Gazze’de Filistinlilerin topluca katledildiği ve açlığa mahkûm edildiği bir atmosferde, bundan sadece bir yıl önce İsrail’i etkisi altına alan siyasi krizi hatırda tutmak kolay olmuyor. Binyamin Netanyahu yönetimindeki yeni aşırı sağcı hükümetin, Aralık 2022’de göreve gelmesinin ardından bir dizi yargı reformu ve idari reform önermesi, hükümet karşıtı çeşitli protestolara yol açtı. Gidişattan endişelenen gazeteciler, eski ABD ve İsrail hükümet yetkilileri ve belli başlı Amerikan Yahudi kurumları demokratik anlamda bir gerilemeye dair kaygı verici uyarılarda bulundular. Görünüşe bakılırsa İsrail, bağnaz [illiberal] Macaristan’ın yolunda ilerliyordu.
Bu bakış açısı hiçbir zaman tam anlamıyla ikna edici olmadı. Yüz binlerce İsrailli demokrasiyi kurtarmak için yürüyüş yaparken, pek çoğu da işgali bir sorun olarak ele almayı, hatta varlığını dahi kabul etmeyi reddediyordu. Yahudi İsrailliler ile Filistinli İsraillilere eşit yurttaşlık muamelesi yapmayan ve kontrol altında tuttuğu topraklardaki nüfusun yaklaşık yüzde 35’ini etnik kimlikleri nedeniyle siyasi haklardan mahrum bırakan bir ülke, geleneksel demokrasi tanımına uymuyor demektir. Fakat küresel sağın yandaşları arasında rağbet gören alternatif demokrasi anlayışı, hem ayrımcılık yapmayı kendinde hak gören hem de genel anlamda bireylerin, bilhassa da azınlıkların ihtiyaçlarından ziyade ulusun ihtiyaçlarını ön planda tutan bir anlayış. Bugün Yahudi devletini yüceltenlerin, dünyadaki bağnaz liderlere bir model olarak sundukları da işte İsrail’de epeydir hüküm süren bu demokrasi modeli.
İsrailli, Macar ve Amerikalı muhafazakârlar arasında sağcı fikir ve uygulamaların yayılımını teşvik eden yeni kurumsal ağların da yardımıyla Siyonist sağ, yasal düzeyde ayrımcılık yapma hakkını ulusal yörecilik, gelenek ve diğer “muhafazakâr değerlerin” savunusuyla birleştirerek ideolojik bir ağırlık ve küresel bir tanınırlık kazandı. Bağnaz demokrasinin savunucuları, bu modelin hem liberalizme hem de faşizme karşı saygın bir alternatif sunduğunu iddia ediyorlar. Siyasi vizyonları daha doğru bir ifadeyle etnik otoriteryanizm olarak tanımlanabilir. İsrailliler geçen yıl hükümet karşıtı protestoların bastırılması sürecinde, halk düşmanlarını ortadan kaldırmak üzerine inşa edilen devletlerin eninde sonunda kendinden olanı da yok etmeye meyyal olduklarını tecrübe etti.
Hamas’ın 7 Ekim’deki sert saldırılarının ardından İsrail’in başlattığı taş üstünde taş bırakmayan misilleme harekâtları neticesinde Yahudi devletine gösterilen geniş çaplı uluslararası destek yerini hızla kınamalara bıraktı. Bu makale yazıldığı sırada, çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 32.000’den fazla Filistinli öldürülmesine, yüz binlercesi de açlığın eşiğinde olmasına rağmen İsrail’in Filistin kuşatması ne Hamas’ı ortadan kaldırdı ne de Gazze’de tutulan tüm rehinelerin serbest bırakılmasını sağladı. New York Senatörü Chuck Schumer gibi İsrail’in yılmaz savunucuları dahi tereddüde düşmeye başladı; Schumer, Binyamin Netanyahu’yu devirmek için senato kürsüsünden yeni seçim çağrısında bulundu.
Bu bağlamda, İsrail’in önde gelen sağcı partisi Likud’un dünya çapındaki muhafazakâr partilerle uzun zamandır geliştirdiği samimi ilişkilerin kritik öneme sahip olduğu ortaya çıktı. Bunlar, Macaristan Başbakanı Viktor Orbán gibi devlet başkanlarını sıklıkla içerse de aslında resmi devletlerarası ilişkiler değil; İsrail sağı ile ABD, Birleşik Krallık, Orta Avrupa ve hatta Hindistan ve Filipinler gibi Küresel Güney ülkeleri arasındaki fraksiyonlar arası ilişkiler. Örneğin Netanyahu kendisini paylayan Schumer’a karşılık olarak, 2015’te Temsilciler Meclisi eski başkanı John Boehner’ın talebiyle Kongre’de yaptığı söylevi anımsatan bir konuşmayla doğrudan Senato’daki Cumhuriyetçilere seslendi.
Likud’un yabancı aktivist ve entelektüellerle bağlarını geliştirme çabaları onlarca yıl öncesine dayansa da –muhtemelen Likud’un kurucusu Menachem Begin ile televizyon vaizi Jerry Falwell arasında 1980’lerde karşılıklı çıkara dayalı olarak kurulan ilişkiyle başladı– İsrail sağının, Yahudi devletinin kendine has bağnazlığını küresel bir model olarak sunması yakın geçmişe dayanıyor. Entelektüeller ve aktivistler, İsrail’in fetih ve mülksüzleştirme yoluyla devlet inşasından doğan ayrımcı siyasi ve hukuki sistemini kendilerine göre yontarak, bireysel hak ve özgürlükleri merkeze alan liberal anayasal modelin alternatifi olarak yücelttiler. The Virtue of Nationalism (Milliyetçiliğin Erdemi) kitabının yazarı ve Ulusal Muhafazakârlık Konferansı’nı düzenleyen Edmund Burke Vakfı’nın başkanı Yoram Hazony’nin 2015 tarihli bir makalesinde belirttiği gibi, “Rousseau ve Kant’ın evrensel anayasası, son dönemde Batı’da popülerleşen radikal siyasi düşüncenin belirli bir bileşeninin izin verdiği, ‘siyaseten doğru’ tek anayasadır.” Hazony, bu tehlikeli geleneğin “İsrail’de derin izler bıraktığını” söyleyerek devam ediyordu. “Ve beraberinde İsrail rejiminin ‘gerçek bir demokrasi’ olmadığı ve ‘tüm yurttaşlarının devleti’ olarak yeniden şekillenene dek meşru olmayacağı şüphesini de getirdi.” Hazony’ye göre İsrail’in demokratik zafiyeti bir kusur olmaktan ziyade, liberal evrenselciliğe meydan okuyan alternatif bir anayasal model.
İsrail’in, dünyada yazılı anayasası olmayan yalnızca dört ülkeden biri olması dikkate değer bir husus. İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nde, en geç 1 Ekim 1948’de bir anayasanın kabul edileceği belirtildiyse de onlarca girişime rağmen ne Birinci Knesset ne de sonrakiler bunu gerçekleştirdi. Hatta İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion, hem pragmatik hem de teorik gerekçeler öne sürerek bir anayasa benimsenmesine kuvvetle karşı çıkmıştı. Temmuz 1949’da Knesset’te yaptığı konuşmada “İsrail Devleti’nin özel tarihi koşullarda ortaya çıkacağını ve neredeyse başka hiçbir ulusun sahip olmadığı özel görevler üstleneceğini biliyordum,” diyordu Ben-Gurion. “Dolayısıyla anayasa ve yasalar mevzubahis olduğunda geleneksel uygulamalara göre hareket edemeyeceğimiz sonucuna vardım.”
Ben-Gurion’un destekleyeceği tek anayasa, milletvekillerinin nasıl seçileceği, yetkilerinin neler olacağı, hükümetin nasıl seçilip kurulacağı gibi usûle dair ayrıntıları belirlemekle sınırlı bir anayasaydı. Ben-Gurion, sıradan çoğunlukçu yönetimin alaşağı edemeyeceği temel hakları ve yasal korumaları düzenleyen liberal-demokratik anayasal modele şiddetle karşı çıkmıştı. Benzer şekilde yüksek bir yargı makamının, yargı denetimi yapma ayrıcalığına sahip olması fikrini de reddederek “anayasaya aykırı olması halinde yasaları geçersiz kılma yetkisini mahkemeye devretmemiz için… hiçbir mantıklı gerekçe yok,” diye yazmıştı. Son olarak ciddiye alınmaması gerektiğini vurgulamak üzere hukuksal eşitlik ilkesine değinmişti: “Fransız anayasasında eşitlik ve kardeşlikten bahsediliyor, ancak bunlara dair herhangi bir yaptırım yok. Bir insan gerçekten diğeriyle eşit değilse, bu tür bir ifadenin hiçbir anlamı olmaz. Sadece güzel bir slogandan ibarettir.” Ben-Gurion, kanun önünde eşitliğe ilişkin anayasal hükümlerin fiili eşitlikle aynı şey olmadığını gayet iyi bilmesine rağmen retorik anlamda bu tür bir kaygan zemin işine geliyordu. Liberal demokrasiler ikinci tür eşitliği garanti edemiyorsa birincisini sağlamak için çabalamanın ne anlamı vardı?
Ben-Gurion, Kasım 1947’den başlayıp 1949 ilkbaharına dek çeşitli şekillerde süren ve sadece İsrail’in kurulmasıyla değil yaklaşık 750.000 Filistinlinin de sınır dışı edilmesiyle sonuçlanan Filistin savaşına yahut ateşkesten sonra yeni devletin sınırları içinde kalan 150.000 Filistinliye hiçbir zaman doğrudan atıfta bulunmadı. Fakat Ben-Gurion’un, liberal anayasal modellerini reddetmesinde bu etkenlerin nasıl bir rolü olduğunu görmek pek de zor değil.
Daha önce Özgür İrlanda Devleti’nin kabul ettiği anayasaya dair bir çalışma yayımlamış, Almanya doğumlu Siyonist Leo Kohn, böyle bir seçeneğin son rötuşlarını yapıyordu. Hazırladığı anayasa taslağı kanun önünde eşitliği tesis edecek; ırk, din, dil veya cinsiyet temelinde ayrımcılığı yasaklayacak; istihdam ve siyasi makamlarda eşit yurttaşlık hakları ve siyasi haklar temin edecek ve tamamen tazmin edilmesi koşuluyla “kamusal amaçların dışında” arazi veya mülkün istimlakını yasaklayacaktı. Sözün özü tam da Ben-Gurion’un reddettiği türden liberal-demokratik bir anayasaydı bu.
Ancak aynı yılın aralık ayında İsrail hükümeti, Filistinlilerin mülksüzleştirilmesini meşrulaştırmak için yasal bir mekanizma oluşturarak Gaiplerin Mülklerine İlişkin Acil Durum Yönetmeliği’ni yürürlüğe koydu. 29 Kasım 1947 ile 1 Eylül 1948 tarihleri arasında evini terk edip düşman topraklarına (yani Filistin Mandası’nın büyük bir kısmına) giren ve Yahudi olmayan herkesi “gaip” olarak tanımlayan bu yönetmelikle muazzam sayıda ev ve mülk kamulaştırıldı. Tarihçi Shira Robinson’a göre “10.000’den fazla dükkân, (57.000 ailelik konut barındıran) 25.000 bina ve ülkedeki verimli toprakların yaklaşık yüzde 60’ı” istimlak edilmişti. Celile’nin orta ve kuzey kısımlarını ele geçirmek üzere düzenlenen ve Filistin köylerinde yaklaşık on farklı katliamla birlikte sürgünlerin de yapıldığı askeri harekât Hiram Operasyonu’nun hemen ardından gerçekleşmişti bu. Yaşadıkları yerde (in situ)[*] kalmayı başaran Arap bölge sakinleri kısa süre sonra 1966’ya dek sürecek olan sıkıyönetime tabi tutuldu.
İstimlak edilmiş Filistin topraklarında kurulmuş bir devlet, mülkiyet hakkını nasıl güvence altına alabilirdi? Azınlıktaki Arap yurttaşlarını düşman olarak gören ve onları katı bir sıkıyönetime maruz bırakan bir devlet, onlara kanun önünde nasıl eşit koruma sağlayabilirdi? Bu sorunların, milliyetçiliği demokrasiden üstün tutan yerleşimci bir devletle çözüme kavuşması imkânsızdı.
Ben-Gurion bu hususu açıkça belirtmişti: “Doğrudan veya başka tür bir demokraside, Yahudi olmayan eğitimli kişilerin başarılı yönetimi altında olmaktansa kötü Yahudilerin yönetimi altında olmayı tercih ederim.”
Kuruluşunun ilk yirmi-otuz yılında İsrail’in demokratik zafiyeti ikincil öneme sahip görülüp geçiştirilebiliyordu. Yaygın anlatıya göre Yahudi devleti, komşuları tarafından tehdit altındaydı ve diğer demokrasilerin karşılaşmadığı sorunlarla uğraşmak zorundaydı. Bu mantığa göre, idari gözaltılar ve evlerin yıkılması gibi insan hakları ihlalleri kalıcı bir olağanüstü hal ilanını gerektiriyordu. Fakat İsrail’in Mısır ve Ürdün’le barış anlaşmaları imzalaması, Suriye’yle müzakerelere başlaması ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından tanınmasıyla bu gerekçe geçerliliğini yitirmeye başladı. Dahası, Begin hükümetinin 1982’de felaketle sonuçlanan Lübnan işgali ve 1987’de Birinci İntifada’nın patlak vermesi, Peace Now gibi liberal grupları harekete geçirdi ve Siyonist ideolojiyi bir kenara bırakıp toplumsal ve yasal eşitliği benimseme zamanının gelip gelmediği konusunda entelektüel tartışmaları tetikledi. FKÖ ile yapılan ve Oslo barış görüşmeleriyle sonuçlanan bir dizi müzâkerenin ardından, İsrail’in nihayet olağanüstü halden kurtulup Kohn’un yıllar önce öngördüğü liberal demokrasiye kavuşabileceğine dair umutlar yeşermişti.
Ancak bu arzu, gerici bir seferberliğe yol açtı. 1990’ların ortalarında İsrail toplumu iki geniş siyasi kutba bölünmüştü: statükoyu savunulamaz bulan ve sadece Oslo sürecini değil, İsrail’in “anayasal devrimini” –1992 Temel Yasaları’ndan, bireysel haklar ve korunmayı güçlendirmek için hukuk sisteminden faydalanan iki tanesi– destekleyenler ve yükselişteki Netanyahu’yu takip ederek Yahudi devletinin özü olarak milliyetçilik, yerleşimcilik ve kalıcı eşitsizlikte ısrarcı olanlar.
Liberal-demokrat cenah, 1978’den 2006’ya dek Yüksek Mahkeme’de görev yapmış ve 1995’ten sonra baş yargıç olmuş Aharon Barak’ın içtihatlarıyla tanımlanır oldu. İsrail’in Temel Yasaları’nın –devlet prosedürlerini detaylandıran ve bazı bireysel hakları güvence altına alan on dört temel hüküm –ki bunlardan bazıları ancak çoğunluk kararıyla bozulabilir– fiili bir anayasa olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri süren Barak, 1992 Temel Yasaları’nın ardından da Yüksek Mahkeme’nin yargısal denetim uygulama ve eşitlik ilkesini ihlal eden yasaları iptal etme hakkına sahip olduğunu savundu.
Örneğin, Ka’adan v. Israel Land Authority (2000) davasında mahkeme, devlet arazilerinin tahsisinde devletin Yahudi ve Arap vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmasının yasadışı olduğuna hükmetmişti. Eşitlik ilkesine defalarca atıfta bulunan Yargıç Barak, Brown v. Board of Education kararını örnek göstererek “‘ayrı fakat eşitlikçi bir politika’nın ‘özü itibarıyla eşit olmayacağını’” belirtmişti. Pratikte, mahkemelerin devlet gücü üzerindeki kısıtlayıcı etkisi oldukça zayıftı fakat Ka’adan gibi sansasyonel davalar sağ kesimin, mahkemeleri Yahudi halkının düşmanı olarak göstermesine katkı sunuyordu.
Hazony 2015 yılında, anayasal devrimin amacının “ülkeyi evrensel anayasa teorisine uygun hale getirmek için Yahudi halkının ulus devleti olarak geleneksel İsrail inancını belirsizleştirmek, zayıflatmak veya onun yerine başkasını koymak” olduğunu yazdı. Ona göre, bu bölünmenin kökleri 1970’lerde “önde gelen İsrailli akademisyen ve hukukçuların” Yahudi milliyetçiliğiyle demokrasinin çeliştiğini savunmaya başlamasıyla ortaya çıkmıştı. “Bu tür argümanlar İsrailli siyasi liderler arasında popülerlik kazanmaya başladı. Eski Eğitim Bakanı Shulamit Aloni gibi kimileri, İsrail’in Yahudi halkının devleti olduğu fikrinin ‘ırkçı değilse bile anti-demokratik’ olduğunu açıkça savunma niyetindeydi.”
Hazony, bu açıdan bakıldığında 1992 Temel Yasaları’nın, Siyonist siyasi gelenekte bir kırılmayı temsil ettiğini düşünüyordu: “(Yahudi halkının güvenliği, özgürlüğü, refahı ve diğer değerleri yerine) eşitliğin, İsrail hukukunun temel amacı olduğunu ayan beyan belirten ve Brown vs. Board of Education gibi Amerikan davalarını, İsrail’de eşitsizliği yasadışı ilan etmek için açıkça kullanan bir Yüksek Mahkeme kararı, yeni bir anayasal düzenin ilanıdır.” Bunun, bir anayasa hükmü olarak ciddiye alınması halinde kararın, İsrail’in ayrımcı okul sisteminden Geri Dönüş Kanunu’na, “dünyanın dört bir yanındaki Yahudileri korumayı amaçlayan güvenlik politikalarına” kadar bir dizi yasayı geçersiz kılacağını belirtiyordu.
Mahkemelerin İkinci İntifada sırasında İSK ve diğer güvenlik güçlerinin çalışmalarını baltaladığı iddiasından güç alan yargıya yönelik saldırılar, 2007 yılında eski Adalet Bakanı Daniel Friedmann’ın mahkemelerin gücünü azaltmak için çeşitli girişimlerde bulunmasıyla hız kazandı. Buradaki kilit nokta, çoğu seküler Aşkenaz seçkinlerinden atanan mahkeme görevlilerinin niteliğini, Federalist Society (Federal Cemiyet)’u takip edenlerin aşina olacağı türden titiz bir incelemeyle dönüştürmek oldu. Görev süresi boyunca Yüksek Mahkeme’ye dört muhafazakâr yargıç atayan eski Adalet Bakanı Ayelet Şaked 2019’da, eleme uygulamalarının hem üst hem de alt mahkemelerde “muhafazakâr devrime” yol açmasıyla övünmüştü (günümüzde Yüksek Mahkeme’deki liberal yargıçların kesin sayısını tartışan yorumcular, toplamda on beş yargıçtan en fazla beş veya yedisinin liberal olduğunda hemfikir). 2023 yılı yargı “reform”u paketi, esasen Macaristan’dan esinlenmemiş, İsrail’in başlamadan bitmiş liberal demokrasisine karşı on yıllardır süregiden mücadelenin doruk noktası olmuştu.
Birbirlerine karşılıklı hayranlık duyan Orbán–Netanyahu ilişkisi, ikilinin 2005 yılında Kudüs’te ilk kez bir araya gelmesiyle başladı. O dönemde Macaristan’da muhalefet lideri olan Orbán ve Maliye Bakanı olarak görev yapan Netanyahu, kendilerini eleştiren sol ve liberal cenaha karşı duydukları ortak antipati sebebiyle yakınlaşmıştı. Orbán’ın, gözü pek Netanyahu’yu sadece ideolojik bir ortak gibi görmediği, aynı zamanda kendisine örnek de aldığı söyleniyordu. Andras Dezso durumu şöyle ifade etmişti: “Orbán ve Netanyahu 2006 parlamento seçimlerini kaybettiğinde, Fidesz ve Likud çoktan kardeş partiler olarak görülmeye başlanmıştı.”
Szabolcs Panyi’nin Macar araştırmacı gazetecilik merkezi Direkt36’nın yayımladığı bir raporda ortaya koyduğu gibi bu hem ideolojik hem de stratejik ortaklık her iki tarafa da önemli avantajlar sağladı. Macaristan, Ortadoğu politikasını radikal biçimde değiştirip İsrail’in Avrupa’daki en sadık müttefiki haline gelerek AB’nin ateşkes kararlarını ve (en son Batı Şeria yerleşimcileri konusunda olmak üzere) yaptırımlarını defalarca veto etti. Orbán ayrıca İsrail’in, hepsi de güvenilir müttefikler haline gelen Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’ni kapsayan daha kapsamlı Vişegrad Grubu’yla bağlarının güçlenmesine yardımcı oldu. Netanyahu ise Orbán’ın ABD’deki Cumhuriyetçi müesses nizama girmesine –Macar liderin 2019’da Donald Trump ile görüşmesinin ayarlanmasında rol oynadı– ve Yahudi karşıtlığı suçlamalarını savuşturmasına yardımcı oldu. Likud ayrıca ideolojik açıdan aynı paralelde bulunan Habad–Lubaviç hareketinin Macaristan’da yer edinmesine yardımcı oldu ve Orbán hükümetine şiddetle karşı çıkan Macar Yahudi Toplulukları Federasyonu’na (Mazsihisz) karşı rejim dostu bir denge unsuru görevi gördü.
Belki de tüm bu girişimlerin en etkilisi, Likud yetkililerinin Macaristan’ın, George Soros’a karşı yürüttüğü karalama kampanyasını maddi olarak desteklemesiydi. Açık Toplum Vakıfları’nın Breaking the Silence, Adalah ve New Israel Fund gibi sol eğilimli STK’ları finanse etmesi nedeniyle İsrail sağının uzun zamandır hazzetmediği Soros’a karşı Macaristan’ın yürüttüğü kampanyanın baş mimarları özellikle Amerikalı Yahudi muhafazakâr siyasi strateji uzmanları Arthur Finkelstein ve George Birnbaum’du. Finkelstein, 1996’da Netanyahu’nun ilk seçim zaferini kazanmasına destek olmasından önce Cumhuriyetçi başkan adaylarına danışmanlık yaparak ismini duyurmuştu. Birnbaum da daha sonra Netanyahu’nun özel kalem müdürü oldu. Orbán 2008 yılında yeniden seçime girmeye karar verdiğinde Netanyahu onu Finkelstein ile tanıştırdı; Finkelstein da Soros’un, her şeyi yöneten baş düşman olarak konumlandırıldığı bir komplo senaryosu geliştirdi. 2017’de bu kampanyayı eleştiren –ki bu durum Likud’u şaşırtmış görünüyordu– İsrail’in Macaristan büyükelçisi, açıklamasını geri çekmeye zorlandı.
Likud 2015 yılında, iki ülke arasında daha iyi koordinasyon sağlamak için parti aktivisti Tamir Wertzberger’i görevlendirdi. Suriye iç savaşı ve IŞİD’in ortaya çıkmasıyla oluşan mülteci krizi sırasında, paylaştıkları İslam düşmanlığı Macaristan ile İsrail’in ilişkisinin pekişmesine yardımcı oldu.
Wertzberger’e göre, “…bir yandan Avrupalılar nihayet İsrail’i, Batılı bir ülkenin Müslümanlarla birlikte yaşamasının nasıl bir şey olduğunu anlamaya başlarken diğer yandan göç, Macaristan ile Avrupa Birliği arasında ciddi bir tartışma yarattı. İsrail uzun zamandır AB ile çatışma halindeydi; iki ülke bir anda kendilerini benzer pozisyonda bulunca, Macaristan’ın İsrail’in görüşlerini desteklemesi çok daha kolaylaştı.”
Hatta söylenenlere bakılırsa Macaristan, göçmenleri ülkeye sokmamak için bir sınır çiti inşa etme konusunda İsrail’den tavsiye dahi istemişti.
Macaristan ile İsrail arasındaki ideolojik yakınlaşmanın temelinde, devletin esası olarak tek etnik köken saplantısı yatıyor. Orbán’ın favori üniversitesi Mathias Corvinus Collegium’un (MCC) eski misafir öğretim üyesi, İsrailli sağcı yorumcu Gadi Taub geçen yıl attığı tweet’te şöyle diyordu: “günümüzde Doğu Avrupa, Avrupa kültürünün gerçek ruhunu taşıyor” çünkü “göç, Batı Avrupa’yı geri dönülmez biçimde değiştirdi. Toplumların –Müslüman kültürü ve Avrupa kültürünün– birbirine karışması işe yaramayacak.” Bu tür ifadeler sınır politikası ve göç konusunda aşikâr imalar barındırmakla kalmayıp kan bağı dışında bir şeylerle birbirine bağlı çok etnik kökenli ulus olasılığına da darbe vuruyor. Milliyetçiliğin çağdaş savunucularına göre bu tür devletler, doğası gereği istikrarsızdır; yurttaş kimliği, etnik olarak tanımlanmış bir gruba ait olmanın yerini tutamaz. Gerçekten de Siyonizmi, kendini “beyaz Siyonist” olarak tanımlayan Richard Spencer’dan Hindistan’daki Hindutva kuramcılarına kadar dünyanın dört bir yanındaki gericiler için cazip kılan argüman işte tam da bu.
Ortaya çıkan yeni kurumlar, İsrail’in yerel anlatısını küresel sağla ilişkilendirmede başlıca rolü oynadı. Bunlar arasında İsrail Hukuk ve Özgürlük Forumu (2020 yılında Tikvah Fonu tarafından ve Federal Toplum ile işbirliği içinde kuruldu), Kohelet Politika Forumu, Kudüs Kamu İşleri Merkezi ve elbette Hazony’nin dâhil olduğu Edmund Burke Vakfı yer alıyor. Bu tür kurumlar konferans, yayıncılık ve lobi faaliyetlerinde, yeniden canlanan Heritage Foundation (Miras Vakfı) ve Fidesz’in finanse ettiği Danube Institute (Tuna Enstitüsü) ve MCC gibi yurtdışındaki daha köklü muhafazakâr oyuncularla düzenli olarak işbirliği yaparken, çalışanları ve araştırmacıları da küresel bir sandalye kapmaca oyununa girişiyor.
Fikir ve uygulamaların muhafazakâr çevrelerde nasıl yol katettiğini anlamak için George Mason Üniversitesi Antonin Scalia Hukuk Fakültesi’nde profesör ve Kohelet Politika Forumu Uluslararası Hukuk Direktörü olan Eugene Kontorovich örneğini ele alalım. Kontorovich uzun süredir Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı kampanya yürütüyor, işgal altındaki topraklardan gelen İsrail mallarına yönelik AB ticaret kısıtlamalarına karşı çıkıyor ve Batı Şeria yerleşimlerinin Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmediğini savunuyor. Kısa süre önce hem MCC’de hem de Budapeşte’de düzenlenen CPAC 2022’de (Muhafazakâr Siyasal Eylem Konferansı) konuşmalar yaptı. 2023 yılında Polonya Anayasa Mahkemesi’ne, Avrupa Konseyi’nin kadına yönelik şiddet ve diğer ev içi istismar türleriyle mücadele etmeyi amaçlayan politikası İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren bir amici curiae* sundu; Kontorovich ayrıca İsrail’deki sözleşmeye karşı yasal argümanlar hazırladı (Netanyahu hükümeti sözleşmeyi tasdik etmeyeceğini açıkladı). Altı üstü iki kıtada iş çevirmekle yetinmeyen Kontorovich, ABD’de Boykot, Tecrit, Yaptırım hareketini suç sayan eyalet yasaları ve federal yasaların hazırlanmasına yardımcı oldu.
Kurumlar, siyasetçiler ve entelektüellerden oluşan bu küresel ağ, yirmi birinci yüzyıl milliyetçileriyle ilgili temel bir ironinin altını çiziyor: Sınırlar ötesi siyasi koordinasyon sağlama açısından solu çok gerilerde bırakan yeni enternasyonalistler oldukları gerçeğinin.
Orbán 2019 yılında Hazony’yi Budapeşte’de ağırladı. Başbakanlık ofisinin sunduğu toplantı özetine göre “dünyaca ünlü muhafazakâr yazar” “milliyetçiliğin, küresel olarak en iyi yönetim biçiminin, ulusların kendi yönlerini özgürce tayin ettiği, geleneklerini koruduğu ve herhangi bir dış müdahale olmaksızın ulusal çıkarlarını koruduğu bir model olması gerektiğini savunan makul bir temel ilke olduğunu” ileri sürmüştü.
Hazony’nin çalışması belki de en iyi şekilde, sağcı politikacılar ve hükümetlerin halihazırda tesis ettiği uygulamalar için saygın bir teorik şecere inşa etmeye amacı taşıyan geriye dönük bir girişim olarak yorumlanabilir. Hazony’nin, kuşku götürmez biçimde İsrail örneğinden ilham alan muhafazakâr demokrasi modeli, “yargıçların sözde evrensel gerekçelerine” karşı çıkıyor ve “evrensel haklara dair düzmece teorilerine ket vurabilecek kimi ulusal topluluklara hiçbir bağlılık duymayan” uluslararası örgütlerin kararlarını reddediyor. İsrail, epeydir Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi uluslararası kurumların kararlarını görmezden geliyor; Hazony de bu başkaldırıya ideolojik bir zemin sağlayarak bu tür kurumları, ulus-devletlerin kültürlerini ve geleneklerini baltalamaya çalışan emperyalist güçlerle özdeşleştiriyor. Sorun artık evrensel insan haklarının (Edmund Burke’ün eleştirdiği gibi) fazlaca soyut kalması yahut (Hannah Arendt’in eleştirdiği gibi) pratikte bir etkisinin olmaması değil, çok daha netameli bir şeye, halk düşmanı bir yapıya dönüşmüş olmasıydı.
İsrail’in Gazze’ye yönelik korkunç saldırısı, “devlet düşmanı” kategorisinin ne kadar geniş olduğunu ve binlerce başka kurbanın yanı sıra yeni doğmuş bebekleri, yabancı yardım görevlilerini ve gazetecileri de kapsadığını gösteriyordu. İsrail’de Yüksek Mahkeme, savaş karşıtı gösterileri yasaklayan bir yasayı onadı. Kararda şöyle deniyordu: “Gösteri ve toplanma hakkına verilen büyük öneme rağmen, dengelerin nasıl belirleneceğini etkileyen karmaşık bir gerçekliğin içindeyiz.” Ben-Gurion’un “özel tarihi koşullarından” günümüzün “karmaşık gerçekliğine” dek geçen uzun süreçte İsrailli liderler, demokrasinin olağan kurallarının geçerli olmadığını savundu.
7 Ekim saldırısı, böyle sürekli bir olağanüstü hal içinde yaşamanın yarattığı –İsrail solunun da gayet farkında olduğu– kısıtlamaları öne çıkardıysa da İsrail’i gerçek anlamda bir demokrasiye kavuşturmak, hayal etmesi dahi güç bir siyasal dönüşüm gerektirecek. Kısa bir süre gündemde kalan liberal-demokratik model, şu noktada barış adına uygulanabilir bir plandan ziyade zombi diplomasisini andıran iki devletli çözümün uygulanmasına bağlıydı. Elli yıl önce Menachem Begin’in önerdiği, –yerel özerklik için bir tür mekanizma sunsa da ne Filistinlilere İsrail vatandaşlığı sağlayacak ne de egemen bir Filistin devletine izin verecek– özerklik planına benzer bir planın uygulanması ve yerleşimlerin devam etmesi yoluyla tek devletli gerçekliğin sağlamlaştırılması şu noktada çok daha olası bir sonuç gibi görünüyor. Bağnazlık bu yönde geliştiği takdirde hiç şüphesiz dünyanın gözü kulağı burada olacak; kimimiz dehşetle izleyeceğiz olan biteni, kimileri de hayranlık içinde.
*Suzanne Schneider, Brooklyn Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde müdür yardımcısı ve öğretim üyesi, Oxford Üniversitesi Kellogg College’da Misafir Öğretim Üyesi olarak görev yapıyor. Mandatory Separation: Religion, Education, and Mass Politics in Palestine (Zorunlu Ayrılık: Filistin’de Din, Eğitim ve Kitle Siyaseti) ile The Apocalypse and the End of History: Modern Jihad and the Crisis of Liberalism (Kıyamet ve Tarihin Sonu: Modern Cihad ve Liberalizmin Krizi) kitaplarının yazarı. [*] Lat. Yerinde. (Ç.n.) * Lat. Mahkemenin dostu. Bir davada taraf olmayan kişi veya kurumların sunduğu görüş. (Ç.n.)