.
Ve biliyoruz: Yaşam hakkı meşrudur. Ve biz bu mücadelenin her alanında -doğada, sokakta, barınakta, fabrikada- yaşatacağız, örgütleneceğiz, direneceğiz
¹ Ankara besleme yasağı – BirGün: https://www.birgun.net/haber/ankara-da-sokak-hayvanlarini-beslemek-yasaklandi-457493 ² Bursa besleme noktalarının kaldırılması – OdaTV: https://odatv4.com/guncel/bursa-da-besleme-noktasina-yasak-253930 ³ Darıca besleme yasağı – Kocaeli Gazetesi: https://www.kocaeligazetesi.com.tr/haber/19509590/daricada-sokak-hayvanlari-besleme-yasagi-tartisma-yaratti ⁴ Erzurum toplatma duyurusu – TRT Haber: https://www.trthaber.com/haber/turkiye/erzurumda-sahipsiz-sokak-hayvanlarinin-tamami-toplandi-925137.html ⁵ İstanbul Valisi açıklaması – BirGün: https://www.birgun.net/haber/istanbul-valisi-her-onune-gelen-kediye-mama-veremez-669753 ⁶ İstanbul 24 Kasım besleme yasağı – OdaTV: https://www.odatv.com/guncel/hayvanseverler-istanbul-valiligi-onunde-beslenme-yasaklanamaz-120125264 ⁷ AYM kararı – Cumhuriyet: https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/aym-hayvan-katliam-yasasi-nin-iptアル




