Kentin Yeni Yoksulları: Öğretmenler

Önder Engindeniz1 Ağustos 2024

Öğretmenlik, Cumhuriyet tarihi boyunca her zaman ekonomik olarak sorunları olan bir meslek gurubu olmasına rağmen belli bir saygınlığı olan, ihmal edilebilecek küçük bir azınlık dışında sosyal güvencesi ve kadrosu olan kamuya ait bir alandı. Bugün geldiğimiz noktada öğretmenler mesleki saygınlığı aşınmış, güvenceleri neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış işçilere dönüştürülmüş vaziyette. Bu noktaya nasıl gelindiğine baktığımızda aslında tüm emekçilerin ortak hikayesinden öğretmenlere düşen payı görüyoruz.

Neoliberalizm, 1970’lerden itibaren sermayenin büyümesinin önündeki engellerin kaldırılması için devreye sokulan sınıfsal bir saldırı planıydı. Kamusal hizmetlerin ve yatırımların özelleştirilmesi, kentsel alanın ve doğanın metalaştırılması ve sermayenin sınırsız kar arayışının hizmetine sunulması hedefleniyordu. Bunun için emekçilerin siyasi-ekonomik tüm kazanımlarını ortadan kaldırmak ve siyasal örgütlenmelerini işlevsizleştirmek gerekiyordu. Bu projenin işlemesinin koşulu dünyanın her yerinde siyasal alanı emekçilere ve ezilenlere kapatan otoriter iktidar yapılarının oluşturulmasıydı.

Bizim hikayemizde bu saldırının dönüm noktası 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Faşist darbeyle birlikte adım adım toplum dönüştürülürken beraberinde sermaye egemenliği de giderek tahkim edildi. 2001 krizi sonrası AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte bu süreç hız kazandı. Sermaye sınıfı adeta cennetini yaşıyordu: KİT’lerin özelleştirilmesi, tarımın tasfiyesi, güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma ve iktidar güdümünde sendikaların kurulması…

Tüm bunlara rağmen AKP, dünyadaki ekonomik konjonktürden de faydalanarak, sadaka niteliğindeki sosyal yardımlarla ve borçlandırma mekanizmalarıyla emekçilerden rıza da devşirebiliyordu.

Ancak bu süreç 2013’ten itibaren sürdürülemez hale geldi. Sıcak paraya bağlı balon büyümenin son bulması ve dünyadaki ekonomik krizle birlikte AKP’nin rıza üretme mekanizmaları yerini giderek artan oranda baskı ve zora bıraktı.

Tüm bu süreç kamusal hizmetler alanında da bütün yakıcılığıyla hissedildi. Kamu harcamalarının azaltılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, metalaşma, güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma, istihdam biçimlerinde fragmantasyon, kamu hizmetlerinin siyasal iktidarın patronaj ilişkilerine tabi kılınması, dinci-milliyetçi ideolojik saldırılar hız kesmeden devam etti.

Bu saldırı dalgasından eğitim emekçileri de çok boyutlu olarak etkilendi. Öğretmenlerin mesleki saygınlıkları sistematik politikalarla zayıflatıldı, siyasi kadrolaşma ve baskılar arttı. İktidar eliyle yandaş sendikalar desteklenerek eğitim emekçilerinin örgütlü mücadelesi zayıflatıldı. Sözleşmeli öğretmenlik, ücretli öğretmenlik, uzman öğretmenlik, başöğretmenlik gibi statüler yaratılarak öğretmenlik mesleği uzmanlık mesleği olmaktan çıkarıldı.

Haziran ayında TBMM’ye sunulan Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK) da bu politikaların devamı niteliğinde. Teklif, iktidarın ideolojik planlarına direnme potansiyeli olan öğretmen adaylarını Milli Eğitim Akademisi denen yeni bir yapılanmayla elimine etmeyi hedefliyor. Dahası, halihazırda çalışan muhalif öğretmenlerin muğlak disiplin maddeleriyle kolay yoldan tasfiye edilmesinin önü açılıyor.

Tüm bunlarla birlikte, özellikle son dönemde öğretmenlerin ekonomik koşulları hızla kötüye gidiyor. Eğitim emekçileri için ekonomik koşullardan söz edeceksek öncelikle sömürünün en yoğun yaşandığı alandan, özel okullardan bahsetmemiz gerekiyor. Dershane patronları eğitimin iktidar eliyle ticarileştirilmesinin tüm nimetlerinden sonuna kadar faydalanmaya devam ediyor. 2002’de %3 olan özel okulların oranı %20’yi bulmuş durumda. Bugün özel eğitim kurumları eğitimin 5’te birini kaplıyor. Özel okul patronlarına yapılan milyonlarca liralık teşvik, faiz desteği ve KDV indirimi bu oranları her geçen gün artırıyor. Ataması yapılmayan öğretmenler özel okullarda çalışmak zorunda bırakılıyor. Ancak yüksek kayıt ücretlerine rağmen öğretmenlere açlık sınırının altında ücretler reva görülüyor. Buna rağmen, bu ticarethanelerde maaşlar zamanında ödenmezken, öğretmenler baskı, mobing ve her tür angaryaya maruz bırakılıyor.

Kamuda çalışan öğretmenlerin ekonomik durumuna baktığımızda özel okullara nispeten daha iyi olsa da bu alanda da ciddi bir geriye gidiş söz konusu. Bu geriye gidiş veriler üzerinden değerlendirilirken genellikle dolar bazında değişim, maaş artış miktarı, kaç asgari ücrete tekabül ettiği üzerinden bir tartışma yürütülüyor. Ancak burada iki noktanın altını çizmek gerekiyor. İlk olarak kamuda maaşlar belirlenirken resmi enflasyon oranlarının baz alındığı unutulmamalı. TÜİK’in bu konudaki sicili ortadayken maaş artış oranı üzerinden yapılan bir değerlendirmenin gerçeği yansıtamayacağı ortada.

İkinci olarak, yaşam maliyeti açısından kent-kır arasındaki açılan farka dikkat edilmesi gerekiyor. Geçmişte de önemli olmasına rağmen ekonomik krizle birlikte bu fark çok fazla açılmış durumda. Nüfus dağılımına paralel olarak öğretmenlerin büyük bölümü metropollerde yaşıyor. Örneğin her beş öğretmenden biri İstanbul’da görev yapıyor. Barınma maliyeti üzerinden düşünecek olursak, son zamla birlikte göreve yeni başlayan bir öğretmenin maaşı 37.620 TL ve Temmuz 2024 verilerine göre İstanbul’da 90m2 evin ortama kirası 20.000 TL’yi aşmış durumda. Göreve yeni başlayan bir öğretmen, maaşının yarısından fazlasını barınma ihtiyacını karşılamak için kullanmak zorunda. Geçmişte bu oranın 1/3 civarında olduğunu söylüyor öğretmenler. Barınmayla ilgili diğer giderlerin (elektrik, su, yakacak, aidat) kentlerde daha pahalı olduğu gerçeğini de düşündüğümüzde ortaya ciddi bir fark çıkıyor.

Bununla birlikte, öğretmen adaylarına ÖMK taslağının ilk haline göre Akademi’de dört dönem boyunca 14.200TL verilmesi öngörülüyordu. Ancak ertelenen meclis görüşmelerinde bu rakamın 22.000TL’ye yükseltilmesi önerildi. Teklif kanunlaşırsa öğretmenler dört dönem boyunca 22.000 TL ile geçinmeye çalışacak.

Öğretmenlerin büyük bölümünün ders programları dağınık vaziyette. Günün önemli bir kısmını okulda geçirmek durumunda kalıyorlar. Okullarda yemekhane olmadığı için ucuz-sağlıksız atıştırmalıklar bile önemli bir gider kalemi haline gelmiş durumda. Diğer yandan eskiden ulaşım maliyetleri gider kalemleri arasında önemsiz bir yer tutarken bugün hatırı sayılır bir yere gelmiş durumda.

Geçmişte öğretmenler, “orta sınıf” konumunda kendilerini değerlendirirken son dönemde, orta sınıfın büyük çoğunluğu gibi, bu konumlarının ciddi biçimde gerilediğini düşünüyorlar. Tüketim alışkanlıkları ve yaşam pratiklerindeki zorunlu kısıtlamalar öğretmenler odasının temel gündemleri arasında artık. 10 yıl öncesine kadar, öğretmenliğe başlamış yeni evli bir çiftin krediyle orta halli bir araba alması, birkaç yıl sonra ev peşinatını toparlayıp krediyle ev sahibi olması olağandı. Gelinen noktada ise ev şöyle dursun, düşük segment bir araba almak bile hayal haline gelmiş durumda.

Dışarda zaman geçirme maliyetiyle (yol, yemek, içecek…vs.) birlikte düşünüldüğünde kentlerde görev yapan eğitim emekçilerinin kültürel sanatsal etkinliklere katılması lükse dönüşmüş vaziyette. Yazın bir hafta olsun tatil yapmak ise bütün yıl boyunca kredi kartına ciddi bir yük binmesi anlamına geliyor ki birçok öğretmen öngörülemez ekonomik gidişattan kaynaklı artık bunu göze alamıyor.

Daha açık ifade edersek durum şudur: Özellikle büyük şehirlerde yaşayan öğretmenler, bugün temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabilen kent yoksullarına dönüşmüş vaziyette. Buna akademisyenleri de dahil edebiliriz. Yoksulluk dendiğinde, ilk akla gelen gecekonduda oturan, eşyası olmayan, yiyecek yemek bulamayan insan profili geliyor akla.  Ancak yoksulluğu geniş tanımıyla birlikte düşündüğümüzde öğretmenler de yoksuldur, yoksullaştırılmıştır.

Öğretmenler işçi sınıfının önemli ve özgün bir bölmesini oluşturuyor. Bu nedenle, AKP/Saray iktidarının bu alana dönük ilgisi hiç azalmadı. Ne var ki geçmişte daha incelikli müdahaleler yapılırken son dönemde eğitim alanı ve öğretmenler doğrudan hedef haline getirilmiş vaziyette. KESK’in 90’larda ürettiği, gücünü sınıftan alan fiili meşru mücadele hattındaki gerileme ve sarı sendikal anlayışın kazandığı güç iktidara büyük bir özgüven sağladı.

Ancak son gelişmeler iktidar için işlerin hiç de o kadar kolay olmayacağını gösteriyor.

İstanbul’da özel bir lisenin okul müdürü İbrahim Oktugan’ın bir öğrenci tarafından vurularak öldürülmesi sonrası 10 Mayıs’ta gerçekleştirilen bir günlük grev ve aynı gün gerçekleştirilen eylemler eğitimdeki şiddete bir tepki olmanın çok ötesine geçti. Bu cinayet, eğitim emekçilerini hedef haline getiren politikaların, itibarsızlaştırma ve değersizleştirmenin bir sonucu olarak değerlendirildi.  Ekonomik talepler dillendirilmese de bu eylemlere yoğun katılım ve desteğin arkasındaki en önemli nedenlerden biri de kuşkusuz öğretmenlerin artan geçim sıkıntısıydı.

TBMM’ye getirilen ÖMK’ya karşı Temmuz başında Ankara’da yapılan eylemler, görüşmeler bilerek tatil dönemine denk getirilmesine rağmen, hayli etkili oldu. Diğer taraftan özel okul öğretmenlerinin taban maaş ve iş güvencesi talebiyle İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere bazı kentlerde başlattıkları nöbet eylemlerine destek, bu alanda da korku duvarının aşıldığını gösteriyor.

Öğretmenler bir cenderenin içerisinde. Eğitim emekçileri birçok problemle birlikte mesleklerini icra etmeye çalışırken, iktidar yeni düzenlemelerle öğretmenleri daha fazla baskı altına almaya çalışıyor. Tüm bunlarla birlikte eğitim emekçilerinin geçim sıkıntıları her geçen gün büyüyor. Bu koşullar bizi öğretmen mücadelesini de yeniden düşünmeye davet ediyor. Öncelikle, köklü bir mücadele geleneğine yaslanan Eğitim-Sen’den başlayarak birleşik bir kamu emekçileri mücadelesi oluşturmak için ihtiyaç duyulan değişimin önünü açmak gerekiyor.