Sayısız tanımıyla zahmetli bir kavram olan kültürün kapsamı, farklı sorunları, araştırma nesneleri ve metodolojik tercihleri olan disiplinlerin çalışmalarıyla sürekli genişlerken kültürel haklar literatürde “ailenin yoksul akrabası”, “üvey evladı” ya da “Külkedisi” gibi tanımlamalarla anılır.[1]
Kültür politikaları açısından bakıldığında, turizmin yanına kenar süsü olarak iliştirilmiş kültür-sanat alanı için ülkemizde sıklıkla kullanılan “üvey evlat” tabiri de ilhamını buradan mı almıştır, bazı deneyimlerin sonucu olarak mı sahiplenilip yaygınlaşmıştır bilmiyoruz ancak pratikte karşı karşıya kaldığımız örnekler bu çağrışımı ziyadesiyle doğruluyor.
Belirleyici bir toplumsal özne olarak varlığının seçimden seçime hatırlandığı geniş kitleler, ellerine tutuşturulan seçim bildirgelerinde kültür ve sanata ilişkin taahhütleri bulacakları yerin kalabalık bir vaat listesinin son sıralarında olduğunu peşinen bilir. “Görülmüştür” kaşesi niyetine iliştirilmiş, birçoğu öncekinin güncellenmiş tekrarı sayılabilecek, genel geçer kültür sanat politikası vaadinin nihayetinde gerçekleşip gerçekleşmediği de çoğunlukla dikkatli bir izlemenin konusu değildir. Ne var ki politikanın kapsamı, yapılanlarla beraber yapılmayanları da içerir.
Erken tanımların işaret ettiği üzere kültür alanının kimi sorunları şüphesiz ki sadece bize özgü de değil. Fransa’da, yakın geçmişte Hollande hükümeti döneminde dahi kültür bütçesinin düşürülmesinin yarattığı hayal kırıklığını hatırlayalım.
Sanatı da içerir biçimde kültür endüstrisinin bütün dünyada büyümeye devam eden genişliği aslında her bir alanı ayrı ayrı ele almayı gerektirse de bu giriş yazısında merceği, ağırlıkları sebebiyle Türkiye’de daha çok kentlerde yaşam mücadelesi veren tiyatro, sinema/dizi, müzik ve yayıncılık emekçilerinin ahvaline ve kitlelerin kültür ürününe erişim olanaklarına tutmaya çalışacağım.
Kültür Emekçisi Kimdir?
Algılanan büyüklüğünden daha iri bir endüstrinin parçası olarak yazar, çevirmen, editör, oyuncu, kameraman, ışıkçı, sanat yönetmeni, müze görevlisi, müzisyen gibi sayısız rolü içeren kültürel üretim sürecinin herhangi bir aşamasında yer alan tüm özneler kültür emekçisidir. Yaka rengi yaşam boyu değişebilir biçimde alaca olabileceği gibi ülkemiz özelinde emekçi yakasız ve kayıtsız da olabilir.
Sanatçılar açısından mesleğin statüsünün belirsizliğiyle güvencesizlik meselesini birbirinden ayrı değerlendirmek mümkün olmadığı gibi, esnek çalışma koşullarını alanın genel istihdam sorunundan ayrı değerlendirmek de anlamlı değil.
Alan içinde dikkate değer bir hacmi temsil eden tiyatrodan başlayacak olursak, serbest meslek makbuzuyla çalıştırılıp 4B’ye tabi kılınan oyuncuların en temel işçi haklarından dahi mahrum bırakılmış olması, sayısız sorun içinde başa yazılabilir. Oyunculuğun mesleki tanımı yoktur. Oyuncu yasal tanımıyla ticari faaliyet yürüten kişidir. Elbette tiyatrocunun tiyatroyla yaşaması için önce tiyatronun kapısından içeri girebilmesi gerekir. Hevesle aldığı oyunculuk eğitiminin sonunda hayal kırıklığının birinden öbürüne savrulan yeni mezun oyuncular, bugün herhangi bir sahnede mesleğini icra etme imkânı bulsa bile, yaşamını idame ettirmek için ek iş yapmak mecburiyetinde ve daha yolun başında zamanının büyük bölümünü uzun süreli provalarda geçirdiğinden, bu neredeyse mümkün değildir. Yoğun efor gerektiren ve işin doğal parçası olarak görülmesi gereken provalar için ücret ödenmediği gibi, oyun başına alınan yevmiye de günümüz koşullarında yüzü astara ezdirir.
Bağımsız çalışma hayaliyse sahne bulamama sorunu sebebiyle daha niyet aşamasında ölü seçenek. Başta metropoller olmak üzere, konut fiyatlarındaki akıl dışı artış herkesi vurduğu gibi, sahne kiralarının maliyetinin altından kalkmak bağımsız tiyatroyu yaşatma inadında direnenler için, doğuştan şanslı değillerse, gemileri borçlanarak yüzdürmek demektir. Baskın değişken maliyetin farkını aynı oranda bilete yansıtmak da kolay değil. Maişet motorunu döndürmekte zorlanan izleyici barınmadaki fahiş artışı piramidin tabanından “kabullendiği” hızda bilet fiyatındaki artışı kabullenmeyecek, tercihini daha asli gördüğü ihtiyaçlara yönlendirecektir. Yaşamanın hayatta kalmaya indirgendiği bir dönemde izleyiciye kim haksız diyebilir? Sahnesini diğer oyunlara açan tiyatrolarsa bu farkı kiralama maliyetlerine kaçınılmaz olarak yansıtmak durumunda. Kendi prodüksiyonunu ve oyun günü harcamalarını bile karşılayamayacak hale gelen tiyatrolar için mevcut ekonomik koşullarda yabancı bir oyun sahnelemek gitgide zorlaştı. Bu hal bir yandan oyun yazımını zorunlu biçimde teşvik etse de ilerleyen satırlarda değineceğimiz sansür dayatması yazarı ve nihayetinde metni otosansürün pençesinden kurtaramıyor.
Oyuncuların büyük çoğunluğu yaşamak için çoğunlukla suyun akışında dizi sektörüne yönelir ve kendini yağmurdan kaçarken dolunun değil, fırtınanın ortasında buluverir. İrili ufaklı film yapım şirketlerince sektörde teamül haline getirilen çalışma ortamları bugün ölüm setleri olarak anılıyor. İşçi sağlığı ve çalışma güvenliği açısından gerekli denetimleri yapmayarak işçilik haklarını göz göre göre ihlal eden firmalara gerekli yaptırım ve caydırıcı cezalar uygulanmıyor, ruhsatları dahi iptal edilmiyor. İşçi güvenliği önlemlerinin alınmadığı alanlarda, günlük 12 saat çalışmanın normal mesaiye sayıldığı, zaman zaman 16-17 saati aşan, insanlık dışı uzun mesaili düzenekte oyuncuları da içine alan set emekçileri bir yandan düşük ücretlerle hayatta kalmaya çalışırken öte yandan kazandığının bir bölümünü de yarına saklamak zorunda. Birikim yapmak bugün, ünün iktidarının yüzü tanınmayanı sildiği bir piyasada tanınmamış oyuncu için hayal, bölük pörçük aldığı ücretle set işçilerinin geneli için büyük hayaldir.
Film endüstrisinde vaziyet yapım firmalarının keyfe keder kararlarına kalmış durumda. Bir firma bünyesinde çalışmayan set emekçileri serbest meslek makbuzu kesmekle yükümlü. Düşük ücret sorununa uzun ödeme vadeleri ekleniyor. Çalışanlar kestikleri makbuzların KDV ödemelerini bir sonraki ay sonunda yapmak zorunda olduğundan, yapım firmasından ödeme almadan o işten elde ettikleri varsayılan gelirin KDV’sini devlete ödüyorlar. İstismara zemin hazırlayan bu durum peşin ödeme vaadine karşılık fazla mesai pazarlığına konu ediliyor. Çalışanın yapım şirketi tarafından sigortalandığı durumlardaysa ağır kontrat yükümlülükleri devreye giriyor. Nihayetinde çalışanlara kalan, sigorta primlerinin kendileri tarafından ödenmesi oluyor. Sektörü kanserleştiren işçi güvenliği sorunu da bir türlü çözülemiyor tabii. İşçi sağlığı ve iş güvenliği şirketlerindeki “uzmanlar” film setlerinin işleyişi hakkında çoğunlukla yeterli bilgiye sahip değil ve malzemelerin büyük kısmı sektöre özgüyken iş güvenliği uzmanının bilgisi genel kurallarla sınırlı.
Benzeri bir durum kayıt dışı çalışma oranının yüzde 70’leri bulduğu müzisyenler için de geçerli. Kontratsız çalıştırma lüksü her türlü talep hakkını tek yönlü yapılandırarak gücü elinde tutan işverene verirken müzisyenin sözlü bir anlaşma sonunda oluşması muhtemel herhangi bir hak kaybına sesini çıkarma kabiliyetini de oldukça sınırlar. Müzisyenlerin nerede, ne zaman, ne kadar süreyle çalışacağı çoğunlukla belirsizdir. Çalışma biçimleri ve çalışılan mekâna göre sorunlar da değişir. Zaman zaman oluşan talep birikimi müzisyen için aşırı çalışma yükü yaratırken pandemi, afet dönemlerinde karşılaşıldığı gibi oluşabilecek uzun süreli boşlukları tazmin etme saikiyle, herhangi bir felakette ülkede fiilen sadece müzik emekçilerinin yas tutması beklendiğinden gelen iş elenemiyor. Ardı ardına konserler iptal edilir, endüstri cenaze evine çevrilir. Sigortasız çalışmanın en yaygın olduğu alanlardan birinin üyeleri olan müzisyenler hâlihazırda 5510 sayılı kanunun 4. Maddesi’ne ek bir yasal düzenlemeyle primlerini kendileri ödemek kaydıyla sigortalı olabilseler de çoğu müzisyen için asgari ücret üzerinden ödenecek prim tutarlarına dayalı bir emeklilik hayalinin zahmetine değmez. Ücret standardı olmayan bir piyasada tutunma savaşı veren müzisyenlerin müzikle yaşaması mucizeye dönüşmüştür. Tabii bir de çalışma mekânlarının denetimsizliği müzisyenleri sözlü ve fiziksel saldırılar karşısında savunmasız bırakıyor. İstek parçası çalıp söylemediği için canları alınan müzisyenlerin acıları hâlâ hafızalarımızda taze. Kent hayatının vazgeçilmez bir unsuru olan sokak müzisyenleri için bu risk şüphesiz ki herkes için olduğundan daha yüksek.
Yayıncılık alanında editörlerin, çevirmenlerin durumu da pek farklı bir manzara sunmuyor. Kültür endüstrisinde yaşamı idame ettirme rolü tüm diğer endüstrilerden farklı olarak estetize edilmiş kültürel sermaye illüzyonunda el çabukluğu marifetiyle görünmezleştirilir. Mesai kavramının ters yüz edildiği, yoksulluğa mahkûm edilen, sigortasız ve bütünüyle güvenceden yoksun çalıştırılan yığınla emekçi entelektüel üretimin bir unsuru olduğu manipülasyonuyla “hayalindeki iş”ten vurulur. Rolün cezbesine yüklenen yüceltilmiş anlam, emeğin ucuzlaştırma kilidini zorlanmadan kırarken üretilen taş da olsa kitap da patronun patron, sömürünün sömürü olduğunu unutturan bir yanılsama yaratır. Kâğıt ve sonunda döviz krizinin yayıncılığa vurduğu darbenin diyeti önce çalışanlara ödetilir. Editörün işi bir türlü bitmez. Benzeri bir durum iş bulması durumunda çevirmen için de geçerlidir. Kitap kapağında emeğinin karşılığını görebilmek için bile mücadele vermesi gereken çevirmenin karşısına bugün bir de yapay zekâ dikildi. Yayınevlerinin dışarıya verdiği parça başı işlerle sektör taşeronlaşır. Büyük şehirlerin yaşam koşullarında devam edecek takati kalmayan emekçiler ya ek iş yapmak ya da kentleri terk etmek durumunda bırakılır. Üzerindeki fiziksel ve psikolojik baskı nihayetinde yorgun emekçinin üretiminin niteliğini de etkiler. Özensiz kitaplar yayımlanır, nitelikli dergiler kapanır ya da basım sıklığı seyrelir. “Biri gider öbürü gelir” mantığından sıtkı sıyrılanlar farklı alanlarda iş arayışına girer. Bu noktada özellikle küçük yayınevlerinin düşük marjlarla, neredeyse kâr etmeden, hatta borçlanarak üretimlerini sürdürmesinin çok güç olduğunun da altı, şüphesiz çizilmeli.
Esnek Çalışma Kandırmacası
Her işsizlik gündeminde, yaygın kabul görmüş bir patron ezberi olarak, çalışanın iş beğenmediği, zora gelemediği söylencesi ana akım kanallarında açık ya da örtük dillendirilir. Pandemi süreciyle beraber sağır sultanın bile duyduğu esnek çalışma modelinin, kültür alanının dinamikleriyle örtüştüğü düşünülen, işsizliğe alternatif, “serbest zaman” soslu proje bazlı işlerle plazalara da süratle yerleşmesiyle çalışanı “yola getirici” yeni kavramlar emek piyasasının gündemine girmiş durumda.
Şimdilerde özellikle geleneksel iş rollerinde yere göğe sığdırılamayan dayanaklılık kavramının esnek çalışmaya övgüyle eşanlı popülerleşmesi tesadüf değil. Dayanıklılığın, örtük hiyerarşileri, meşru egemen ideolojileri ve emek alanındaki talepleri sürdürmek ve çalışanları sorunlu, istikrarsız ve elverişsiz çalışma koşullarının psikolojik maliyetiyle baş başa bırakmak için elverişli bir kavram olduğu görülmüştür. Bütün endüstriler için geçerli olmak üzere mevcut çalışma ortamlarının koşulları gitgide ağırlaşmaktadır. Çalışanlara bunun kendilerine dayatılanı kabullenmelerini teşvik etmeye dönük “psiko-mantıksal bir örtmece” olduğu yerine, benliklerini ve psikolojik sermayelerini geliştirici ve çağdaş işgücü pazarında esnek bir şekilde hareket etmenin en iyi yolu olarak sunulduğu da sır değil.[2]
Muktedirin Hıncı
Konser ve festival yasaklarından yargı tehdidine, Anayasa’nın 64. Maddesi’nin üstünde tepinen iktidar bir türlü düşlediği kültürel hegemonyayı kuramamanın faturasını ödetmek üzere, değil sanatçıyı sevip desteklemeyi, kendisine muhalif gördüğü sanatçıyı, kadın ve LGBTİ+’lar başta olmak üzere düşmanlaştırmayı sistematik bir faaliyet olarak yürütüyor. Sanatı ve sanatçıyı iktidara ve sermayeye bağımlı kılan zorunlulukları pekiştirici bir yoksullaştırma süreklileştiriliyor.
Sansür, yasak ve yargı tehdidi bugün sanatı Cumhuriyet tarihinin en karanlık, gerici haliyle kuşatmış durumda. Hâlihazırda bağımsız yayınları susturma yahut ağır para cezalarıyla yıldırma dışında herhangi bir fiili görevi bulunmayan, ülkenin en lüzumsuz kurumu olarak anmakta beis görmeyeceğimiz RTÜK, sahibinin sesini gün gün daha fazla yükseltiyor. Televizyon kanallarının kapıları iktidarın “makbul sanatçılarını” içeriye alıp gerisine kapıları çarparak kapatıyor. Sansürün ağırlığı ev basılıp kitap toplatılan dönemlerdekinden hallice denemeyecek biçimde, sanatçıların üzerinde dolaşan kara bir buluta dönüştü. Teknolojinin de desteğiyle doğrudan ve dolaylı bütün araçların düğmesine aynı anda basılarak örgütlenen monoblok saldırılar zorbalığı kurumsal bir hüviyete büründürdü. Sansürlenme ve bunun kısa ve orta vadeli etkilerinden kaçınmak kadar sanat açısından en yıkıcı olan, içeri girenin unutulduğu ülkede, metne sansürün “aman başım ağrımasın” kaygısıyla peşinen yazarın kendisinden gelmesi.
Emeğin Gücü ve Örgütlenme
Ülkenin fiilen adı konmamış başkenti İstanbul, bugün yaşam maliyetlerinde, kişi başına düşen Gayrisafi Milli Hasılası Türkiye’nin dört katını aşan ortalama bir İskandinav kentiyle aşık atacak hale geldi.
Dünyanın tüm kentlerinin ayrı ayrı sahip olduğu olanakları içinde soluyana 7/24 bir arada sunan İstanbul, iki yakanın upuzun sahil şeridinde bir çay içemeden günler, aylar geçiren emekçiler için her gün oluk oluk akan Instagram postlarının arka fonundan ibaret.
Genç nüfus olarak anılan 15-24 yaş grubunun toplumun yüzde 15,1’ini oluşturduğu ülkede çoğu işsiz ve ümitsiz gençliğin gideceği kütüphane, sergi salonu, tiyatro, sinema salonu, kültür merkezleri gibi sanat ve bilgi merkezleri mevcut halleriyle ne sayıca ihtiyacı karşılayabilir durumda ne de nitelikleri buna uygun.
Sanatçılar istikrarlı bir hukuksal statüden yoksun. Kamu olanaklarının bir bölümü iktidar tarafından kendi kriterlerine göre seçilmiş azınlığa sunuluyor.
Meslek örgütü, dernek ve sendikalar emekçilerin ihtiyaçlarına cevap veremeyecek durumda. Kültür emekçileri cadı avıyla örgütlü hayatın dışında tutulmaya çalışılıyor, sesi çıkan fişleniyor, hakkında soruşturma açılıyor, gözaltılarla yıldırılıyor, en temel insani hak talepleri için toplanan bir listenin imzacısı olunması durumunda belirsiz kaynaklarca sosyal medyada dolaştırılan karşı listelerle itibarsızlaştırılıyor.
Müzisyenin yaratıcısı ve/veya icrası olduğu tür özelinde dahi bir konsere 2-3 bin liraya bilet alıp gitmesine, çağdaşı bir sanatçının sahne performansını izlemesine, yazmanın sürdürülebilirliği için okuması da zorunlu yazarın kitap almasına imkân vermeyen içinden geçtiğimiz yakıcı fakirleşme döneminde, her türlü hak mücadelesi için örgütlenmenin seçenek değil, zorunluluk olduğu su götürmez bir hakikat.
Güvencesizlik kıskacının kolaylaştırdığı biçimde taciz, mobbing gibi dertlerle de boğuşan emekçilerin yargıya erişme ve örgütlenme kanallarının açılması hayati bir öncelik kabul edilmeli ve bu yönde gereken adımlar acilen atılmalı.
“Kültür emekçisinin fabrika işçisi gibi üretimi bir gün durdurarak muktedire diz çöktürmesi mümkün müdür?”, “Bu koşullarda yazmıyorum, çizmiyorum, oynamıyorum, çalmıyorum demenin bir karşılığı var mıdır?”, “Bir süre film yapılmasa bundan kim ölür?” ve benzeri soruların cevapları ise ancak sınıf bilinciyle bir araya gelecek muhatapların yan yanalığında bulunabilir.
[1] Füsun Üstel (2021), Kültür Politikasına Giriş-Kavramlar, Modeller, Tartışmalar, s.14, s.65, İletişim Yayınları. [2] Edgar Cabanas, Eva Illouz (2023), Mutlu Yurttaş İmalatı, s.137-138, İletişim Yayınları.