Kapitalizm Değişiyor, Ama Neofeodalizme Doğru Değil

Bazı sol görüşlü yazarlar, teknoloji baronlarının zıvanadan çıkmasıyla çağdaş kapitalizmin “neofeodalizm”e dönüştüğünü savunsa da gerçekte tanık olduğumuz şey, kapitalizmin bütünüyle başka bir sisteme geçişinden ziyade kendi içindeki önemli bir değişime işaret ediyor.

Donald Trump’ın 20 Ocak 2025’te gerçekleşen yemin töreninde stratejik olarak etrafında konuşlanan teknoloji baronları, oligarşik sınıfın önde gelen isimlerinden oluşuyordu. Jeff Bezos’tan Mark Zuckerberg’e kadar ABD teknoloji endüstrisinin liderleri, yeni başkanlarına bağlılıklarını sunmak üzere teşrif etmişlerdi.

Dönen entrikalar apaçık ortadaydı. Gazeteciler törenin koreografisi üzerine spekülasyonlar yürütüyor; baronların konumunun, yeni rejimdeki statü ve imtiyazlarını ne ölçüde yansıttığını titizlikle irdeliyordu. Amerikan toplumunun hiyerarşik yapısı hiç bu denli yalın  biçimde gözler önüne serilmemişti.

Trump’ın başkanlık töreni, milyarder teknoloji liderlerinin artan siyasi ağırlığının en canlı tezahürüydü. Son yıllarda yorumcular olan biteni açıklamak için “tekno-feodalizm” veya “neofeodalizm” kavramlarına sarılmaya başladıysa da bu tür ifadeler, kapitalizmin nereye evrildiğine dair tartışmalara açıklık getirmekten ziyade belirsizlik katıyor.

Geçmişe Bakış

Yanis Varoufakis’in 2023 tarihli Technofeudalism: What Killed Capitalism (Tekno-Feodalizm: Kapitalizmi Ne Öldürdü) adlı kitabı, bu alanda belki de en geniş yankı uyandıran çalışmaydı. Ancak bu yıl, Jodi Dean’in Capital’s Grave: Neofeudalism and the New Class Struggle (Kapitalizmin Mezarı: NeoFeodalizm ve Yeni Sınıf Mücadelesi) adlı eseri de tartışmaya katıldı. Her iki çalışma da dünyanın kapitalizmi geride bırakıp yeni filizlenen bir feodal düzene yöneldiğini öne sürüyor.

Bu yeni feodalizm teorileri, geleceği tahayyül etmek için geçmişi temel alıyor; ne var ki bunu, birbirinden farklı ortaçağ tasavvurlarına yaslanarak çelişkili biçimlerde yapıyorlar. “Neofeodalizm” fikrinin, Katherine V. W. Stone ve Robert Kuttner gibi bazı destekçileri esas dönüşümün hukuki alanda cereyan ettiğini savunuyor. Stone ve Kuttner, Roma İmparatorluğu’nun kamusal adalet kurumlarının daha parçalı, özelleştirilmiş yargı düzenlerine terk edildiği döneme atıfta bulunuyor.

Günümüz toplumunda kamusal adaletin özel sermayenin çıkarları uğruna yozlaşmasına tanık olduğumuzu, bunun en somut örneklerinin de zorunlu özel tahkim uygulamaları ve düzenleyici kurumların şirketlerin egemenliğine geçmesi olduğunu ileri sürüyorlar. Bu bakış açısına göre, bugün süren özelleştirmeyi güçlü bir kamusal alanla tahkim edilmesi gereken meşru ve yararlı bir kapitalizm modelinin saptırılması olarak görmemiz gerekiyor. Kısacası argümanları, hukuki alandaki değişiklikler ile adaletin denetiminin kimin elinde bulunduğuna odaklanıyor.

Buna karşılık Dean’in “neofeodalizm” anlayışı esasen ekonomik bir temele dayanıyor. Dean, günümüz toplumunda üretim tarzının değişmekte olduğunu öne sürüyor. Varoufakis’le benzer şekilde, Zuckerberg ve Bezos gibi kurumsal liderlerin rekabet ve kâr maksimizasyonunu bir kenara bırakarak artık tekeller kurmaya ve rant elde etmeye odaklandıklarını belirtiyor.

Bu durum, tepesindeki tekelci derebeylerine kira ödemek zorunda kalan ortaçağ köylü sınıfının kaderini andırıyor. Dean her ne kadar Stone ve Kuttner’a atıfta bulunsa da, aslında hem tarihsel feodalizm anlayışında hem de günümüze dair teşhislerinde onlardan ayrışıyor.

Feodalizm Tanımları

Örneklerden anlaşıldığı üzere bu söylemde “feodalizm” teriminin anlamı ve kullanımı muğlak. Tarihçilerin feodalizmi tanımlamak için benimsediği ve analitik açıdan birbiriyle bağdaşmayan üç temel yaklaşım mevcut. Oysa çağdaş yazarlar bu tanımları çok sık birbirine karıştırıyor.

Özellikle popüler tarihsel tahayyülde yer bulan ilk feodalizm türü “feodal piramit” imgesiyle somutlaşan, katı hiyerarşiler dünyasından söz eder. Bu görüş okullardaki ders kitaplarında, Google’da hızlıca yapılan bir aramanın ilk sonucunda ya da yapay zekâ aracılığıyla sunulan, bilgi kılıfına bürünmüş yüzeysel bir içerikte bile çıkar karşımıza.

Feodalizme dair bu piramit yorumu, kralların sadakat ve askeri hizmet karşılığında soylulara toprak bahşettiği, piramidin en altındaki köylülerinse yiyecek üretip karşılığında “koruma” aldığı tutarlı bir toplumsal sistem anlatır.

Bu tanım, bin yılı aşkın bir süredir var olmuş sayıldığı için zamansız bir nitelik taşıyor; sabit, hiyerarşik düzeninden neredeyse hiç kimse kaçamadığı için de katı bir yapıyı çağrıştırıyor. Geçmişle günümüzü karşılaştırırken ortaçağ tarihçisi olmayan pek çok kişinin aklında işte bu toplumsal sistem canlanıyor.

Ortaçağ uzmanları genellikle feodalizmin bu tanımından hoşlanmaz. Son elli yıldır akademik tarihçiler, bu görüşü aşırı genelleştirilmiş ve insanlık tarihindeki dinamik bir dönemi yansıtmaktan uzak bularak eleştiriyorlar. Taht Oyunları ve onun öncülü House of the Dragon (Ejderha Hanedanı) dizilerinde ima edilen toplumsal yapılar bir yana, –ejderhaları ayrı bir sınıf olarak saymadığımız müddetçe– hiçbir toplumun sınıf yapısı yüzyıllar boyunca değişmeden kalmaz.

Üstelik feodalizm terimi dahi ortaçağdan sonra ortaya çıkmıştır. Nitekim 1970’lerden bu yana İngilizce konuşan ülkelerdeki tarihçiler “feodalizm” ya da “feodal sistem” gibi ifadelerden uzak durma eğiliminde. Hatta bazı tarihçiler bu kavrama şakayla karışık âdeta küfür muamelesi yaparak “o malum kelime” diye bahsediyor.

Bu da bizi feodalizmin ikinci ve çok daha özel bir tanımına götürüyor. Bir hükümdarla elitler (yani vasallar) arasındaki karşılıklı bağları tanımlayan hukuki bir kavram bu. Hükümdar, vasalına gelir sağlayabileceği bir toprak parçası tahsis ediyor; vasal ise bunun karşılığında her kuşakta yenilenmek üzere hükümdara bağlılık yemini ediyordu.

Bu yemin genellikle hükümdara askeri hizmet sunmayı, parasal yükümlülükleri yerine getirmeyi veya hükümdarın çeşitli başka haklarını tanımayı içeriyordu. Böylece ortaya çıkan sadakat bağı, elitler toplumunu bir arada tutan bir tutkaldı âdeta. Fakat bu düzende köylülere yer yoktu. Feodalizmin bu versiyonunu, tahtında oturan hükümdarın önünde diz çökmüş şövalyelerin bu tür bir mübadele için yemin ettiklerini gösteren ortaçağ resimlerinde görmek mümkün.

Bu feodalizm anlayışı belirli bir dönemle (kabaca M.S. 1100-1400 arası), belirli bir coğrafyayla (bilhassa Fransa ve İngiltere) ve belirli bir zümreyle (sadece elitlerle) sınırlıydı. Ortaçağ tarihçileri, fazlasıyla dar kapsamlı, kesin sınırları olan ve tam anlamıyla ortaçağa özgü bir olgu olan bu hukuki kavramı hâlâ kullanışlı bulsa da günümüz tartışmalarında bahsedilen feodalizm bu değil. “Vasal devletler” veya “biat etmek” gibi metaforlarla sembolik gücünü hâlâ hissettirse de bu tür ifadeler mecazi anlamda kullanılıyor artık.

Feodal Üretim Tarzı

Feodalizmin üçüncü yorumu, klasik Marksist kuramda bir toplumun ekonomik yapısını tanımlayan feodal üretim tarzıdır. Karl Marx, tarihsel süreçte çeşitli üretim tarzları ortaya koymuş, çağdaş kuramcılar da Marx’ın bu fikirlerini farklı yönlerde geliştirerek daha kapsamlı hale getirmişti.

Marksist kuramcılara göre feodal üretim tarzı, antik köleci üretim tarzından evrilmişti. Feodal düzende, doğrudan bir lordun mülkiyetinde ve denetiminde olan köle emeğine ihtiyaç duyulmuyor; bunun yerine feodal beyler kısmen özgür olan ya da özgür olmayan geniş bir köylü kitlesine hükmediyordu Bu köylüler, soylulardan kiraladıkları topraklarda yiyecek üretiyor; feodal beylerse üretim fazlasının belirli bir kısmına el koyuyor, kimi durumlarda da çalışma yükümlülüğü dayatıyorlardı.

Bu düzende elit sınıfın iktidarı, toprak mülkiyetine ve ürünlere el koymakla kira koşullarını dayatmak için zor kullanma ayrıcalığına dayanıyordu. Malların tam olarak hangi yöntemlerle gasp edileceği farklılık gösterebiliyor, kimi yerde vergiyle, kimi yerde kira yoluyla toplanıyor, bunun yasal yolları da yine değişkenlik gösteriyordu. Feodal üretim tarzını yukarıda değindiğimiz, Marksist kuramın dışında kalan iki feodalizm tanımından ayırt etmek için John Haldon gibi tarihçiler bu son türü “haraççı üretim tarzı” olarak yeniden adlandırdı.

Buradaki sorun aşikâr: Bu üç feodalizm biçimi arasında benzerlikler bulunsa da dikkatli bir ayrım yapılmadığı takdirde, her birinden bir özelliği çekip çıkararak idealize edilmiş bir ortaçağ geçmişine dair toptancı bir feodalizm tablosu oluşturmak kolaylaşıyor.

Örneğin Dean, kendi neofeodalizm anlayışını tarif ederken bu üç yaklaşımın her birinden alıntı yapıyor: Marc Bloch ve Joseph Strayer’ı feodal toplum (birinci yaklaşım) konusunda referans gösteriyor; Susan Reynolds, ortaçağ tarihçileri arasında feodalizm teriminin kullanılıp kullanılmayacağına dair tartışmaları anlatırken (ikinci yaklaşım) karşımıza çıkıyor; Perry Anderson gibi isimleriyse feodal üretim tarzı (üçüncü yaklaşım) bağlamında anıyor.

Özgün feodalizmin bu üç farklı yorumunu bir potada eritmeyi deneyip kendimize bir neofeodalizm tablosu oluştursak, ortaya bu kavramsal tanımlardan kopuk bir anlayış çıkar. Böylece günümüzdeki yeni amacına uygun tarih-ötesi (ve aslında tarih dışı) bir kavram elde etmiş oluruz.

Güncel Tartışmalarda Feodalizm

Bu genelgeçer feodalizm anlayışı, toplumsal ilerlemenin durduğunu ve eşitsizliğin daha çok olduğu, özgürlüklerin azaldığı, soylu olmayanlar için mülkiyetin zorlaştığı ve üst sınıfa geçişin iyice kısıtlandığı bir topluma dönüşü ima ediyor. Bu tür dönüşümler hem Marksist ideolojide kapitalizmden feodalizme doğru bir gerileme şeklinde hem de liberal eleştiride ilerlemeci anlatının tıkanarak tersine dönmesi biçiminde tezahür ediyor. Sosyalizm ya da daha esnek bir ilerleme tahayyülüyle kurduğumuz o umutlu gelecek, görüş alanımızdan gitgide uzaklaştı.

Oysa bu değişimlerin pek azı doğrudan feodalizmle ilişkilendirilebilir. Teknoloji baronları, kapitalist bir formda özelleştirme içeren bütünüyle kapitalist hedeflerini geliştirmek için Trump’a ya da başka liderlere bağlılık sunabilir. Amaçları, kendilerini ve şirketlerini devlet arenasına yerleştirip alt sınıfları denetim altına almak ve kendi iradelerine boyun eğdirmek.

Bu durumun en bariz örneği, devleti kapitalist bir ideoloji aracılığıyla yönlendirme yanlısı olan Elon Musk ve Hükümet Verimliliği Departmanı (DOGE) vakasında karşımıza çıkıyor: Ortaya ne sonuç çıkarsa çıksın verimlilik, piyasa gücü ve özelleştirmeyi dillerinden düşürmüyorlar. Musk’ın ne ideolojik gerekçeleri ne de maddi hedefleri, modern tahayyülde feodalizmle özdeşleştirilen katı sınıf yapıları, törensel düzen imgeleri ve muğlak özel mülkiyet anlayışına benziyor.

Trump’ın piyasa güçlerine pek de bağlı olmadığı açık; saplantılı bir kararlılıkla yürüttüğü gümrük tarifesi politikası bunun en belirgin göstergesi. Ne var ki bu tutumu sebebiyle onu iktidara taşıyan finansör kesimin büyük kısmıyla gözle görülür bir ayrışma içinde.

Musk gibi elit figürler, uzun zamandır kendi bağımsız iktidar alanlarını kurarak siyasal gücü ellerinde tutuyor. Bu bağlamda 13. yüzyıl sonlarında Fransa’da evcil kurduyla köylüleri dehşete düşüren Artois Kontu Robert’tan, 1890’ların yol kesen baronlarına ya da bugünün Disney Şirketi’ne kadar uzanan örneklerden söz edebiliriz. Gelgelelim Kont Robert’ın içinde bulunduğu hukuki ve ekonomik zemin, diğer iki vakadan bütünüyle farklıydı.

Yirmi birinci yüzyılda bağımsız iktidar alanlarının işleyiş biçimi, insan gelişimini ve yaşamın hazlarını değil, ekonomik verimlilik ile kârı merkeze almayı seçmiş mevcut kapitalist sisteme özgü. Böylesi tercihler ve yapılar, Kont Robert’ınki dâhil olmak üzere ortaçağ Avrupa’sının pek çok yerinde fazlasıyla yadırganırdı.

Sorunun bir bölümü de tarihsel feodalizmi tekil ve değişmez bir kavram olarak ele almamızdan kaynaklanıyor; ister onu düzensiz ve parçalı bir özel adalet sistemiyle, ister servet elde etmenin yegâne yolu olarak yağma ya da tekel gücüyle özdeşleştirelim, sonuç değişmiyor. Oysa ortaçağda bile tek bir “feodalizm” anlayışından söz etmek mümkün değil. Kapitalist üretim tarzı modern dönem öncesinde ne Avrupa’da ne de Ortadoğu’da egemen yapıydı; yine de sermaye, ücretli emek ve piyasa ilişkileri belirli zaman ve mekânlarda baskın hale gelebiliyordu.

Chris Wickham’ın da yakın zamanda öne sürdüğü üzere, 950-1150 civarında Doğu Akdeniz’in bazı bölgelerinde her ne kadar esas ekonomik sistem feodal kalsa da kapitalist üretim ilişkileri kayda değer bir rol oynuyordu.  Oryantalist bakış açılarının etkisiyle İslam dünyasındaki kapitalist unsurlar göz ardı edilmişti. Ortaçağ ise, özel adalet ya da yağmacılık gibi “iyi bilindiği” varsayılan unsurların bugünkü ihtiyaçlara göre bir araya getirilip harmanlandığı bir boş tuval işlevi gördü.

2020’lerde Kapitalizm

Bugünün kapitalizmini kavrayabilmek için, ortaçağ feodalizminin kimi yönleri benzerlik gösterse de karikatürize edilmiş bir tasvirine sarılmamıza gerek yok. Son yıllarda devasa şirketlerin yaşamın yeni alanlarına sızmasıyla birlikte bağımsız iktidar gücünün belirgin biçimde arttığına kuşku yok. Öte yandan, en neoliberal devletin bile etki alanının genişliği ve kudreti bakımından modern dönem öncesindeki seleflerini fersah fersah geride bıraktığını akıldan çıkarmamak gerek.

Günümüz ülkeleri, yirminci yüzyıl ortalarındaki güçlü devletler ve kamusal alanlarla kıyaslandığında zayıf görünebilir. Oysa o dönemler, bugünkü kapitalizmi tartarken ölçü alınacak bir eşikten ziyade kamusal otoritenin, sendikal hareketlerin ve yeniden dağıtım politikalarının zirve yaptığı istisnai anlardı.

Kapitalizmin ötesine geçen bir dönüşümle değil, onun kendi yapısı içinde gerçekleşen bir değişimle karşı karşıyayız. Teknoloji platformları her geçen gün daha hassas veriler üretirken, varlıklarını sürdürebilmek ve en nihayetinde kâr edebilmek için daha büyük sermaye enjeksiyonlarına ihtiyaç duyar oldular. Google gibi kimi şirketler rant peşinde koşarken, kimileri de muazzam miktarda gayrimenkul satın aldı.

Yeni ürünler yaratmak yerine rakiplerini ve mevcut piyasaları ortadan kaldırarak daha yüksek getiri elde etmeye odaklanıyorlar; böylece yatırımcıları, güya güvenli bir gelecekte gelir sağlayacağı vaadiyle zarar eden girişimlere kaynak aktarmaya teşvik ediyorlar. Dean bu değişimleri eserinde doğru biçimde tespit etse de tüm bunlar yeni bir üretim tarzının doğuşuna değil, sermayenin işleyiş biçiminde yaşanan bir dönüşüme işaret ediyor.

Reklamcılar ve teknoloji şirketlerinin geliştirdiği modern psikoloji modellerine çok şey borçlu olan bu uygulamanın feodal ilişkilerle en ufak bir ilgisi yok. Shoshana Zuboff’un Gözetleme Kapitalizmi Çağı adlı eseri, bu veri odaklı ve sömürüye dayalı iş modelini, özel yaşam ve bireysel benliğin alanına yönelik giderek derinleşen kapitalist bir sömürgeleştirme biçimi olarak kavramsallaştırıyor. Bu yaklaşım, tekno-feodalizm ya da neofeodalizm fikirlerinden çok daha ufuk açıcı.

Devletlerimizin ve sistemlerimizin bugün karşı karşıya olduğu sorunları açıklamak için feodalizmin hiçbir biçimine ya da türüne başvurmamıza gerek yok. Günümüzdeki dönüşümleri açıklamak için arkaik modellere sarılma eğilimi, daha iyi bir geleceğe dair tahayyüllerin, gerileme ve çöküş korkularına yenik düştüğü bir çağın patolojik bir yansıması âdeta. Elbette bazı şeyler zamanla kötüye de gidebilir iyiye de; ancak çeşitli biçimleriyle kapitalizmi tekelleşmenin, adaletin özelleştirilip yozlaştırılmasının ve şirket elitlerinin siyasal hâkimiyetinin karşı kutbu olarak tahayyül etmek ona fazlasıyla cömert bir paye biçmek oluyor.

Kapitalistler, bilhassa bağımsızlık sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nde kapitalizmin ideal biçimini sıkça “eski dünya” feodalizminin karşısına yerleştirerek tanımladılar. Ancak bu son derece ideolojik bakış açılarını sorgulamadan kabul etmemeliyiz. Bir zamanlar kapitalizmin doğduğu sisteme geri dönüyor değiliz; aksine, bizzat kapitalizmin kendi içinden filizlenen, yeni ve tehlikeli bir dönüşüme tanıklık ediyoruz.

Jacobin/21 Mayıs 2025/Çeviren: Özlem Özarpacı