Eylem Halinde Yöntem: Ekim Devrimi ve Leninizm

Can Soyer7 Kasım 2025

Her yıl 7 Kasım’da Ekim Devrimi üzerine yazmak adettendir. Elbette, bu yazılanların övgülerle dolu olması tercih edilebilir; ancak, birçok tarihsel olayı olduğu gibi Ekim Devrimi’ni de gerçekten düşünmenin, anlamanın ve onun hakkında konuşmanın en uygun yolu onu ait olduğu düşünsel ve pratik geleneğin somutlaşması olarak çerçevelemek olur. Bu tür bir yaklaşım, olayı tarihten alıp bugüne taşımanın ve aynı düşünsel ve pratik geleneğin bugünde nasıl somutlanacağını düşünmenin de yegane yoludur. Çünkü Ekim Devrimi, yüzyıl öncesinin konusu değildir; o olmuş bitmiş bir devrimin hikayesi değil, başlamak üzere olan bir hikayedir.

***

Ekim Devrimi’ni anlamak, bir “tarihsel olayı” yorumlamak değil, tarihsel maddeciliği özgül bir bağlamda yeniden düşünmektir. Gerçekten de öyledir, çünkü Ekim Devrimi, tarihsel maddeciliğin yalnızca açıklayıcı bir sistem değil, aynı zamanda kurucu bir irade olabileceğini gösteren en güçlü tarihsel uğraktır. O, saf bir ekonomik determinizm yorumunu ileri süren yaklaşımları bir kenara iterek Marx’ın düşüncesini siyasal özneleşmenin “teorik pratiği” olarak yeniden kurmuştur ve (bugün alışılmış olduğu için yaşamsallığı görülmese de) bu yeniden kuruluş o yıllarda muazzam derecede öneme sahiptir. Onu bir tür pasifizmin “teorik çatısı” olarak taşlaştırmaya çalışanların karşısına çıkan ve deyim yerindeyse Marksizmi “ipten alan”, Ekim Devrimi ve ona önderlik eden Lenin’in özgün yorumudur.

Bu anlamda Leninizm ve Ekim Devrimi, Marksizmin Avrupa’dan Rusya’ya taşınması olarak görülemez; aynı zamanda ve esas olarak onun sınırlarını içeriden genişleten bir diyalektik sıçramayı temsil eder. Bu sıçrama, tarihsel maddeciliğin bir çözümleme yöntemi olmanın ötesine geçmesi ve siyasal özneleşmenin özgül kuramı olarak iş görmesi demektir. Tarihi izleyen ve çözümleyen özne, bu sıçramayla birlikte tarihi değiştiren özne olmaya geçer.

Bunu söylemek, zorunlu olarak ikinci bir tez de ileri sürmeyi gerektirir: Eğer böyleyse, o zaman Leninizm, yalnızca bir dönemsel strateji değil, öznenin kendi tarihsel ve toplumsal belirlenimlerini aşma iradesini; öznenin kendisini koşullayan nesnelliği kopuş uğrağına değin zorlamasını temsil eden bir düşüncedir. “Klasik” Marksizme kazandırılan bu yaklaşım, diyalektikte tam anlamıyla bir sıçramadır.

***

Marksizmin sınırlarını genişleten bu sıçramanın Rusya’ya dair çözümlemelerle ilgisi yok değil elbette. 20. yüzyıla geri kalmış, yoksul ve çözümsüz görünen çelişkilerle giren Rusya’ya yakıştırılan, tarihsel gelişmenin düzenli bir sıra izlediği varsayılan aşamalarından sabırla geçmekti. Pek de ikna edici kanıtlara dayanmadan Marx’a ait olduğu iddia edilen bir çizgisel determinizm anlayışı, tarihsel ilerlemeyi de birbirini takip eden “aşamalar”dan ibaret görüyordu doğal olarak. Oysa Lenin, bizzat Marx’a dayandırdığı okumalar ve çözümlemelerle ilerlemenin sadece sıçramalarla mümkün olduğunu ileri sürdü. Rusya’nın, kendisine yakıştırılan sırayı beklerken çelişkilerinin sancısı ile boğulacağını gören Lenin’e göre devrimcilerin ayırt edici vasfı ve görevi de bu türden bir sıçramayı pratikleştirecek somut yol ve yordamı inşa etmek oluyordu.

Ancak bu anlatılan, göründüğü kadar basit bir müdahale değildir. Lenin’in yaklaşımı, tarihsel zorunluluğun kabaca yadsınmasını değil, onun içinde işleyen iradenin diyalektik dışavurumunu anlatır. Diğer bir deyişle, tarih, kendi yasalarının kurbanı olmaktan çıkarılır. O sürekli altı çizilen öncülük kuramı işte burada filizlenir ve Ekim Devrimi’nin arkasındaki “mucize” de buradan doğar. “Koşulların olgunlaşmasını bekleyen” bir tarih fikri, koşulları kendi pratiğiyle olgunlaştıran bir siyasal öznenin eylemiyle biçimlenen tarih fikrine yerini bırakır.

Böyle bakınca, Ekim Devrimi’nin, bir “tesadüfler zinciri”nin değil, tarihin nesnel ile özneli, yapı ile özneyi, koşullar ile iradeyi bütünleştiren diyalektik yasalarını bilince çıkarmış bir kolektif aklın, adlı adınca bir partinin eseri olduğu görülebilir. Kuşkusuz, devrime giden sürecin her bir anı bu partinin niyeti ve planı olarak görülemez; zaten onun görevi de tarihsel süreci kendi senaryosunun akışına göre bükmek değildir. O, kelimenin tam anlamıyla, tarihsel sürecin içine yerleşir; tarihin ne üstünde, ne dışında ne de karşısındadır; nesnel ile öznelin birliğinin bilincine vararak bizzat kendisini tarihsel bir eylem olarak kurar ve tanır.

***

Leninizm deyince akla ilk gelenin örgütsel disiplin olması, artık geride bırakılması gereken bir ilkelliktir. Bu, Leninizmde bir örgüt, hem de disiplinli bir örgüt anlayışının bulunmadığı anlamına gelmiyor elbette. Ancak örgüte dair yaklaşımın bir türev olduğunu ve türevde fazla oyalanmanın Leninizmin özgün katkısının gerçekleştiği alan olan öncülük konusunun yüzeyselleşmesine neden olduğunu da söylemek zorundayız.

Evet, öncülük Leninizmin “özü” denilecek bir şey varsa ona en yakın şeydir; ancak bir örgüt modeli olarak değil öznenin siyaset kipindeki eyleminin bilinci olarak tanımlandığı takdirde. Bu açıdan öncülük, en azından kendi taşıyıcıları (kadrolar) açısından bir tür epistemolojik ilkeyi ifade eder: Nesnelliği, içindeki özne payını da hesap ederek anlamak. Dünyayı, kendisinin dışında duran bir varlık olmaktan çok, pratik yoldan çözüme kavuşturmaya çalıştığı için içselleştirmek zorunda olduğu bir süreç olarak kavramak. Lukacs’vari bir dille söylersek, varlık ile bilinci, varlığın özbilinci biçiminde birleştirerek tanımak.

Bu yaklaşım, Marksizm diye kimi ekonomist ya da determinist burjuva metodolojileriyle flört eden eğilimlere karşı o zamana kadar gerçekleştirilmiş (muhtemelen bugüne kadar da gerçekleştirilmiş) en devrimci müdahaledir. Sonuçları ise hızlıca sökün etmiştir: Öncünün pratiğinde yansımasını bulan bilinç, tarihsel olarak belirlenmiş olsa da kendi belirleyicilerini aşma imkanına sahiptir. Bu imkan, partinin varlığıyla kendini açığa vurur. Böylelikle parti, yalnızca bir siyasal örgüt değil, tarihsel sürecin bilincinin somut, pratik biçimi halini alır.

İşte Ekim Devrimi o muazzam başarısını, bu bilincin örgütlü kılınmasına borçludur. Lenin’in öncülük kuramı, tarihin öznesini “kendiliğinden” hareketten ayırarak, yani tarihin öznesine tarihin nesnesi rolünü vermeyi reddederek, zorunluluk ile irade arasındaki uyumsuzluğu sıçramalar üreten bir diyalektik içinde eritir. Tarih, böylece, kendi bütünlüğünü yeniden bulur ve kendini bu bütünlüğü sağlayan öznenin bilincine açar. Değişmek, dönüşmek, devrimci yoldan çözülüp yeniden inşa edilmek için.

***

Neresinden yaklaştığınıza bağlı olarak, Ekim Devrimi’nin insanlık için, devrimciler için ya da Marksist kuram için büyük önem taşıdığını söylemek mümkün. Oysa, Ekim Devrimi, herhalde en çok Lenin için önem taşır. O liderlik ettiği ya da devrim onun fikirlerini temsil ettiği için değil sadece, onun Marksizme kazandırdığı genişliği ve tarihsel maddeciliğin kurucu bir iradeye dönüşebileceğini gösterdiği için de. Tarihsel maddecilik, Lenin’in yaklaşımında, tarihe kendi mantığını değil eylemini dayatan bir özne olarak karşımıza çıkar. Tarihin birbirini takip eden aşamalarının düzenli seyrini ilan etmez; bizzat o aşamaların her birinde kendini nesnel ile öznelin birliği biçiminde yeniden açar ve olurlar.

İşte Lenin ya da Leninizm, tam da bu yolla, yani kendisini tarihsel maddeciliğin özbilinçli eylemi olarak ortaya koyduğu için bugün güncelliğini korumaktadır ve gelecekte de koruyacaktır. Çünkü, bir devrim yapmak isteyenlerin başvurması gereken ilk ders, tarihe müdahalenin bu devrimci yolunu öğrenmek olacaktır ve ders bu olduğunda Lenin’den, Ekim Devrimi’nden daha iyi bir öğretmen yoktur. Ekim Devrimi ne bir doktrin sunar ne de bir dogma. Onda yalnızca diyalektiğin üstün bir açımlanması saklıdır. Buna ihtiyaç duyulduğu sürece, Leninizm de Ekim Devrimi de güncel kalır.