Antonio Gramsci’nin “Eskinin öldüğü ama yeninin henüz doğmadığı canavarlar zamanındayız!” sözü, dünyanın içinde bulunduğu geçiş dönemini çarpıcı bir şekilde özetliyor. Siyasal dengelerin köklü bir biçimde sarsıldığı, ancak yeni bir düzen içi siyasetin henüz inşa edilemediği bu süreçte, toplumsal öfke ve siyaset kurumlarına duyulan güvensizlik de derinleşiyor. Türkiye özelinde devletin, siyaseti halkın erişebileceği her düzlemden çekerek kendi merkezine hapsettiği bir ortamda, Zafer Partisi (ZP) gibi aşırı sağ odaklar, yalnızca bu geçiş döneminin birer sonucu değil, aynı zamanda onu aktif bir şekilde yeniden şekillendiren destekleyici aktörlerden birisi olarak öne çıkıyor.
Özellikle 2024 yılında Ümit Özdağ’ın söylemleri, toplumsal öfkenin çeşitli yönlerini benimseyen, bu öfkeyi meşrulaştıran ve yüksek siyaset alanına doğru çekiştiren bir strateji izliyor. Göçmen karşıtlığından ekonomik krize, ulusal milli kimlik gibi muğlak kavramlardan milli güvenlik kaygılarına kadar geniş bir yelpazede öfkeyi yönlendirme çabası, partinin gençler arasında artan bir destek bulmasını sağlıyor. Ancak bu durumu yalnızca bir ideolojik benimseme olarak mı görmeliyiz, yoksa mevcut düzenin yarattığı belirsizlik ve çaresizliğin tepkisel bir karşılığı mı, işte bunu tartışmamız gerek.
Bu yazı, Gramsci’nin “canavarlar zamanı” sözünün çağrıştırdığı bir faşizm olgusunu sorgularken, ZP’nin toplumsal öfkeyi nasıl ele aldığını, bu öfkeyi hangi söylemlerle siyasallaştırdığını ve iktidarın işaret ettiği alana doğru nasıl çekmeye çalıştığını tartışacak. Özellikle Mayıs 2023 seçimleri ve sonrasında, 2024 yılı boyunca Ümit Özdağ’ın göçmen karşıtı söylemleri, ekonomik bağımsızlık vurgusu ve devletin güvenlik krizlerine yönelik çözüm önerileri gibi hamleleri, faşizan ideolojilerin bu geçiş döneminde nasıl şekillendiğini anlamak için önemli. Bugünün faşizmi, geçmişin bir hayaleti değil, geleceğin toplumsal ve siyasal dinamiklerini belirleyebilecek bir olgu. Bu nedenle, bu hareketleri anlamak, eleştirmek ve karşı stratejiler geliştirmek önümüzdeki yıl bizleri bekleyen ciddi bir görev.
***
Zafer Partisi’ni faşist olarak tanımlamak, belirli bir teorik çerçeveye oturtulduğunda mümkün. Irkçılığı, mülteci düşmanlığını ve içe kapanık kalkınmacı bir ekonomik modeli odağa alarak bu tespiti yapmak, basitçe konuştuğumuzda geçerli. Ancak, bunu yapmanın ötesinde, partiyi ve onun etrafında toplanan gençlerin motivasyonunu anlamak için başka bir yol izlememiz de gerekiyor. Çünkü Zafer Partisi’ni destekleyenler ve Ümit Özdağ gibi figürler kendilerini ne faşist ne de ırkçı olarak tanımlıyorlar. Bunun yerine, Atatürk milliyetçiliğini savunuyor, milli bağımsızlığa vurgu yapıyor ve devletin kurumlarının yeniden güçlenmesi gerektiğini dile getiriyorlar.
Bu durumda, bizim yaptığımız analizler – ne kadar tarihsel ve teorik temellere otursa da – yalnızca durumu tanımlamaktan ve bir “doğruluk iddiası” ortaya koymaktan öteye geçmeyecek. Faşizmi bir etiket olarak kullanmak, bu gençlerin sorunları algılama biçimlerini ve Zafer Partisi’ne yönelme sebeplerini açıklamak için yeterli değil. Dahası yapılan analizler genellikle dışlayıcı ve küçümseyici bir nitelik taşıyor. Muhakkak bu analizlerin birkaç solcu fenomenimizin takipçi sayısına katkısı vardır. Fakat ben bunun, herhangi bir politik mücadeleye somut bir katkısının olduğunu düşünmüyorum. Eğer elinizden gelen tek şeyin kanzilere karşı 140 karakterlik mücadeleleri kazanmak olduğuysa o başka. Bunun yerine ideolojik akışın nasıl sağlandığını doğru tespit etmek ve o alanları işgal edecek iradeyi göstermek gerekiyor.
2020’lerin sosyal medyasında dikkat çeken bir güruh bu “kanziler”. Kim bunlar? Çoğunlukla düzen içi muhalefete yapıp yapmadıkları üzerinden değil, kendi önemsedikleri değerleri önemsemediği için kızgın olan küskün CHP’li, seküler milliyetçi, ulusalcı olarak tanımlayabileceğimiz gelenekten gelen yurttaşlar. Çoğunlukla politik katılımdan anladıkları oy vermek olan bir toplam olduğu için protesto, eylem ve yürüyüş gibi politik repertuvara da pek sahip değiller. Devleti ve iktidarı birbirinden ayırarak Türk milliyetçiliğini geçmişin büyük anlatılarıyla birleştirme çabası içinde hareket ediyorlar. Atatürk milliyetçiliği söylemiyle öne çıkan bu grup, mültecilere ve yabancılara karşı duydukları öfkeyi, devlet geleneği, yıkılmaz ulusal kimlik vurgusu ve tarihsel bir ödev iddiasıyla meşrulaştırıyor. Sosyal medya platformlarında aktif bir şekilde tartışmalar yaratan ve bu perspektifle geniş kitlelere dokunan kanziler, gündemdeki pek çok konuyu bu ideolojik çerçevede ele alarak öfke dolu paylaşımlarda bulunuyor. Genellikle ergenlik, çocukluk gibi sıfatlarla alay konusu edilmelerine rağmen, kanziler, sosyal medya aracılığıyla oluşturdukları tepkilerle görünürlüklerini artırıyor ve sosyal medya gündemini etkileyen bir fenomen haline geliyorlar.
Kanziler fenomeninin ortaya çıkışını, AKP iktidarının yarattığı mevcut koşullarda politik katılım olanaklarından yoksun bırakılan gençlerin kendilerine bir çıkış yolu aradığı bir düzlemde değerlendirmek gerek. Farklı fikir ve düşüncelere ulaşabilecekleri eleştirel bir perspektiften mahrum bırakılan bu gençler, içinde bulundukları duruma duydukları öfkeyi ifade edebilecekleri güvenli bir alan olarak bu kavramlara sarılıyorlar. Türk milliyetçiliği, Mustafa Kemal vurgusu ve devletin yüceltilmesi gibi durumlar, onların bildiği ve yaslanabileceklerini düşündükleri, toplumun genelinde fazla tepki çekmeden kabul görebilecek fikirler. Radikal olmaktan uzak bu başlıklar, gençler için hem birer savunma mekanizması hem de öfkelerini dışa vurabilecekleri birer meşruiyet zemini işlevi görüyor. Bu bağlamda, kanziler fenomeni, yalnızca bir ideolojik tercih değil, aynı zamanda gençlerin mevcut toplumsal koşullarda kendilerini ifade etme biçimlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Özellikle son 5 yılda Youtube, Twitch ve Discord gibi platformlarda yükselen kanzi yayıncıların söylemleri, bu gençlerin ideolojik ve politik referans noktalarını oluşturuyor. Bu yayıncıların vurguladığı Yüce Türklük, Atatürkçülük, Türk milliyetçiliği, mülteci ve yabancı karşıtı söylemler, onların politik öfkelerini ifade etme biçimlerini oluşturuyor. Kendilerini bir tarafta iktidarın, diğer tarafta düzen içi muhalefetin karşısında konumlandıran bu yurttaşlar, duydukları öfkeyi bir temsiliyet ve direniş alanına dönüştürebiliyor. Sosyal medyada bu söylemleri yayarak, öfkelerini daha geniş bir kitleyle paylaşıyorlar.
Youtube, Discord, Twitter gibi platformlarda bir araya gelen bu grup, basit bir Atatürkçülük ve milliyetçilik bilgisiyle içinde bulundukları sosyo-ekonomik koşulları anlamlandırmaya çalışıyor. Onlara göre, sorunlarının temel sebebi, ümmetçi ve İslamcı bir politika izleyerek ülkeyi mültecilerle dolduran, ekonomiyi alt üst eden, liyakatsizliği yaygınlaştırarak kötü bir eğitim almalarına ve işsiz kalmalarına neden olan, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni zayıflatan bir iktidar ve onun destekçisi olup sinen muhalifler. Bu perspektifte, mevcut iktidarı ve ona sistem içinde tepki gösteren muhalefeti aynı yapının bir parçası olarak görürken, kendi değerlerini kabul etmeyen, hatta o değerlere var oluşlarıyla karşı gelecek herkesi dışlayan ve öfke nesnesi haline getiren bir söylem geliştiriyorlar.
İşte son 2 senedir Zafer Partisi, gençlerin içinde bulunduğu öfke ve hayal kırıklığını kendi siyasal söylemleriyle yönlendirebilecek bir politik strateji izliyor. Bu öfkeyi besleyen temel sorunları – göçmen krizi, ekonomik belirsizlik, liyakatsizlik ve devlet kurumlarının zayıflaması – doğrudan hedef alan bir dil kullanıyor. Göçmen karşıtlığı, partinin en belirgin söylem ekseni olarak öne çıkıyor; Ümit Özdağ, mültecilerin varlığını ekonomik krizin, işsizliğin ve toplumsal huzursuzluğun ana sebebi olarak sunarak, tepkileri konsolide etmeye çalışıyor. Bunun yerine sınıf çatışmasını, ekonomik sömürünün devasa boyutunu ve ülkede iktidarın sistematik olarak uyguladığı sermaye aktarımı stratejisinin üstünü kapatıyor.
Tamamen belirsiz bir ekonomik bağımsızlık ve devletin güçlendirilmesi vurgusu, partinin bu öfkeyi bir kurtuluş anlatısına dönüştürmesinde kilit bir rol oynuyor. Özellikle “Devlet Planlama Teşkilatı’nın yeniden kurulması” gibi vaatlerle, ekonomik sorunların çözümü için devleti merkeze alan bir vizyon sunuyor. Bu, gençlerin kötü ekonomik koşullar ve liyakatsizlik nedeniyle duyduğu öfkeyi, Atatürkçü bir devletçilik modeliyle çözme iddiası taşıyor.
Parti ayrıca, milli bağımsızlık ve güçlü bir ulus-devlet vurgusuyla, gençlerin kendi kimliklerini tarihsel bir bütünlük içinde anlamlandırmalarına yardımcı olacak bir söylem inşa ediyor. Bu söylem, gençlerin sosyal medyada sahip oldukları öfke dolu tepkilerden farklı olarak, onları daha disiplinli ve ideolojik bir çerçeveye çekmeyi amaçlıyor. Zafer Partisi, bu öfkeyi yalnızca ifade etmekle kalmıyor, aynı zamanda onu kendi siyasal stratejisinin temel taşı haline getirerek bir meydan okuma aracı olarak kullanıyor. Ümit Özdağ, Türk milliyetçilerinin mücadelesinin İttihat ve Terakki ile başlayıp Atatürk’ün CHP’siyle devam eden ve Türkeş’in MHP’si üzerinden şekillenen bir süreç olduğunu, Zafer Partisi’nin de bu politik hareketin devamı olduğunu savunuyor. Türkiye siyasi tarihini iyi bilen bir isim olduğunu varsaydığımızda, Özdağ’ın bu bağlantıları kurarken bir noktada kendisinin de bu duruma bakıp eğlendiğini söylemek mümkün.
Peki tamam, sorumuza geri dönelim. Ortalık gerçekten canavarlara mı kaldı? Esasen Gramsci için o canavar devrimin gerçekleştirilemediği ortamda iktidarı ele alan faşist hareket. Ancak karşı karşıya kaldığımız bu fenomene ve Ümit Özdağ’ın başını çektiği bu harekete faşizm diyebilir miyiz? Girişte de bahsettiğim gibi, eğer kavramlar üzerinden haklı çıkmak ve bir doğruluk iddiasında bulunmak istiyorsak, meseleyi faşizme bağlamak elbette mümkün. Yine de bir canavar arıyorsak, mevcut iktidar bu ihtiyacınızı fazlasıyla karşılıyor olsa gerek. Yani gerçekten, kafamızı kaldırıp başka bir canavar aramaya gerek var mı? Ortalık canavardan geçilmiyor zaten.
Son iki yılda ülkede yaşananlara kısa bir bakış atmak bile nasıl bir canavarla karşı karşıya olduğumuzu anlamaya yeter: Derinleşen ekonomik kriz, kadın cinayetleri, temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, kolluk şiddeti ve hemen her yurttaşı terörize etme hali. Daha pek çok şey ekleyebilirsiniz.
Bütün bu tabloda, Zafer Partisi ve Ümit Özdağ’ın söylemleri, aslında bu öfkeyi soğuran ve onu düzen içinde bir merkeze doğru çeken bir aparat rolü oynadığını düşünüyorum. AKP iktidarının ve ortaklarının topluma yaşattığı tahribat, bu söylemlerin yükselişini mümkün kılan temel zemin. Ancak Zafer Partisi’nin bu öfkeye sunduğu çerçeve, sadece öfkeyi ifade etmeye yarayan bir araç olmaktan çok, bu öfkeyi dönüştürerek sistemi yeniden üretmenin bir başka biçimi gibi görünüyor.
***
2023 Mayıs seçimleri AKP iktidarına karşı en büyük toplumsal mutabakat ile gittiğimiz son seçimdi. 2024 yılında yaşanan gelişmeler ışığında esasen bunun bir daha gerçekleşmesinin zor olduğunu düşünüyorum. CHP’nin yerel seçimlerdeki birinci parti olması, milliyetçi kanadın onlarca parçaya bölünmesi, Kürt hareketinin önündeki yerel ve uluslararası fırsatlar, islamcıların yerel örgütlenmeleriyle AKP’den kopan kitleleri kendine çekiyor oluşu, sosyalistlerin ve devrimcilerin toplumsal öfkenin ve fay hatların farkına varması ve normalleşme çağrılarına karşı yürüttüğü eylemler, pratikler ve grevler bu söylediğimi destekleyecektir. Özellikle 2025 yılı her hareket için yeni gelişmeleri de beraberinde getirecek.
Ancak tüm bunlar bir seçim zaferi için Erdoğan’a yetmeyecektir. Muhtemel iki güçlü adaydan birinin karşısına çıkmasını istemeyen Erdoğan için tek geçerli seçenek her ikisinin de aday olarak çıkacağı bir ortamın yaratılması. Hatta mümkünse olabildiğince çok adayın devreye girdiği bir seçim hattı. İşte Ümit Özdağ’ın rolü de burada belirginleşiyor. Bu arada eğer Zafer Partisi’ne bu kadar önem atfetmenin hatalı olduğunu düşünüyorsanız Mayıs seçimlerinde gösterdiği adayın Erdoğan’a seçim kazandırdığını, kendisinin de muhaliflerin masasının tüm söylemini baştan aşağıya değiştirerek mülteci karşıtı söylemlere ve sağ popülizmine kanalize ettiğini hatırlatmak isterim. Hatta çok detaya inmek isterseniz Kürt illerindeki yurttaşların ikinci turda sandığa gitmemesini dikkate alabilirsiniz.
2024 yılının son çeyreğine baktığınızda Ümit Özdağ’ın artık aktif olarak TV kanallarına sık sık davet edildiğini görüyorsunuz. 29 Ekim’de fikirlerine başvurulacak, Cumhuriyetin değerlerini ve yitip giden yönlerini topluma anlatacak lider olarak konumlandırılıyor. Bununla beraber özellikle Kasım ayında Ümit Özdağ’ın belli ki bir sosyal medya ajansının çizdiği strateji doğrultusunda Youtube’da uğramadığı kanalın kalmadığını görüyoruz. Katarsis’te çocukluğuna inip Hayrettin’in programında sosyal medya fenomenleriyle şakalaştığı o kişiliğini görüyoruz. Bu programların hepsinde AKP iktidarına net ve somut eleştiriler sıralıyor kendisi. Bununla beraber muhalefetin kurucu değerlerden uzaklaştığını, bu değerleri ortadan kaldırmak için tıpkı AKP gibi farklı güçlerle iş birliği içerisinde olduğunu anlatıyor. Esasen görevin kendisini de basitçe gençliğe hitabeye dayandırıyor ve onu izleyen her kimse içinde barındırdığı öfkeyi kendisiyle birlikte yürüyecek bir enerjiye dönüştürüyor.
“Onlar çoksa bir Türk’üz” sloganını kullandığı andan itibaren Ümit Özdağ’ın üçüncü yolcu bir stratejiyi izleyeceği belli. Hatta desteklemek için karşılıklı protokol imzaladığı adayın kaybetmesini Mansur Yavaş’ın aday gösterilmemesine bağlayacak açıklamaları da hemen her röportajında dillendiriyor. Bu bağlamda Özdağ, milliyetçi söylemleriyle toplumsal öfkeyi yalnızca ifade etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu öfkeyi Erdoğan’ın karşısına çıkacak diğer adayları itibarsızlaştırmak için kullanıyor. Özdağ’ın son dönemde Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanı adaylığı fikrine daha sık vurgu yapması, yalnızca politik bir strateji değil, aynı zamanda Yavaş’ın bu öneriye giderek daha sıcak baktığını da gösteriyor.
Mayıs 2023 seçimleri sonrasında Yavaş’ın, Özdağ ile birçok noktada örtüştüğü izlenimi, Ümit Özdağ’ın bu önerisini daha güçlü bir zemine oturtmasına olanak sağlıyor. Özellikle seçim sürecinde ortaya çıkan tartışmalar ve sonuçların ardından Yavaş’ın, Erdoğan’ın karşısında çok adaylı bir stratejiyi benimseme ihtimaline sıcak bakmaya başladığı bir gerçek. Ümit Özdağ’ın devletin yeniden inşası için önerdiği milliyetçi, güvenlik odaklı ve ekonomik bağımsızlık temelli vizyon, Yavaş’ın söylemleriyle örtüşen bir çizgiye zaten sahip. Her iki figür de Türkiye’nin sorunlarının çözümünde, Atatürkçü ve devlet merkezli bir perspektifin gerekliliğine inanıyor.
Bu süreçte, Özdağ’ın yükselişi ve Mansur Yavaş’ın adaylığına dair tartışmalar, Erdoğan’ın toplumsal öfkeyi dizayn etme gücünün bir yansıması. Erdoğan, milliyetçi seçmenin oylarını konsolide edecek bir figürü destekleyerek, diğer adayları itibarsızlaştırmayı ve muhalefetin birleşme ihtimalini ortadan kaldırmayı hedefliyor. Göçmen karşıtlığı, ekonomik bağımsızlık söylemleri ve devletin yeniden inşa edilmesi gibi temalar, Erdoğan’ın karşısına çıkacak herhangi bir adayın, özellikle de milliyetçi bir zemin üzerine oturacak bir adayın, toplumda kabul görme şansını artırabilir. Ancak bu durum, Erdoğan’ın seçim kampanyasında çok adaylı bir stratejiyi pekiştirmek ve toplumsal öfkeyi dağıtarak, kendi avantajına çevirmek için bilinçli olarak kullandığı bir mekanizma olarak okunmalı.
Erdoğan’ın bu hamleleri, muhalefeti yalnızca bölmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal öfkenin gerçek sebeplerine dair tartışmaları ikinci plana itiyor. Bu, ekonomik kriz, işsizlik ve gelir adaletsizliği gibi sınıf sorunlarımızın, milliyetçi söylemlerle örtbas edilmesine olanak tanırken, Erdoğan’ın otoriter yönetiminin devamı için uygun bir zemin hazırlıyor.
Eğer faşizmin tehlikesini anlamak için Zafer Partisi’ne ve Ümit Özdağ’a bakıyorsak, esasen faşizmin hali hazırda kurumsallaştığı ve bir canavara dönüştüğünü gözden kaçırıyoruz demektir. Bugün Türkiye’de, faşizmin en belirgin tezahürü, devletin sistematik olarak yeniden inşa edilmesinde ve bu sürecin toplumun her kesimine tepeden görüşmeler ve kararlarla dayatılmasında görülebilir. Ümit Özdağ ve Zafer Partisi’nin toplumsal öfkeyi sistem içi bir söylemle soğurarak milliyetçi bir restorasyon planına kanalize etmesi, bu kurumsallaşmış canavarın bir başka yansımasıdır. Ancak bu hareketin kendisi, canavarı yaratmaktan çok, zaten var olan bir düzenin devamlılığına hizmet eden bir aparattır.
Asıl canavarın, toplumsal öfkeyi büyüten sınıfsal eşitsizliklerinin ve mevcut yönetim biçiminin tam da merkezinde olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu otoriterlik, kadın cinayetlerinden derinleşen ekonomik krize, temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasından adalet sisteminin çökmesine kadar her alanda kendini hissettiriyor. Erdoğan iktidarı, sadece bir faşizm tehlikesi değil, faşizmin kurumsallaşmış ve derinleşmiş hali olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla mücadelemizin yönü, bu canavarı teşhis etmek ve ona karşı kararlı bir şekilde mücadele etmek olmalıdır.
Zafer Partisi’nin yükselişi ve Ümit Özdağ’ın söylemleri, bu düzenin yarattığı öfkeyi ifade eden bir semptomdur, fakat çözümü veya karşı strateji geliştirilmesi gereken bir analiz nesnesi değildir. Eğer bu geçiş dönemini aşacak bir siyasi mücadele inşa edeceksek, toplumsal öfkeyi yalnızca anlamakla kalmayıp, onu eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzen için harekete geçirecek bir strateji geliştirmek zorundayız. Gramsci’nin söylediği gibi, eski düzenin öldüğü ama yenisinin henüz doğmadığı bu canavarlar zamanında, “yeniyi” inşa etme cesareti ve bilincine sahip olmak, gerçek kurtuluşun anahtarıdır. Çünkü bugün karşımızdaki asıl canavar, geçmişten gelen bir gölge değil, bugünü şekillendiren ve geleceğimizi tehdit eden bir gerçekliktir. Ve bu gerçeklikle yüzleşmeden, toplumsal kurtuluş mümkün değildir.
Bugün Ümit Özdağ gibi figürler, öfkeyi hedef göstererek ve basitleştirilmiş anlatılarla çerçeveleyerek, hem kendi tabanlarını büyütmekte hem de düzeni konsolide etmektedir. Ancak, bu öfkeyi anlamak ve onu dönüştürecek mekanizmalar geliştirmek, eleştiriden öteye geçmeyi gerektirir. Gençlerin hayal kırıklıkları ve umutsuzlukları, onları faşizan eğilimlere iten koşullarla yüzleşmeyi zorunlu kılıyor. Toplumsal öfkeyi yalnızca bir dışlama aracı olarak gören değil, onu eşitlikçi ve özgürlükçü bir geleceğin inşası için kullanan bir siyasal yaklaşım geliştirmek, bu dönemin gerçek sınavı olacaktır.
Gramsci’nin “canavarlar zamanı” olarak nitelendirdiği bu geçiş döneminde, toplumsal öfkeyi düzen içinde soğuran ya da manipüle eden yaklaşımlara teslim olmak yerine, bu öfkeyi dönüştürmek ve gerçek bir devrimci alternatifi inşa etmek hayati önemde ve aynı zamanda müthiş fırsatları beraberinde getirir. Alternatif, düzenin yeniden ürettiği yapıları sorgulayan ve toplumsal sorunlara radikal çözümler sunan bir dayanışma ve mücadele hattında aranmalıdır.