Hegemonya ve Devlet Krizleri Merceğinden Seçimler ve Sonrası

İsmet Akça1 Haziran 2024

Türkiye’nin yoğun seçimli siyasi atmosferi son 1 yıl içinde yaşadığımız iki seçimle (Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri, ardından da 2024 yerel seçimleri) devam etti. Son iki seçimin sonuçları itibariyle hem muhalefet hem iktidar cephesinde farklı sosyo-politik ruh halleri yarattığı aşikâr. 22 yılı bulan ve Türkiye tarihinin en uzun iktidarı olan AKP-Erdoğan iktidarına karşı 2023 seçimlerine Altılı Masa ile güçlerini birbirine ekleyerek ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde Emek ve Özgürlük İttifakı’nın da desteğini alarak büyük umutlarla giren muhalefet cephesi seçim sonrası ağır bir yenilgi psikolojisine girdi. Akabinde 2024 yerel seçimlerinde, 2002’den bu yana AKP’nin ilk defa bir seçimden birinci parti olarak çıkamaması ve CHP’nin net bir seçim zaferi kazanması siyasal manzarayı ve hesapları yeniden değiştirdi.

Seçimlerdeki oy kazanımları, kayıpları ve kaymalarının ülke geneli ve her bir seçim bölgesi için tespiti çok faktörlü ve ayrıntılı analizleri gerektirmekle birlikte temel eğilimleri ve sebepleri belirlemek gayet mümkün. Bu yazıda, bu eğilim ve sebepler de vurgulanacak olmakla birlikte esas olarak seçimleri ve sonrasını Türkiye’nin 2013 sonrası yakın-uzun dönemini belirleyen ikili kriz dinamiği üzerinden ele alacağız: 1) Gitgide derinleşen sermaye birikim krizini de içeren bir hegemonya krizi, 2) bunu yönetmek için süper-başkanlık sisteminin inşası ve bu sürecin içerdiği ve daha da derinleştirdiği devlet krizi.

Hegemonya ve devlet krizlerinin dinamikleri iç ve dış siyaset boyutlarıyla hem iktidar bloku hem de tabi toplumsal sınıflar ve gruplar düzeyinde tezahür ediyor. Hegemonya krizi ile Türkiye burjuvazisinin ve başta AKP olmak üzere siyasal temsilcilerinin, iktidar blokunun birliğini sağlama ve tabi sınıflar ve toplumsal gruplardan rıza devşirme kapasitesinin ciddi bir erozyona uğramış olmasını anlıyoruz. Görece istikrarlı bir ekonomik büyüme modeline tekabül eden bir birikim stratejisinin ve daha genelde de toplumun geniş kesimlerinden destek alabilecek bir hegemonya projesinin inşa edilemediği bir durum söz konusu. Devlet krizinde ise devlete kurumları, kadroları ve ideolojisi açısından içsel bir bütünlük sağlayacak bir hegemonya projesinin yokluğunda/başarısızlığında devletin farklı iktidar ve çıkar ağları tarafından adeta kolonize edildiği bir durumu anlıyoruz. Hegemonya ve devlet krizleri kendisini iktidar bloku açısından, sermayenin farklı fraksiyonlarının çıkarlarını uzlaştırma, kapitalist devletin asgari içsel bütünlüğünü sağlama, siyasal alanda hegemonik bir siyasal aktörün varlığı ve uluslararası alanda görece istikrarlı bir pozisyon alma gibi çeşitli düzlemlerde açığa çıkarıyor.

Hegemonya krizi salt seçimler düzeyinde tezahür eden bir süreç olmamakla birlikte, seçimlerin siyasal mobilizasyon ve katılım açısından hala ana belirleyici olduğu Türkiye’de özel bir öneme sahip. Bu açıdan, AKP’nin toplumsal desteğinin erimesi süreci kendini 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren gösteriyor. 2011 seçimlerinden % 49,83’lük bir zaferle çıkan AKP’nin oyları 7 Haziran 2015 seçimlerinde % 40,87’ye gerilemiş ve mecliste tek başına hükümet oluşturamamıştı. Ardından yoğun şiddet ortamı altında gidilen 1 Kasım 2015 seçimlerinde yeniden 49,5 oranına yükselse de bu yapay yükseliş müteakip seçimlerde düzenli bir erimeyle 2023 genel ve 2024 yerel seçimlerinde kabaca % 35,5 seviyelerine geriledi. Benzer bir gerilemeyi AKP+MHP oylarının toplamında da görüyoruz.

Hegemonya Krizinin Uğrakları

1.Gezi

Hiç şüphesiz hegemonya krizinin toplumsal boyutu kendisini ilk olarak 2013 yılında Gezi isyanı ile gösterdi. 2011 seçimlerinden büyük bir güçle çıkan ve devlet içinde de en azından Kemalist, ulusalcı rakiplerini dize getiren AKP’nin sonraki iki yılda şu uygulamaları anti-otoriter bir halk isyanını tetikledi: Toplumsal ve siyasal muhalefetin polis ve yargı eliyle kriminalizasyonu ve polis şiddeti ile bastırılması,  sermaye birikimi açısından kilit önem taşıyan kentsel dönüşüm projelerinin yıkıcı bir biçimde ilerlemesi, medya üzerinde kurulan ağır kontrol ve abluka, eğitim alanındaki İslamileşme, kadınlara yönelik cinsiyetçi politikalar ve söylemler, alkol satış ve tüketimine yönelik sınırlamalar, kültür ve sanat alanına yönelik müdahaleler vb. Gezi isyanına işçi sınıfının enformel, en güvencesiz kesimlerinin katılımı çok sınırlıydı ve olduğu kadarı da zaten solun ve Alevilerin güçlü olduğu yerlerden oldu. Hizmet sektörünün hem görece müreffeh ama işyerinde sürekli yabancılaşma yaşayan ve her an işsizlik/güvencesizlikle karşılaşabilecek kesimleri hem de niteliksiz, en düşük ücretli işlerde çalışan, en güvencesiz prekarya kesimleri Gezi’nin en önemli sosyal bileşeni olarak görülebilir. Bunun yanı sıra özgürlük kaybı ve gelecek endişesi artan gençlik, kentli ve mütedeyyin-muhafazakâr olmayan kadınlar, LGBTİ topluluklar Gezi’nin toplumsal bileşiminin önde gelen unsurlarıydı. Bu toplumsal kesimler üzerinde bu tarihten itibaren herhangi bir hegemonik kapasitesi kalmayan AKP açısından Gezi’nin ana siyasal etkisi kendisinden farklı olanlara da seslenmeyi gözeten yaygın hegemonya stratejisinden salt kendi mahallesini konsolide etmeye yönelen sınırlı bir hegemonya stratejisine yönelmesi oldu. Bu aynı zamanda ideolojik alanda İslami tonları çok daha güçlü bir milliyetçiliği devreye sokmasını ve kendi organik burjuvazisi liderliğinde yeni bir tarihsel blok inşa etme arayışını da içeriyordu.[1]

2.İktidar Blokunun Uluslararası İttifaklar Krizi

Hegemonya krizinin iktidar bloku içi bir diğer boyutu ise uluslararası ittifaklar alanında yaşandı. 2013’e kadar Ortadoğu bölgesinde ABD hegemonyası çerçevesinde rol model ülke olarak sunulan ve siyasi, iktisadi nüfuz elde edebilen Türkiye, bu tarihten itibaren değişen dinamiklere uyum sağlayamadı. Mısır’da Sisi darbesi ile ABD’nin Müslüman Kardeşler karşıtı bir pozisyon alması, Suriye’de Esad rejiminin düşürülmesinden ziyade İŞİD ile mücadelenin öncelik kazanması ve bu mücadelede Kürt siyasi ve askeri güçleri ile (PYD ve YPG) kurulan ittifak karşısında Türkiye ABD ile uyumsuz ve çatışmalı bir dış politika sürecine girdi. Sermaye birikim krizini aşmak için ihtiyaç duyulan finansal kaynak ve pazar arayışı, Kürt meselesi çerçevesinde yükselen ve dış politikanın tamamına da sirayet eden milliyetçi-militarist hat ve bunun içeride iktidarı konsolide etmeye veya kriz yönetmeye yönelik bir araç olarak kullanılması, AKP ve Erdoğan’ın ABD, AB, Rusya ve Ortadoğu ülkeleri ile istikrarsız ama bir yandan da otonomi sağlayan zigzaglarla ve krizlerle dolu bir dış politika izlemesini beraberinde getirdi. ABD’nin küresel hegemonik gücünde gerilemenin oluştuğu ancak yeni bir hegemonik gücün de oluşmadığı bir küresel bağlamda, küresel kapitalizmin askeri-politik mimarisindeki fay hatlarının sürekli çatırdaması alt-emperyalist olma iddiasındaki Türkiye iktidar bloku açısından bir fırsat penceresi sunduğu kadar Türkiye kapitalizminin ve devlet kapasitesinin yapısal açmazları ve sınırları aynı zamanda yeni kriz dinamiklerini de tetikledi.

3.Birikim Krizi, Sermaye Fraksiyonları ve İktidar Blokunun Cevabı: Bölüşüm Krizi

2013 sonrasının uzatmalı hegemonya krizi aynı zamanda bir sermaye birikim krizini de içeriyor. Birikim krizi hem iktidar bloku içinde farklı sermaye fraksiyonlarının farklı birikim stratejilerine (ve ilişkili farklı politikalara, yasal-kurumsal düzenlemelere) yönelmelerine ve aralarında çatışmaların artmasına hem de siyasal iktidarın ekonomik büyümenin yavaşladığı bir süreçte bu çatışan çıkarları yönetme kapasitesinde bir erozyona yol açıyor.

Türkiye’de yabancı sermaye girişlerine ve kredi genişlemesine, yani bağımlı finansallaşmaya dayalı neoliberal ekonomik büyüme 2008’deki küresel finansal kriz ile ilk sıkışmasını yaşasa da krize karşı başlıca merkez bankalarının parasal genişleme politikaları ve düşen küresel faiz oranları, yeniden yabancı sermaye girişine yol açarak krizin etkisini durdurdu. ABD merkez bankası FED’in Mayıs 2013’te yakında faiz artışlarına başlayacağını açıklaması ise müteakip dönemde derinleşecek sermaye birikim krizi açısından dönüm noktasıydı. 2008-2009 yılları arasındaki kesintiyi saymazsak 2000’lerin başından itibaren küresel ekonomide var olan bol ve ucuz likidite dönemini kapatan bu karar, Türkiye ve benzeri ülkelerden sermaye çıkışlarını tetikledi, düşük büyüme, ekonomik yavaşlama sürecini başlattı. 2002-2008 yıllık ortalama büyüme oranı % 7,15 (2002-2013 için ise % 5,98) iken 2014-2023 arası % 4,87’ye düştü.

Kriz Ağustos 2018’de döviz krizi biçimini aldı. Bu tarihten itibaren Türkiye kapitalizminin emek yoğun ve görece düşük teknolojili sanayi yapısı, cari açık sorunu, yabancı sermaye girişlerine bağımlılığı gibi yapısal açmazları yönetilemez hale geldi. Ekonomi politikası kabaca iki hat arasında zigzaglar çizmeye başladı: istihdamı düşürmeden düşük reel ücretlere dayalı enflasyonist büyüme (ama cari açık ve döviz ihtiyacı sorunlarının tekrar baş göstermesi sorunu) ile anti-enflasyonist ekonomik daralma ve kemer sıkma (cari açık ve döviz ihtiyacını yönetme ama kredi daralması ve iflaslar, sanayisizleşme, işsizliğin artması ve reel ücretlerin düşmesi, spekülatif sermaye ataklarına tabiyet sorunları) arasında. Bu iki sermaye programına bakıldığında bir tarafta ekonomik büyüme-istihdamı koruma-ücretleri düşürme-düşük faiz ve TL’nin değersizleşmesi-yüksek enflasyon; diğer tarafta yüksek faiz ve TL’nin aşırı değerlenmesi-yabancı sermaye girişi-dövizin kurunun dizginlenmesi-ekonomik yavaşlama-enflasyon düşürme hedefi-artan işsizlik-kredi daralması-kamunun sosyal harcamalarının daraltılması yer almakta.

2018’de TÜSİAD ve TOBB’dan sıkı para politikasına dönüş ve kemer sıkma önlemlerinin alınması talebiyle gelen baskılar karşısında Erdoğan, her ne kadar toplumsal tabanı ve iktidar bloku içindeki gücü açısından onu zora sokacak olsa da bu yönde ekonomi politikası adımları attı. Özellikle Eylül 2018’de yapılan sert faiz artışı sonrası ortaya çıkan kredilerin daralması, iflaslar, ekonomik daralma ve işsizliğin patlamasının siyasal alandaki etkisi ise 2019 yerel seçimlerinde 25 yıl sonra AKP’nin İstanbul ve Büyükşehir belediyelerini kaybetmesi oldu. Hem de AKP-MHP’nin İstanbul seçimlerinin sonucunu tanımayıp tekrar ettirmesine rağmen. Ancak 2019’un ilerleyen aylarında FED’in ekonomik durgunluk riskine karşı faizleri indirmesi ve daha genişlemeci bir para politikasına U dönüşü yapması, AKP iktidarına da kemer sıkma politikalarını uygulamamak, faizleri ciddi biçimde indirmek, merkez bankası rezervlerini kullanmak ve kamu bankaları eliyle bir kredi genişlemesi yaratmak ve bu yolla ekonomik büyümeyi teşvik etmek için bir alan yarattı. Mart 2020’de Covid-19 pandemisinin patlamasıyla özellikle hisse senedi ve tahvil piyasalarından yabancı sermaye çıkışlarının yoğunlaşması, döviz üzerinden borçlu özel sektörün Merkez Bankası rezervlerinin kullanılması ile rahatlatılmasına ama aynı zamanda rezervlerin tükenmesine ve Türk lirasının yeni dip seviyelerine inmesine yol açarak ödemeler dengesi krizi riskini arttırdı. 2020 sonu ve 2021 başlarında faiz artışı politikaları, 2023 seçimlerine doğru giderken 2021’in ikinci yarısından başlayarak düşük faiz-enflasyonist büyüme politikasına geçiş ve 2023 seçimleri kazanıldıktan sonra da Şimşek programı ile yeniden anti-enflasyonist ekonomik daralma ve kemer sıkma programına dönüldü.[2]

Aslında 2013 sonrası gitgide artan oranda zigzaglar çizen ekonomi politikası, yeni bir sermaye birikim rejimine geçişten ziyade sermaye birikim krizi ve ekonomik daralmalara karşı devletin kamu kaynak ve araçlarıyla daha fazla müdahale ederek krizi yönetme çabasına denk düşüyor. Bu yalpalamalar aynı zamanda iktidar bloku içinde farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmanın bir tezahürü. Bir yandan, küresel finans ağlarına erişime sahip ve TÜSİAD’da örgütlü büyük burjuvazi, ortodoks bir para politikası, kemer sıkma önlemlerinin uygulanması ve dış ilişkilerde Batı yanlısı, AB yanlısı bir duruş talep etmekte. Bu sermaye kesimi, yatırımı çekmek ve büyümeyi yönlendirmek için daha yüksek faiz oranları gerektiren bağımlı finansallaşma modeline, teknokratik ekonomi yönetimine ve yasal öngörülebilirliğin sağlanacağı istikrarlı ve kurumsal bir siyasal yapıya geri dönüşü talep ediyor. Ancak öte yandan, Erdoğan’ın seçmen tabanının çoğu hem iç piyasa hem ihracat yönelimli emek-yoğun küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ’ler), inşaat sektörü, devlet sözleşmelerine bağlı farklı ölçeklerde ama AKP ile organik ilişki içinde gelişmiş sermaye grupları. Bu gruplar, ekonomik büyümenin, ucuz kredilerin, güçlü liranın ve devlet desteklerinin devamını talep ediyor.[3]

AKP esas olarak 2021’den sonra istihdamı arttıran, düşük ücretlere dayalı enflasyonist bir büyüme politikasıyla sermaye birikim krizini bir bölüşüm krizi yaratarak yönetti. Bu bölüşüm krizi Erinç Yeldan’ın “timsah kapitalizmi” tabiriyle ifade ettiği ve aşağıdaki tabloda işgücü ödemeleri ve sermaye gelirleri paylarında net olarak görülmekte.[4] 2023 seçimlerine giderken siyasal iktidarın sermaye içi çelişki ve çatışmaları sermayeye muazzam karlar sağlayarak, işçi sınıfının örgütlü gücünün sistematik olarak bastırıldığı ve zayıf olduğu bir dönemde emekçileri ise ölümü (işsizlik) gösterip sıtmaya (düşük reel ücretler) razı ederek yönetti.[5]

Erdoğan’ın aday olduğu 2023 seçimlerine giderken bu bölüşüm krizini telafi etmek üzere çeşitli seçim ekonomisi hamleleri de geldi: Kısa sürede enflasyona yenilecek olsa da asgari ücrete yapılan ciddi zam, EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) düzenlemesinin getirilmesi, emekli maaşlarına yapılan zamlar, Ağustos 2022 sonrasında yaklaşık 6,6 milyon hane ile yüz yüze yapılan Ulusal Hane Ziyaretleri Programı ve Haziran 2022-Mayıs 2023 arasında ilk defa çalışan yoksulları ve emeklileri de içeren ve toplam 3 milyon kişiye 13 milyar TL’lik Aile Destek Programı yardımları[6] gibi. 2023 seçimleri öncesinde faiz indirimleri, KKM (Kur Korumalı Mevduat) mekanizmasının devreye sokulması ile TL’de istikrarın korunabilmesi, enflasyonun % 84’lerden % 38’lere geriletilmesi gibi kısa süreli makroekonomik mekanizmalar da devreye sokuldu.

2023 seçimlerinde muhalefetin en büyük handikabı ise yaşanılan ekonomik krizin farklı sınıfsal kesimler tarafından ve farklı mekânlarda nasıl deneyimlendiğini öngörememek oldu. Kentli orta sınıfların kriz deneyimi üzerinden “ekonomik krize bu iktidar da dayanamaz, çöker” öngörüsü gerçekleşmedi. AKP özellikle metropolde oy kaybetti. Metropollerde hem Kılıçdaroğlu hem de muhalefet bloklarının lehine AKP’den bir kopuş oldu. Büyük kentlerde barınmadan beslenmeye, eğitime kadar yaşam maliyetlerinin çok daha yüksek oluşu enflasyonist ortamdan etkilenen orta sınıflar ve emekçiler açısından iktidara bir mesafelenme doğurdu. Ama emekçilerin yeniden üretiminin maliyetinin görece daha düşük olduğu Anadolu’nun çeşitli kentlerinde ekonomik kriz seçim ekonomisi hamleleri ve istihdamın korunması sayesinde aynı sertlikte hissedilmedi. CHP ve Kılıçdaroğlu liderliğindeki ana muhalefetin ekonomi politikalarına dair perspektifi, kısa vadede geniş kesimlere bir anlam ifade etmeyen sanayide teknolojik devrim ve yeşil kapitalizm gibi yeni ekonomik büyüme modeli ifadeleri içerse de aslında “rasyonel politikalar” adı altında büyük oranda faiz artışları, sermaye girişleri sayesinde finansal bağımlı büyümeye bağlı bir TÜSİAD modeliydi.[7]

Mayıs seçimlerinde Erdoğan’ın yeniden başkan seçilmesi sonrası ise yeniden acı reçeteye geri dönüldü. Şimşek programı olarak bilinen, peyderpey gerçekleştirilen faiz artışları, TL’nin değerlenmesi ve reel ücretlerin erimesine dayalı enflasyonla mücadele adına yürütülen bu kemer sıkma programı enflasyonun maliyetini emekçilere, asgari ücretlilere ve emeklilere yüklemekte. Bunun yanı sıra bu programın sermaye açısından zarar gören kesimleri ise değersiz TL üzerinden rekabet edebilen emek yoğun sektörlerde küçük ölçekli ihracatçılar, aşırı değerli TL-yüksek faizden olumsuz etkilenen inşaatçılar. Programın büyük kazananı ise finansal sermayeye erişimi olan büyük sermaye, uluslararası sermaye grupları ve rantiyeler. Şimşek programının uygulandığı süreçte 2024 seçimlerine girildiğinde reel ücretlerin eridiği, asgari ücretin ortalama ücret haline geldiği, enflasyonun önceki yıla göre yaklaşık 2 artarak % 67’ye ulaştığı, doların 19 TL’den 31 TL’ye çıktığı, yüksek faizlerin kredi imkânlarının daraltmasının hem geniş tüketici kesimler hem KOBİ’ler açısından sorunlar yarattığı ekonomik koşullar sandığa da yansıdı.[8]

2024 seçimlerinin “en çarpıcı genel sonucu CHP’nin AKP’yi geçerek birinci parti olmasıysa, ikinci çarpıcı sonuç da AKP oylarının 4,2 milyon kadar azalması oldu. AKP’nin ardından en büyük mutlak oy kaybı 1,7 milyon ile İYİ Parti ve 1,1 milyon ile MHP’de gözleniyor. Oylarını mutlak olarak artıran partiler arasında ise 3,3 milyon ile CHP, 2,8 milyon ile YRP, 639 bin ile DEM Parti öne çıkıyor.”[9] AKP’nin seçmeni sandığa gitmeyerek veya CHP ya da YRP’ye kayarak tepkisini göstermiş durumda. Bu oy kaybının arkasındaki temel dinamik hayat pahalılığı olarak tezahür eden bölüşüm krizi, AKP’nin merkezi ve yerel iktidarı üzerinden zenginleşmenin yanı sıra özellikle İslami tabanında Gazze’de gerçekleştirilen soykırım süresince İsrail ile ticarete devam etmesi gibi iki faktörün ahlaki-moral üstünlüğü kaybetmesi rol oynadı. CHP’nin kazandığı zaferin arkasında 2023 seçimlerine giden süreçte Akşener’in Altılı Masa’nın altını oyan hamlelerine tepki duyan İYİP seçmenini büyük oranda kazanması kadar 2023 seçimlerinden farklı olarak, Altılı Masa’nın kemer sıkma/rasyonel ekonomi politikaları söylemi terkedilip sosyal belediyecilik, halkçı belediyecilik söyleminin seçim kampanyasının merkezine alınması ve özellikle İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyesi pratikleriyle (kreş, anne kart, yurtlar, kent lokantaları vb.), desteklenmesi oldu.

İkili Militarizasyon Altında Süper-Başkanlık Rejimine Geçiş ve Devlet Krizi

Erdoğan, 2013 sonrası hegemonya krizinin tüm politik gerilimlerini, devletin otoriterliğinin derinleştirilmesi, polis-yargı başta olmak üzere zor aygıtlarının hem kontrolü hem de toplumsal ve politik zapturapt altına alma işlevinde çok yoğun kullanılması yoluyla aşmaya çalıştı. AKP’nin toplumsal desteğinin tedrici ama düzenli bir şekilde erimesini AKP’yi aşan bir Erdoğanizm inşasıyla aşmayı hedefledi. Erdoğan’ın şahsi iktidarını otoriter-plebisiter yollarla sürekli oylatacağı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında bir süper-başkanlık rejiminin tesis edilmesi hegemonya krizinin aynı zamanda bir devlet krizi ile el ele gitmesini de beraberinde getirdi. Yeni başkanlık rejimi, denge ve kontrol mekanizmalarının tamamen ortadan kaldırıldığı, yani güçler ayrılığı ilkesinin ortadan kalktığı; yasamanın etkisizleştirildiği; yürütmenin yargıya her türlü müdahalede bulunarak yargı bağımsızlığından eser bırakmadığı; anayasasızlaştırma ile hukuki çerçevenin ortadan kaldırıldığı; devletin kurumsallığının büyük oranda dağıldığı; tüm karar alma mekanizmalarının ve yürütmenin Başkan’ın şahsında aşırı merkezileştiği; medyanın, sivil toplum alanının, toplumsal-siyasal alanın boğularak zapturapt altına alındığı, tüm hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı, toplumsal ve siyasal muhalefetin polis-yargı eliyle kriminalizasyonunun güçlenerek merkeze oturduğu bir model oldu.

Bu süreçte en kritik iki uğrak, 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olamaması sonrasında Kürt meselesinin militarizasyonu çerçevesinde devreye sokulan de facto olağanüstü hal yönetimi ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında de jure olağanüstü hal yönetimi ilanı oldu.

Erdoğan’ın şahsında somutlanan süper-başkanlık rejiminin inşasını mümkün kılan ana sütun Kürt meselesinin militarizasyonu oldu. Çözüm sürecini sona erdiren ve yeniden militarizasyonu başlatan iki ana politik gelişme 2014 başından itibaren PYD ve YPG’nin Suriye’deki askeri ve siyasi kazanımları ile 7 Haziran 2015 seçimlerinde “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş liderliğindeki HDP’nin seçim başarısı (% 13 oy ve 80 milletvekili) ve tek başına hükümet dahi kuramayan AKP lideri Erdoğan’a başkanlık rejimine geçiş yolunun tıkanmasıydı. Türkiye ve Suriye’deki gelişmeleri beraber ele aldığında başta devlet ve siyasal alan içindeki milliyetçi, MHP’li ve ulusalcı aktörler olmak üzere önemli bir blokun tehdit algısı,  içeride ve Suriye’de Kürt hareketinin gücünün kırılması için yeni bir askeri-politik stratejinin devreye sokulmasıydı. Kürt illerinde devreye sokulan ve ağır insan hakları ihlallerine yol açan yeni askeri-politik strateji, Haziran 2015 sonrası başlayan bombalı saldırılar altındaki şiddet ortamı[10], HDP’nin eş başkanları dahil çok sayıda siyasetçisinin tutuklanması, belediyelere kayyum atanması gibi uygulamalar üzerinden AKP ve Erdoğan da tek başına iktidar olma ve başkanlık rejimini tesis etme yolunu milliyetçi-militarist bir mobilizasyon ile açtı. Bu tarihten itibaren AKP’nin hegemonik kapasitesi Kürtler nezdinde de ciddi bir erozyona uğradı.

Gülenciler ile AKP-Erdoğan arasında yaşanan çatışma hem iktidar bloku içindeki hegemonya krizi hem de devlet krizi açısından önemli bir kırılma noktasıydı. Devlet içinde “Kemalist bürokrasi”nin özellikle yüksek yargı, Cumhurbaşkanlığı, ordu ve YÖK üzerindeki etkisini polis ve özel yetkili mahkemelerde güç biriktiren Gülencilerle ittifak halinde kırdıktan sonra, AKP-Erdoğan yeni Türkiye inşasına soyunduğunda Gülencilerle ilk büyük krizi 2012 yılı Şubat’ındaki MİT krizi ile yaşamıştı: MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın PKK ile yürütülen Oslo görüşmeleri çerçevesinde İstanbul Cumhuriyet Savcısı tarafından şüpheli sıfatıyla ifade vermeye çağırılması ve ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Erdoğan ve MİT görevlileri hakkında suç duyurusuna bulunulması. Gülencilerin Erdoğan’ın ailesi ve üç bakanın da dahil olduğu yolsuzluk iddialarıyla ilgili 17-25 Aralık 2013’te başlattıkları polis operasyonları ardından, 2014 başlarından itibaren Erdoğan Gülenci yapılanmayı milli güvenliğe bir tehdit ve daha sonra FETÖ-PDY (Fetullahçı Terör Örgütü-Paralel Devlet Yapılanması) olarak adlandırılacak olan devleti ele geçirmek üzere terörist bir örgütlenme olarak tarif etmeye başladı. Gülencileri özellikle konuşlandıkları başta zor aygıtları olmak üzere devlet kurumlarından tasfiyeye yöneldi.

Bu çatışmanın nihai sahnesi ve devlet krizinin en şiddetli anı ise 15 Temmuz 2016 darbe girişimi oldu. Erdoğan’ın “Allah’ın bize büyük bir lütfudur” dediği darbe girişimi sonrasında OHAL ilan edildi ve OHAL rejimi altında Gülenciler başta ordu, polis ve yargı olmak üzere devlet kurumlarından tasfiye edildi, onların yanı sıra Kürtler, solcular gibi muhalifler kesimler de KHK’larla ihraç edildi. Darbenin ve Gülencilerin tasfiyesinin en önemli politik sonuçlarından biri Erdoğan’ın devletin içindeki farklı aktörlerle yeni ittifaklar kurması oldu. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında Kürt hareketine yönelik savaş siyaseti ve Gülen Cemaati karşıtlığı çerçevesinde başlamış olan MHP ve kısmen de ulusalcılarla olan ittifak 15 Temmuz sonrasında konsolide oldu ve neredeyse resmileşti. Siyasal alanın tamamen boğulduğu ve toplumsal ve siyasal alanda en ufak bir hareketliliğe imkan tanınmadığı OHAL rejimi altında yapılan ve seçim güvenliği ve adaleti açısından ağır sorunlarla malul referandumla süper-başkanlık sistemine geçildi.

Bu hamleler süregiden devlet krizini mutlak anlamda çözmekten ziyade aslında daha da pekiştirdi. Gülencilerin tasfiyesini müteakip, Erdoğan özellikle zor aygıtları içinde konuşlanan ulusalcılar, MHP’li ülkücüler ve Mehmet Ağar gibi isimler etrafında kümelenen derin devlet adlandırmasıyla bilinen yapıların yanı sıra içinde Menzilciler, Süleymancılar vb. tarikatların, mafya-siyaset-devlet dizgesi içinde oluşan çeşitli kliklerin, Erdoğan-sonrası dönem için güç ve liderlik arayışındaki Süleyman Soylu, Berat Albayrak, Bilal Erdoğan gibi çeşitli isimler etrafındaki siyasi-iktisadi çıkar gruplarının yer aldığı çeşitli iktidar ağları ile ittifaklar üzerinden devleti yönetti. AKP ve Erdoğan, kendilerine doğrudan bağlı devlet kadrolarının yokluğu veya zayıflığı dolayısıyla bu iktidar ağları arasında zaman içinde değişen ittifaklar kuran bir yönetme stratejisi izledi. Kendileri güçlü bir toplumsal meşruiyet ve seçmen desteğine sahip olmayan bu ağlar açısından da Erdoğan ve AKP’nin anlamı sahip olduğu toplumsal destekti. Erdoğan’ın ve AKP’nin toplumsal desteğinin erimesi ise başta en güçlü müttefik MHP olmak üzere çeşitli iktidar ağlarının devlet ve siyaset üzerindeki talancı siyasi gücünü arttırdı.

2024 Seçimleri Sonrası Kuşbakışı Siyasal İktidarın Hamleleri ve Açmazları

2023 seçimlerindeki ferahlama ardından 2024 yerel seçim sonuçları Erdoğan açısından alarm zillerini yeniden çaldırdı. Zira hegemonya krizinin tüm dinamiklerinin devam ettiği, toplumsal desteğin eridiği, rıza devşirme kapasitesinin daraldığı oranda da devlet krizini yönetmek için siyasal alan ve devlet içinde ittifak kurduğu başta MHP olmak üzere çeşitli iktidar klikleri/ağları karşısında gücü erozyona uğrayan bir rejim var.

Şimşek programının en az 1-1,5 yıl daha süreceği göz önüne alındığında yeni bir seçim sürecine girmeden Erdoğan’ın yönetmesi gereken en önemli mesele derin bölüşüm krizi ve bunun tetiklediği toplumsal destek kaybı. Bu açıdan bir yandan tekil işçi direnişlerinden 1 Mayıs örneğine kadar hiçbir toplumsal-siyasal mobilizasyona alan bırakmamak üzere güvenlik ve zor aygıtlarının baskısı devreye sokuluyor. Ancak bir yandan da geçmişten farklı olarak sürekli bu alana hamle yapan ana muhalefet partisi CHP karşısında zaman kazanmak, hem CHP’nin önünü kesmek hem de CHP’nin emekçiler ve geniş halk kitlelerinin olası bir toplumsal mobilizasyonu soğurmak üzere sürece dahil edilmesi için “yumuşama” mesajları veriliyor. Bu Erdoğan’ın 2019 yerel seçimlerindeki yenilgisinden sonra da “Türkiye İttifakı” olarak hareket etmeliyiz diyerek[11] yaptığı çıkışa çok benziyor. Sonrasında herhangi bir yumuşama nasıl olmadıysa bu sefer de olması çok mümkün değil. Erdoğan güç toplamak, kemer sıkma politikasını badiresiz atlatıp ekonominin rahatlamaya geçmesini umduğu 2027 gibi eli rahat seçimlere gitmek için zaman kazanmak istiyor.

Bununla birlikte bu zamanı kazanabilmesi için de bazı tavizleri masada tutması ve hatta bazı tavizler vermesi kaçınılmaz. Bir yandan Abdülkadir Selvi’nin köşesinden yazdığı yazılarla başkanlık seçiminde %50+1’in değişebileceği, Gezi davasında yargının beraat kararları alabileceği/alması gerektiği, AKP kanadından yeni bir Anayasa gerekliliği gibi çıkışlar, diğer yandan CHP Başkanı Özgür Özel ile diyalog sürecinin başlatılması, 28 Şubat davasında tutuklu bulunan eski generallerin Cumhurbaşkanı tarafından affedilmesi gibi hamleleri bu çerçevede okumak gerekiyor. Ancak bu hamlelere karşı başta MHP veya Mehmet Uçum gibi devlet içi güce sahip aktörlerce sert karşı çıkışlar gerçekleşiyor ve Erdoğan’ın kendilerine tabiiyetinin devam etmesi sağlanmaya çalışılıyor.

Bu açıdan Kürt meselesinde güvenlikçi-militarist hat süper-başkanlığa dayalı siyasal rejimin de özellikle MHP kanadının iktidarının da ana sigortası kılınmaya çalışılıyor. Kürt halkının, Kürt hareketinin ve sol demokratik güçlerin tepkisiyle geri püskürtülen Van büyükşehir belediyesine kayyum atama hamlesi bunun ilk yoklamasıydı. Kobane davasında ise az sayıda beraat dışında ağır cezalar verilmesi, özellikle Suriye’de PYD-YPG’nin gücünü kıracak uluslararası ve bölgesel gelişmeler olmadığı sürece, Türkiye’de iktidar blokunun Kürt meselesinin güvenlikleştirilmesinin ve militarizasyonun devam edeceğine işaret ediyor. Unutmamak gerekir ki 2023 seçimlerine giderken Erdoğan Kürt meselesi üzerinden büyük bir negatif kampanya yürüttü. Mitinglerde büyük bir dezenformasyon ve manipülasyon da içerecek şekilde, PKK-terör-Kılıçdaroğlu eşdeğerliliği kuruldu. Bu tabanda da karşılık buldu. Kürt siyasal hareketini, HDP’yi, Türkiye siyasetinde kilit parti olmaktan çıkarma ve bu olasılığı ortadan kaldırma stratejik hedefi, Cumhur İttifakı’nın AKP ve MHP kanatlarınca olduğu kadar muhalefet içinden ATA İttifakı’nın kurulması ve Sinan Oğan’ın aday gösterilmesinde de Altılı Masa’da İYİ Parti lideri Akşener’in Kılıçdaroğlu adaylığını engellemek (ve hatta seçilmemesini sağlamak) üzere yarattığı tüm krizlerin de arkasında ana saikti.

MHP ve Erdoğan arasındaki konjonktürel gerilim devletin kolonizasyonu dediğimiz sürecin bir parçası olarak devlet içi mafyatikleşmenin ağır semptomatik ifadeleri olan Ayhan Bora Kaplan davası, Sinan Ateş cinayeti gibi olaylarda da sert biçimde açığa çıkıyor.

2024 sonrası parlamenter muhalefet alanını domine edip muhalefetin kutup yıldız olmayı hedefleyen CHP ise bir taraftan sosyal ve ekonomik sorunlara dair sosyal adalet vurgulu söylemlerle, emekliler mitingi, ataması yapılmayan öğretmenler için eylem, çay mitingi gibi hamlelerle, Gezi davası ve Kobane davasında adaletin tecellisi talebiyle takipçi olmasıyla emekçilerin, toplumsal ve siyasal muhalefetin mobilizasyonunu soğurmak, sistem içinde tutmak arayışında. Diğer taraftan da Türkiye sermayesini, uluslararası sermayeyi, devlet içi bazı güç odaklarını ve Batı merkezli küresel egemenleri içeren bir iktidar blokuna kendisinin bir alternatif olduğunu göstermeye çalışmakta.

Türkiye burjuvazisi tüm fraksiyonlarıyla kendi sermaye birikim krizini/tıkanmasını bölüşüm krizi, kemer sıkma politikaları üzerinden çözme tercihini sürdürürken, hegemonya ve devlet krizleri dinamiği içinde seçimlerden sonra ortaya siyasal topografya içinde en çok ihtiyaç duyulan şüphesiz emekçilerin ve tüm ezilenlerin özneleşmesi ve kendi bağımsız siyasi öznelerini üçüncü bir alternatif olarak ortaya koymaları. Sosyalistlerin bu kadim görevi yine önlerinde.

[1] İsmet Akça, “Gezi ve Siyasal İktidar Üzerinde Etkileri: Yaygın Hegemonyadan Sınırlı Hegemonyaya”, Abat E, Bulduruç E and Korkmaz F (Ed.), Bizim Bir Haziranımız. Haziran Ayaklanması Üzerine Notlar, İstanbul: Patika Kitap, 2014.
[2] Bkz. Özgür Orhangazi, “Sermayenin İki Programı”, https://ozgurorhangazi.com/2024/03/12/sermayenin-iki-programi/; Özgür Orhangazi ve  A. Erinç Yeldan, “The Re-making of the Turkish Crisis”, Development and Change 52(3), 2021; Ümit Akçay, “Erdoğan’s Zigzags”, 2021, https://newleftreview.org/sidecar/posts/erdogans-zigzags; Ümit Akçay, “Dövizin Akıbeti ve Şimşek Programı”, 09 Mayıs 2024, https://www.gazeteduvar.com.tr/dovizin-akibeti-ve-simsek-programi-makale-1689873.
[3] Ümit Akçay, “Erdoğan’s Zigzags”.
[4] A. Erinç Yeldan, “Türkiye ‘modelinde’ birikim, büyüme ve bölüşüm tasarımları”, 01 Eylül 2022, https://www.ilerihaber.org/icerik/turkiye-modelinde-birikim-buyume-ve-bolusum-tasarimlari-144578.
[5] https://birikimdergisi.com/guncel/11406/isci-sinifinin-siyasette-soz-soyleyebilmesinin-ve-ilk-etapta-burjuva-demokrasisinin-yeniden-tesisinin-on-kosulu-faburjuvaziye-donuk-dogrudan-bir-siyasi-hucumun-gelismesidir; https://www.evrensel.net/haber/490837/siyaset-bilimci-doc-dr-balaban-dusuk-ucret-genis-istihdam-oy-kayiplarini-frenledi.
[6] Nail Dertli, “Seçim Sath-ı Mailinde İki “Sosyal Yardım””, 18 Mayıs 2023, https://blog.insanhaklariokulu.org/secim-sath-i-mailinde-iki-sosyal-yardim/
[7] Ek olarak teknokratik bir ekonomi yönetimi, dış politikada ABD, AB eksenine yeniden oturmayı, parlamenter sisteme dönüş, yargı bağımsızlığı gibi kimi siyasi reformları içeren bu “yeni” hegemonya projesi için örneğin bkz. TÜSİAD (2021), Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa. İnsan Bilim Kurumlar, İstanbul: TÜSİAD, https://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/10855-yeni-bir-anlayisla-gelecegi-i-nsa-i-nsan-bilim-kurumlar

CHP (2022), İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi, https://chp.org.tr/yayin/ikinci-yuzyila-cagri-beyannamesi/Open ve altılı masa politika belgeleri için https://altilimasa.biz/?gclid=Cj0KCQiAz9ieBhCIARIsACB0oGK9iXCBWoeiT9b3zkdFjRocaBSrtb6VDo6N FaSwDrrcgNQ7c9NpXBsaAjRfEALw_wcB
[8] Ümit Akçay, “2023 ve 2024 seçimleri karşılaştırması: Halkın kemerini sıkan kaybetti”, https://www.gazeteduvar.com.tr/2023-ve-2024-secimleri-karsilastirmasi-halkin-kemerini-sikan-kaybetti-makale-1681559
[9] https://t24.com.tr/yazarlar/sertug-cicek/31-mart-2024-ve-2019-secimlerinin-81-ilde-karsilastirmali-tablolarla-analizi,44202
[10] Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) veya Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) tarafından üstlenilen saldırıların bir dökümü için bkz. https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/turkiyede-son-10-yilda-duzenlenen-buyuk-saldirilar-2002661
[11] https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/104017/-ulkemizin-bekasini-ilgilendiren-meselelerde-82-milyon-hep-birlikte-turkiye-ittifaki-olarak-hareket-etmeliyiz-