Trump’ın serbest ticareti askıya alıp Çin’le ekonomik rekabeti yoğunlaştırması, neoliberalizmin sonunun geldiğine dair tartışmaları yeniden alevlendirdi. Örneğin, yakınlarda Jacobin’de yayınlanan bir yazı şu vurguyla başlıyordu:
“(…) neoliberalizmin kendisi kesin ve nihai biçimde can çekişiyor. Trump’ın ticaret savaşı söylemini sürekli tekrar etmesi ve ‘liberal uluslararası düzene’ açık bir küçümsemeyle yaklaşması, küresel kapitalizmin yapıları içinde önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Bu noktadan sonra anlamlı bir değişimin yaşanmadığını iddia etmek, neoliberal dönemi bir kavramsal çerçeve olarak tamamen bir kenara atmayı gerektirir.”[1]
Neoliberalizm, 1970’lerin krizine yanıt olarak geliştirilen projenin makroekonomik politika çerçevesiydi. Bu politika çerçevesi, sermayenin yararına olduğu sürece sıkıca takip edilmiş, sermayenin ihtiyaçları ile çeliştiğinde ise istisnalar hızla devreye sokulmuştu.[2] Neoliberalizmin sonunun geldiği ise ilk defa ilan edilmiyor. 2000’li yıllarda Latin Amerika’da iktidara gelen sol/sosyalist hükümetlerin uyguladıkları genel anlamda halkçı programlar, Latin Amerika entelektüelleri arasında neoliberalizmin sonu olarak değerlendirilmişti. 2008-09 küresel finansal krizi de 2020 Covid-19 salgını da benzer tartışmalara yol açtı. Bir bakıma Türkiye’de 2021’de devreye sokulan politikalar da neoliberal çerçevenin sermayenin o dönemki ihtiyaçlarına uymayan kısımlarının askıya alındığı bir dönem olarak görülebilir.[3] Hatta, ABD’de Biden yönetiminin bazı politikaları neoliberalizmin yerini daha eşitlikçi bir politika çerçevesine bırakacağı yönünde beklentiler yaratmıştı. Ancak, Trump ile birlikte neoliberal politika çerçevesinin genel olarak sermayenin, özel olarak da ABD sermayesinin çıkarlarına uymamaya başlayan kısımlarının bir kenara atılmaya başlandığını gözlemliyoruz.
Ekonomi politikaları çerçevesi olarak neoliberalizm
Neoliberalizm olarak tanımlanan ekonomi politikaları çerçevesi, üç ana unsur üzerine kuruluydu: piyasaların serbestleştirilmesi (liberalleşme), piyasa ve şirketler üzerindeki düzenlemelerin kaldırılması (deregülasyon), kamu işletmelerinin ve kamu tarafından sağlanan hizmetlerin özel sektöre devredilmesi (özelleştirme). Bu unsurlar üzerine inşa edilen makroekonomik politika seti uluslararası ticaret ve sermaye hareketlerinin tamamen serbestleştirilmesi, kamu harcamalarının kısılması ve merkez bankalarının enflasyon hedeflemesinden oluşuyordu.
Bu politika çerçevesinin ana iddiası, devletin, piyasaların serbest işleyişini sağlayacak düzenlemeler dışında, ekonomiden elini çekmesi gerektiği üzerineydi. Doğru kurumlar (serbest piyasalar, özel mülkiyet), doğru politikalar (serbest ticaret, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, finansal liberalleşme, deregülasyon ve özelleştirme) ve doğru makroekonomik çerçeve (düşük bütçe açıkları, fiyat istikrarı hedefleyen bağımsız merkez bankaları) ile uzun vadede refahın artacağı savunuldu.[4] SSCB’nin yıkılmasından sonra serbest piyasa ekonomisinin hem ekonomik büyümeyi hem de demokrasiyi beraberinde getireceği iddia edildi.
Ne var ki bu politikalar, önce çevre ülkelerde ardı ardına krizlere yol açtı[5] ve 2008 krizinde ABD’den başlayarak tüm dünyayı sarsan finansal bir çöküşe neden oldu.[6] Bu süreçte en hızlı büyüyen ekonomi ise neoliberal politikaları en az uygulayan ülke olan Çin oldu. 2008-09 küresel finansal kriziyle birlikte, tamamen serbest piyasalar üzerine kurulu bir kapitalist ekonominin doğası gereği istikrarlı olduğu ve ağır krizlere yol açamayacağı iddiası yerle bir oldu.[7] Finansal sistem çöküşün eşiğine gelirken, yeni bir Büyük Buhran tehdidi ortaya çıktı. Bankalar ve büyük şirketler kurtarıldıktan hemen sonra, daha önce ekonomik performansı iyileştiremeyeceği ve zararlı olduğu gerekçesiyle eleştirilen büyük kamu harcama programları hızla devreye sokuldu. 2008 sonbaharında başlayan ekonomik kriz sırasında, küresel ekonomi ilk 11 ayda 1930’lardaki Büyük Buhran’ın ilk 11 ayına kıyasla daha hızlı bir çöküş yaşıyordu. 2008-09 yıllarında gerçekleştirilen kapsamlı devlet müdahaleleri, üretimdeki çöküşü durdurdu ve bir toparlanma süreci başlattı. Böylece, ikinci bir Büyük Buhran riski son anda önlenmiş oldu.
Aslında bu şaşırtıcı değildi. 1970’lerde Chrysler’ın, 1980’lerde ABD bankacılık sektörünün, 1990’larda Long-Term Capital Management fonunun kurtarılması örneklerinde görüldüğü üzere, neoliberal dönemde devlet her zaman sermayenin risklerini üstlenip kriz anlarında onu kurtarmaya soyunacaktı. Retorik devletin küçültülmesi üzerine kurulmuş olsa da devlet ekonomiden geri çekilmekten ziyade, sermayeye daha doğrudan hizmet edecek şekilde yeniden şekillendirilmekteydi.[8]
2020 yılında COVID-19 salgını patlak verdiğinde, dünya genelinde devletler hem salgının yayılmasını kontrol altına almak hem de ekonomilerin yıkıcı etkilerden korunmasını sağlamak amacıyla aktif müdahalelerde bulundu. ABD Başkanı Donald Trump ve Kongre’deki Cumhuriyetçiler bile yoğun baskı altında kamu kaynaklarını kullanarak aşı geliştirme çalışmalarını hızla finanse etmek zorunda kaldı. Ancak, neoliberal kapitalizmin alışılmış işleyişine uygun olarak, bu çabalar kamu kaynaklarıyla finanse edilirken, projeyi yürüten özel şirketler ortaya çıkan kârlardan doğrudan yararlandı.
Öte yandan, “gelişmekte olan ülkeler”de neoliberal politikaların devreye sokulması çoğunlukla IMF ve Dünya Bankası’nın ısrarlı baskısıyla gerçekleşirken, özellikle 2008-09 küresel finansal krizinin ardından, IMF’nin politika yaklaşımlarında gözlemlenen “tutarsızlıklar”ın, “gelişmekte olan ülkeler”in kalkınma politikaları için yeni fırsatlar yarattığı öne sürülmeye başlandı. Özellikle sermaye kontrollerinin yeniden meşrulaştırılması ve IMF’nin bu kontrolleri belirli koşullar altında kabul etmesi, dikkat çekilen önemli değişiklikler arasındaydı. Böylece, IMF’nin geleneksel neoliberal politikalarının ötesine geçilerek, daha geniş bir politika alanının ortaya çıktığı öne sürülmekteydi.[9]
Pek çok kişi, neoliberalizmin çöküşüyle birlikte daha düzenli, gelir dağılımını gözeten, sosyal demokrat bir programın kendiliğinden ortaya çıkacağını umuyordu. Ancak bu beklenti, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ekonomik düzenin, tarihsel olarak güçlü bir işçi sınıfı hareketinin, etkin sosyalist örgütlenmelerin ve dünya çapında sosyalist ekonomilerin bir alternatif olarak kendilerini gösterdikleri bir gerçeklik karşısında şekillendiğini göz ardı ediyordu. ABD’de, özellikle post-Keynesgil iktisatçılar arasında yaygın olan bu iyimserlik, esasen neoliberal politikaların kriz yarattığının görülmesi durumunda, politika yapıcıların “doğru” politikalara yöneleceği varsayımına dayanıyordu. Obama’nın 2008-09 finansal krizi sırasında seçilmesi de bu umutları besleyen önemli bir gelişme olarak görülmüştü. Bu iktisatçılardan bazıları “doğru” politikaları Obama yönetimine anlatmak için Washington’a gidip gelmeye dahi başlamıştı.
Neoliberalizm ve sermayenin tahakkümü
Daha geniş bir tarihsel perspektiften baktığımız zaman, neoliberal politika çerçevesinin ana hedefinin sermaye sınıfının gücünü yeniden tesis etmek ve artık değerin daha büyük bir bölümüne el koymak olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, neoliberalizm yalnızca özelleştirme, serbest ticaret ya da deregülasyon gibi belirli ekonomi politikalarından ibaret olmayıp; aynı zamanda toplumun yeniden yapılandırılmasını hedefleyen bir sınıf projesi olarak değerlendirilebilir. Bu proje, toplumsal hayatın tüm alanlarında metalaştırmayı derinleştirerek, II. Dünya Savaşı sonrası örgütlü işçi sınıfının elde ettiği kazanımları aşındırarak, mülksüzleştirme ve el koyma suretiyle birikim süreçlerini destekleyerek,[10] sermaye üzerindeki düzenlemeleri kaldırarak ve piyasaların emek ve devlet üzerindeki disiplin kurucu gücünü artırarak etkisini gösterdi. Ve nihayetinde, sınıf güç dengelerini sermaye – özellikle de finans kapital – lehine kalıcı biçimde dönüştürmeyi amaçladı.[11]
Dolayısıyla, neoliberalizmi “yanlış” bir politika seti olarak değil, sermaye sınıfının bilinçli bir tercihi olarak, yani bir sınıf projesi olarak değerlendirmek gerekir. Bu proje, sınıf ilişkilerinde, devlet biçimlerinde ve uluslararası düzende karşılığını bulacaktı. Sermaye sınıfı, kârlılığı yeniden tesis edebilmek için dört temel adım attı: İşçi sınıfının gücünü kırmak (sendikaların zayıflatılması, ücretlerin bastırılması); finansal düzenlemeleri ortadan kaldırmak; kamu varlıklarını özelleştirmek; üretimi küreselleştirerek daha ucuz işgücüne erişim sağlamak. Bu yönüyle neoliberalizm, sınıf ilişkilerini sermaye lehine yeniden yapılandırdı; emeği siyasal, iktisadi ve kurumsal olarak daha da güçsüzleştirdi.
Trump yönetimi, dış ticarette korumacı adımlar atsa da iç politikada neoliberal uygulamalara devam etti. Örneğin, büyük şirketlere ve zenginlere vergi indirimleri ile kamu harcamalarını kısmak hemen gündeme alındı. Trump’ın devreyi soktuğu politikalara dair daha önce yaptığım bir ön değerlendirmede bu durumu şu şekilde özetlemiştim:
“Trump ve ekibi içeride de dümeni sert bir biçimde kırmış durumda. Öne çıkan ilk unsur, Musk’ın yönetimindeki ekibin kamuda tasarruf ve verimliliği artırma adı altında, silahlanma dışı kamu harcamalarının, özellikle de sosyal harcamaların azaltılması yönünde harekete geçmiş olması. Kamudaki geniş çaplı işten çıkarmalar bunun bir parçası. Sosyal güvenlik sistemi ile zaten oldukça yetersiz olan sağlık programları da hedefe alınmış durumda. Bununla bağlantılı ikinci hedef, şirketler ve varlıklı kesimler üzerindeki vergilerin düşürülmesi. Üçüncü hedef ise ABD’de kalan tüm düzenlemelerin yeniden ele alınması ve birçoğunun tasfiye edilmesi, yani yeni bir deregülasyon hareketi. Bu konuda da teknoloji tekellerinin talepleri öne çıkıyor. Bu taleplerin başında tekel güçlerine dokunulmaması, faaliyet gösterdikleri alanlarda daha fazla yeni düzenleme getirilmemesi ve var olan düzenlemelerin de devre dışı bırakılması var. Özellikle üniversitelere yönelik saldırı, kültürel yanlarının ötesinde, teknoloji tekellerinin dolaylı taleplerinden birisi. ABD’nin iyi üniversitelerinden mezun, nitelikli işgücüne dayanan teknoloji tekellerinin temsilcileri, buralarda eğitim almış çalışanlarının yeterince “uysal” olmadığından ve hatta fazla radikal olduklarından bir süredir açıkça şikâyet etmekteydi.”[12]
Bugün gözlenen süreçte, neoliberal ekonomik politika çerçevesinden uzaklaşan adımlar içermekle birlikte sermayenin emek ve doğa üzerindeki tahakkümü farklı yöntemlerle daha ileriye taşınmaya çalışılmakta. Üstelik neoliberal ideolojinin piyasaların her sorunu çözeceği, kamusal mülkiyet ve üretim biçimlerinin verimsiz olduğu yönündeki inanç toplumda hakimiyetini koruyor. Sonuçta “neoliberalizmin sonu” tartışılsa da karşımızda duran gerçek, işçi sınıfını örgütsüz bırakan, dayanışmayı zayıflatan ve siyaseti sağa çekerek sermayeye yeni manevra alanları açan bir düzenin artan tekelci rekabet ve dünya ekonomisindeki gerilimler eşliğinde hâlen sapasağlam ayakta olduğudur.
Sonuç yerine
Bugün “neoliberalizm” kavramı kimi tartışmalarda işe yarasa da asıl odağın kapitalizmin kendisi olması gerektiğini yeniden hatırlamak gerekiyor. “Neoliberalizm bitti mi bitmedi mi?” sorusu, kapitalizmin özündeki sınırsız kâr ve büyüme mantığını ve bu mantığın sonuçlarını tartışmanın önüne geçmemeli. Bugünkü ekolojik çöküş, bakım krizleri, şirket kurtarmaları, borç patlaması ve finans balonları; belirli bir “neoliberal” politika setinin ötesinde, kapitalizmin emeği ve doğayı sömürmek için sürekli yeni yollar icat eden yapısal işleyişinin sonuçları olarak görülebilir. Dolayısıyla tartışmayı neoliberalizm başlığına hapsetmektense, kapitalist rekabetin ve kâr baskısının güncel dinamiklerinin bu tahribatı nasıl derinleştirdiğine odaklanmak şart. Yatırım durgunluğundan kaynaklı istihdam açığı da “yeşil büyüme” ya da “sanayi politikaları” gibi vitrin süsleri de sermayenin kâr güdüsü frenlenmedikçe kalıcı bir çözüm sunamaz. Kısacası, neoliberalizm çıkmazından kurtuluş, neoliberal düzenin çökmesi ya da tekellerin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi değil; sermayenin tahakkümüne, emperyalist rekabete ve yapısal kriz eğilimlerine karşı güçlü bir emek-müşterekler hareketiyle anti-kapitalist bir rotanın inşa edilmesidir.
[1] Jamieson, D. 2025. “Trump’s protectionist turn is a death blow for neoliberalism” https://jacobin.com/2025/04/trump-protectionism-neoliberalism-trade-globalism [2] Bkz. Kotz, D. 2015. The Rise and Fall of Neoliberal Capitalism. Harvard. Brenner, R. (2006). The economics of global turbulence: The advanced capitalist economies from long boom to long downturn, 1945–2005. Verso. [3] Orhangazi, Ö. 2024. “Sermayenin iki programı: 2021-2024 dönemi üzerine gözlem ve tespitler” Türkiye Ekonomisinin Serencamı (editörler: O. Şimşek, A. A. Eren ve M. Şakı) içerisinde, Gazi Kitabevi. s. 185-210. [4] Bkz. Orhangazi, Ö. 2005. “Neoliberalizm” Kavram Sözlüğü (ed. F. Başkaya) içerisinde, s. 401-6. Veya Orhangazi, Ö. 2024. Türkiye Ekonomisinin Yapısı: Sorunlar, Kırılganlıklar, Kriz Dinamikleri, İmge: s. 36-40. [5] Dufour, M. ve Ö. Orhangazi. 2007. “International financial crises: scourge or blessing in disguise,” Review of Radical Political Economics, 39(3): 342-350. [6] Orhangazi, Ö. ve I. Seda. 2010. “The role of finance in the latest capitalist downturn,” Kawano, E., T. N. Masterson and J. Teller-Elsberg (eds), Solidarity Economy I: Building Alternatives for People and Planet, Center for Popular Economics, s. 65-74. [7] Bkz. Crotty, J. 2017. Capitalism, Macroeconomics and Reality, Edward Elgar: İkinci Kısım. [8] Fine, B., & Saad-Filho, A. 2021. Thirteen things you need to know about neoliberalism. Pluto Press. [9] Grabel, I. 2011. “Not your grandfather's IMF: global crisis, ‘productive incoherence’ and developmental policy space,” Cambridge Journal of Economics, 35(5): 805–830. [10] Harvey, D. 2003. The New Imperialism. Oxford University Press; Federici, S. 2019. Re-Enchanting the World: Feminism and the Politics of Commons, Kairos. [11] Duménil, G., & Lévy, D. (2004). Capital Resurgent: Roots of the Neoliberal Revolution. Harvard University Press. [12] Orhangazi, Ö. 2025. “Trump ne yapmaya çalışıyor?”