Eski Tiran, Yeni Düzen: Neoliberal Modelin Krizi ve Tasfiyesi

Ekim Arbatlı16 Mayıs 2025

Küresel siyaset, birçok alanda ciddi bir değişim sürecinden geçiyor. SSCB’nin çöküşüyle tesis edilen tek kutuplu düzenin sonu gelirken, yeni dönemde BRICS ve AB ittifaklarının da rol alacağı çok kutuplu bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Buna karşılık Trump yönetimindeki ABD hem askeri hegemonyasını korumak, hem de en büyük rakibi Çin’in gerisine düşmemek için gitgide daha sert ve çatışmacı bir strateji izlemeye başladı. Bütün bu siyasi gelişmeleri küresel ölçekteki iktisadi dönüşümle ve özellikle de neoliberal ekonomik modelin krizi ve alternatif arayışlarıyla birlikte okumak gerekiyor. Bugün görünen, bu modelin son kullanma tarihinin geçtiği ve rafa kaldırılmakta olduğudur.

Neoliberalizmi kaçınılmaz bir safha değil, kısa vadeli bir ideolojik aygıt olarak görmek, son gelişmeleri daha iyi anlamamızı sağlayabilir. İktisadi ideolojiler ve doktrinler sadece soyut fikirler değil; aynı zamanda egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda toplumsal düzeni sürdürmeye yarayan araçlardır. Bu mecburiyetle, maddi gerçekliği temel alarak şekillenir, değişir ve esnekliklerini kaybettikleri noktada terk edilirler. Aynı şekilde, liberal ve neoliberal ideolojilerin de ortaya atıldıkları dönemin ekonomik üretim ilişkilerini ve egemen çıkarlarını yansıttıklarını biliyoruz.

Sanayi Devrimiyle birlikte 18. yüzyıl sonunda başta İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’de olmak üzere birçok ülkenin ekonomik yapısı, tarımdan sanayi üretimine doğru büyük bir dönüşüm geçirmişti. Buhar gücünün kullanımı, makineleşme ve bunu takip eden fabrikalaşma, tekstil, madencilik ve metalürji gibi sektörlerde üretkenliği artırmış, kırsal nüfusun kentlere zorunlu göçüyle yeni bir işçi sınıfı oluşmuştu. Bu yalnızca teknolojik bir değişim değil, toplumsal sınıf ilişkilerini, kentleşmeyi ve günlük yaşamı da kökünden etkileyen bir devinim anıydı. Yeni düzende hakim sınıf olan burjuvazi, ideolojik ifadesini ekonomik liberalizmde buluyordu. 20. yüzyılın ortalarına kadar da, uluslararası sermayenin yoğunlaşması, küreselleşmesi ve askeri güçle desteklenmesiyle şekillenecek emperyalist sömürüyü meşrulaştırmak için liberalizmin serbest rekabet ve eşitlik söylemleri kullanılacaktı.

Post-endüstriyel dönüşüm, küreselleşme ve neoliberalizm

Sanayi devriminden yaklaşık 200 yıl sonra, 1970’lerden itibaren aynı ülkeleri bu kez post-endüstriyel (sanayi-sonrası) dönüşüm bekliyordu. Ana hatlarıyla ekonominin sınai üretimden uzaklaşarak hizmet sektörüne ve bilgi teknolojisine doğru evrilmesi anlamına gelen post-endüstriyel sürecin iki önemli ayağından bahsedebiliriz: sanayisizleşme ve finansallaşma. Finansallaşma, finans sektörünün büyüklüğünün ve ülke ekonomisi içindeki öneminin göreli artışını ifade eder. Sanayisizleşme ise, sınai üretimin gerilemesi ve imalatın diğer ülkelere veya bölgelere kayması anlamına gelir. Bugün ‘gelişmiş’ olarak nitelendirilen ekonomiler, endüstriyel safhadan post-endüstriyel safhaya geçiş yaparken bir yandan sanayilerini büyük ölçüde tasfiye edip, diğer yandan hizmetlerin ve finansın ekonomideki ağırlığını artırdılar. Finansın yanısıra bilişim, iletişim, turizm, eğlence ve yaratıcı sektörler bu süreçte ön plana çıktı. Bu da iş gücü piyasasını, istihdam biçimlerini ve toplumsal eşitsizlikleri yeniden şekillendirdi.

Her ne kadar süreç işliyor ve ekonomik büyüme devam ediyor gibi gözükse de, bu yapının sürdürülebilirliği hala önemli bir soru olarak ortada duruyordu. Üretime ve tarıma dayanmayan bir ekonomide gıda, hammadde ve sanayi ürünleri nereden sağlanacaktı? Bu modelin devamı ancak “küresel bir iş bölümü” ile mümkün olabilirdi: Merkez ülkeler finans ve yüksek teknoloji gibi post-endüstriyel faaliyetlerde uzmanlaşırken; çevre ve yarı çevredeki ülkelerin yine ağır sanayi, imalat, tarım ve hammadde çıkarma sektörlerini yürütmesi gerekliydi. Bununla birlikte, küresel ticaretin artması; mallar, hizmetler ve sermayenin uluslararası sınırlar arasında serbest dolaşabilmesi şarttı. Diğer bir deyişle, sistem kimi ülkelerin yardımcı oyuncu rollerini kabulüne ve dengesiz kalkınmanın devamına dayanıyordu. Bu ülkelerdeki yerel burjuvazinin ve siyasetçilerin de sistemdeki rollerine ikna edilmeleri gerekecekti.

Bu ‘ikna’ çabasının ilk ayağı şüphesiz ki askeriydi. Soğuk Savaş boyunca beslenip genişlemiş, tüm dünyaya yayılmış Amerikan askeri gücü, SSCB’nin yarıştan çekilmesiyle rakipsiz hale gelmiş ve dünyanın jandarması rolünü tamamen üstlenmişti. 1945’ten beri neredeyse tümüyle demilitarize olan Batı Avrupa içinse, küresel hegemonun arkasında saf tutmak hem güvenlik için hem de iktisadi açıdan kârlıydı. Fakat tek kutuplu dünyada bile, kurulacak yeni ekonomik düzen için rıza sadece zorla sağlanamazdı. Neoliberal doktrin tam da bu noktada devreye giriyordu. Liberalizm nasıl sanayi devriminin çocuğuysa, bugün de emperyalizm benzer bir araca ihtiyaç duyuyordu. Yeni küresel anlatı neoliberalizm üzerinden kurulacaktı.

Özellikle 1990’larda, neoliberalizmin öncüleri bu iktisadi düzenin meşrulaştırılması için ciddi bir mesai harcadılar. Bu süreçte neoliberal model dünya sahnesindeki hakim iktisadi ideoloji oldu ve özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra da tamamen rakipsiz hale geldi. Yaklaşık 30 yıl boyunca küresel ekonomik düzenin rengini belirleyecek olan Washington Uzlaşısı doktrini, 1989’da ekonomist John Williamson tarafından on ilke halinde açıklandığında,[1] paketten aslında birkaç temel fikir çıkıyordu. Birincisi, ‘mali disiplin, kamu harcamalarının yeniden düzenlenmesi ve özelleştirme’ tavsiyeleriyle sosyal harcamalara ayrılan kaynakların kesilmesiydi. İkincisi, ‘özelleştirme, deregülasyon, mülkiyet haklarının güvence altına alınması ve faizleri serbest piyasaların belirlemesine izin verilmesi’ başlıkları altında devletin törpülenip küçültülmesiydi. Devletin, yeni ekonomik kutsal ilan edilen ‘piyasa’ya müdahale gücünün azalmasıyla hem yerli hem yabancı sermayeye ülke içinde denetimsiz büyüme yolu açılacaktı. Son olarak, ‘serbest döviz kuru politikaları, serbest ticaret ve yabancı yatırımlara izin verilmesi’ ilkeleriyle sermayenin önündeki ulusal ve küresel sınırların da tamamen kalkması amaçlanmıştı.

 

Bu politika paketi, 1990’lar ve 2000’ler boyunca IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazine Bakanlığı tarafından önce Latin Amerika’ya, sonra diğer gelişmekte olan ülkelere dayatıldı. Şili’de Augusto Pinochet’nin faşist diktatörlük rejimi başta olmak üzere, Arjantin’de Menem, Meksika’da Salinas de Gortari ve Brezilya’da Cardoso gibi siyasetçiler aynı dönemde neoliberal modeli uygulamaya geçtiler. Bir yandan devletin ekonomideki rolü azaltılıp kamu hizmetleri özelleştirilirken, diğer yandan da ‘işgücü esnekliği’ adı altında emekçi sınıfın iş güvenceleri ve hakları tırpanlandı. Yaklaşık yirmi yıl sonra ekonomik büyüme ve toplumsal refah vaadiyle çıkılan yolun sonuna gelindiğinde, bu politikaların gerçek sonucu görülüyordu: Gelir dağılımı eşitsizliği daha da derinleşmiş, yoksulluk artmış ve işsizlik yükselmişti. 1980’lerin buhranından çıkmak için girilen bu yeni ve daha büyük buhran, Venezuela’da Chavez ve Bolivya’da Morales gibi liderleri de yeni kurtarıcılar olarak yaratmıştı.

2008 küresel kriziyle birlikte, ‘piyasaların kendi kendini düzenleyebileceğine’ dair son inanç da kayboldu. Kriz sadece çevre ve yarı-çevre ülkelerde değil, merkezde de ciddi bir sallantı yarattı. Birçok ülke, uzun yıllara yayılan ve çoğu zaman da kronikleşen sorunlarla baş başa kaldı. Özellikle de sanayisizleşme ve finansal sektörün kontrolsüz büyümesi giderek daha da sorgulanır hale geldi. Tabuta son çiviyi çakan ise, pandemi döneminde devlet müdahalesine ve kamucu politikalara olan ihtiyacın net bir şekilde görülmesi oldu. Meşruiyet üretme kapasitesini de böylece yitiren neoliberal ideoloji artık iflası ilan etmiş sayılabilirdi.

Büyüyen çevre, genişleyemeyen merkez

ABD açısından, düşük katma değerli sanayi üretimini çevre ülkelere kaydırıp, hizmet ve teknoloji ağırlıklı ekonomiyi sürdürmek bugüne kadar mümkün oldu. Fakat Çin’in son yirmi yıldaki ciddi ekonomik atılımları ve yakaladığı büyüme hızı, ABD’nin küresel üstünlüğünü görünür şekilde tehdit eder hale geldi. Güncel durumu, rakamlara bakarak daha iyi anlayabiliriz: ABD’de 1950 yılında sektörel istihdam oranları sanayide %34 ve hizmet sektöründe de %55 civarındayken, 2024 yılında iş gücünün sadece %8,3’ü sanayide, %80’i ise hizmet sektörünün çeşitli kollarında çalışıyor.[2] Bu ekonomik yapı aynı zamanda, yüksek katma değerli sanayi ürünleri üretimi de dahil olmak üzere birçok alanda ara mallar, hammadde ve teknoloji tedarikinde dışarıya, özellikle de Çin’e bağımlılık anlamına geliyor. Yine verilere göre, 1995 yılında ise Japonya, ABD imalat sektörlerinin yaklaşık %40’ı için bir numaralı yabancı kaynak konumundaydı; bunu yaklaşık %30 ile Kanada takip ediyordu. 2018’e gelindiğinde ise, ABD imalat sektörlerinin %90’ından fazlasında (özellikle de tekstil, motorlu taşıtlar, elektrikli ekipman sektörlerinde) en önemli yabancı tedarikçi artık Çin’di.[3] Bunlar muhtemelen Donald Trump’ın ilk başkanlık döneminde de baktığı ve yeni küresel rakibini görmesini sağlayan rakamlardı.

Bu durumda dahi mevcut küresel düzenin devamı, kuşkusuz bir süre daha askeri güç kullanarak sağlanabilirdi. Ama Çin’in beklenenden hızlı büyümesi ve yüksek teknolojide rekabetçi hale gelmesiyle, ABD askeri tekeli de sarsılmaya başladı. Bugün Amerikan askeri sanayisinin devamı için gerekli olan (nadir toprak elementleri, ileri teknoloji yarı iletkenler, manyetik malzemeler ve batarya bileşenleri gibi) kritik girdilerin tedariki de büyük ölçüde Çin’in kontrolünde. Özellikle nadir toprak elementleri konusunda, dünya çapındaki cevher çıkarımının %70’ini ve işlemesinin %90’ını elinde tutuyor.[4] Bu durumda, ağır sanayi ve teknolojik imalat gibi alanların artık ‘küresel iş bölümü’ne bırakılamayacağı da netleşiyor.

ABD’nin özellikle Trump önderliğinde iyice belirginleşen yeni dönem emperyal stratejisi, artan küresel rekabet karşısında kendi hegemonik konumunu koruma ve yeniden üretme çabası olarak görülebilir. Korumacı ve izolasyonist politikaların, böyle kriz dönemlerini aşmak için daha önce de kullanılan araçlar olduğunu biliyoruz. Bu strateji, devletin ekonomik rolünü artırdığı bir yeniden yapılanmayı gerektiriyor. Kritik önemdeki sektörler için kamu yatırımlarının artırılması ve yerli üretimin desteklenmesi gibi tedbirlerle ‘mali disiplin ve minimal devlet müdahalesi’ söyleminin yerini ‘yeniden sanayileşme için devlet desteği’ alıyor. Gümrük vergilerinin artması ve sınırların kapatılması gibi korumacı tedbirlerle birlikteyse ‘serbest küresel ticaret ve dolaşım’ miti terk ediliyor. Böylece neoliberal doktrinin temel ekonomik önermeleri de rafa kaldırılmış oluyor.

Son olarak, iktisadi gerçeklik değişirken ABD ‘uluslararası işbirliği’ adı altında gelişen askeri ittifaklarını da tekrar gözden geçiriyor. Bu yeni düzenin hegemonun etrafındaki diğer merkez ülkeler ve özellikle de Avrupa Birliği için de ciddi sonuçları var. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, Avrupa’nın güvenliği neredeyse tamamen NATO yoluyla ve Amerikan askeri varlığı üzerinden tesis edildi. ABD’nin mutlak askeri hâkimiyetinin kabulü, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa’nın ekonomik büyümesi için önemli bir faktördü. Bu şekilde bir yandan savunma harcamaları çok düşük tutulurken, diğer yandan da küresel kapitalist sisteme avantajlı bir mevkiden entegre olunabiliyordu. Yeni dönemdeyse, AB ülkelerinin silahlanmaya ayıracağı payların artacağı ve bunun da diğer kamu harcamalarını daha da kısarak finanse edileceğini öngörebiliriz. Bununla birlikte, neoliberal ekonomik modelin tasfiyesinin küresel anlamda da tamamlandığını söyleyebiliriz. Eski tiranın yeni bir düzen kurup kuramayacağını ise önümüzdeki günlerde göreceğiz.

[1] John Williamson, Dünya Bankası’ndaki 13 Ocak 2004 tarihli “Kalkınma İçin Bir Politika Reçetesi Olarak Washington Mutabakatı” sunumunda, bu on ilkeyi detaylı olarak anlatıyor. https://www.piie.com/commentary/speeches-papers/washington-consensus-policy-prescription-development
[2] ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu’nun (Bureau of Labor Statistics - BLS) verileri. https://www.bls.gov/emp/tables/employment-by-major-industry-sector.htm
[3] Brookings Enstitüsü, ABD’nin sanayi ürünleri tedarikinde dışa bağımlılık verileri. https://www.emsnow.com/brookings-institute-paper-measuring-us-supply-chain-reliance/
[4] Rakamlar, Philip Andrews-Speed ve Anders Hove’nin Çin’in nadir toprak elementleri konusundaki makalesinden alınmıştır. https://www.oxfordenergy.org/wpcms/wp-content/uploads/2023/06/CE7-Chinas-rare-earths-dominance-and-policy-responses.pdf