Mehmet Şimşek şahsında cisimleşen IMF’siz ama en az IMF kadar emekçi düşmanı ekonomik program dahilinde asgari ücrete Temmuz’da zam yapılmayacağının açıklanmasıyla asgari ücret yeniden gündemin en önemli maddelerinden biri haline geldi. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki Türkiye’de asgari ücret, asgari ücretten fazlasıdır. Uzun çalışma saatleri, ödenmeyen mesailer, ücret dağılımında ve çalışma koşullarındaki aşağıya yarış hali, yaygın kayıt dışı istihdam pratikleri ve emek örgütlerinin zayıflığı derken Türkiye toplumu için asgari ücret bir norm halini almıştır. Yılda en az iki kere üzerinde genişçe tartışılan ücret, milyonların bugününü, geleceğini, çalışma yaşamının neredeyse tamamını kaplayan bir etki alanına ulaşmış durumdadır. Bilindiği gibi tarihin tekeri sınıflar arası mücadeleye göre dönmektedir ve bugünkü asgari ücret tartışmalarında safların ve söylemlerin belirleyicisi tam da bu mücadeledir.
Asgari Ücretin (Sözde) Bilimsel İki Laneti: İşsizlik ve Enflasyon
Asgari ücret artışlarına karşı sermaye kesimine akademik destek iki yüzeysel çıkarımla şekillendi. Bunlardan ilki emek gücünün fiyatı olarak ücretin basit bir arz talep düzleminde gösterimi ve fiyat arttıkça düşen talep ile kitlesel işten çıkarmaların yaşanacağı yönündeydi. Veriye dayalı yüzlerce çalışma yapıldı ve sonuçlar ne dünyada ne de Türkiye’de asgari ücret ile işsizlik arasında doğrudan, ikna edici, tutarlı bir nedensellik ortaya koyabildi. Ancak işsizlik sopası özellikle işsizliğin yoğun yaşandığı dönemlerde ücretleri baskılamanın, “asgari ücret artmasın” demenin “bilimsel” kılıfı olmaya devam etti.
Her daim çalışanların başında sallanan işsizlik tehdidinin yanına, yakıcı bir ekonomik sorun olarak enflasyon yeniden eklenince sermaye kesimine asgari ücret karşıtı akademik iddia desteği ücretlerle enflasyon arasındaki zorlama bağlantı üzerinden kuruldu. Zorlama demekte beis yok, zira varsayımlardan arındırılmış bir şekilde dillendirilen birtakım çıkarsamaların asıl amacı çalışanların emek düşmanı ekonomi politikalarına rıza göstermesi…
Enflasyonu ücretlere bağlamanın teorik altyapısı arz ve talep yönüyle açıklanıyor. Kabaca özetlemek gerekirse, ücret artışlarıyla maliyetler artacağı için üretilen malların fiyatlarının da artacağı böylelikle arz edilen ürünler üzerinden enflasyonist bir döngü oluşacağı iddia ediliyor. Ancak resmi verilerde firmaların maliyet kalemleri içerisinde işgücü ödemelerinin payının yıllar içerisinde gerileyerek yüzde on civarına yerleştiği görülüyor. Yani ücret artışlarının maliyetlere birebir yansıması gibi bir durum söz konusu değil. Öte yandan hem Türkiye hem dünyadaki göstergeler özellikle pandemi sonrasında tırmanan enflasyon oranlarının “süper karlara” dayandığını, sermayenin kar marjlarını korumak ve şişirmek için fiyat yükselttiklerini söylüyor. Uzun lafın kısası pandemi sonrasında semiren enflasyon canavarı ücretlilerden değil, patronlardan besleniyor.
Enflasyon ile ücretler arasındaki bağlantının diğer yüzü fiyat artışlarını talebe bağlayan yaklaşıma dayanmakta. Bu açıdan değerlendirildiğinde asgari ücrete yapılan zam ile geliri artacak olan çalışanlar daha fazla mal ve hizmet talep edebilecek ve böylelikle fiyatların yukarı yönlü hareketine katkıda bulunacak. Yine gerçeklikten uzak birtakım soyutlamalar ve meselenin özünün kaybolmasına yol açan varsayımlardan türetilmiş sonuçlar. Zaten açlık sınırının altında kalan bir asgari ücretin enflasyonu körükleyecek bir talep patlamasına yol açması fikrinin temelsizliği bir yana, ücretliler Temmuz ayı için kayıplarının telafisini istiyor. TÜİK’in tartışmalı enflasyon verilerine göre bile Ocak ayından bu yana 17.002 TL olan asgari ücretin alım gücü dörtte bir oranında yok oldu. 2010 yılında bir aylık asgari ücret ile on gram altın alınabiliyordu, bugün yalnızca altı buçuk gram alınabiliyor. Dolayısıyla asgari ücretin arttırılması talebi emekçilerin cebinden çıkanın geri konulması talebidir ve bilimsel etiğe uygun, toplumu gerçeklerle aydınlatmayı önceleyen bilgi üretiminde bu tarz düz mantık çıkarımların yeri yoktur.
Olası bir ücret artışı ile emekçilerin talepleri artık erişemedikleri ya da erişirken zorlandıkları gıda, barınma, ulaşım gibi temel ihtiyaç kalemlerine ayrılacaktır. Hocalarımız teşbihi hoş görsün, enflasyonun nedenini fazladan alınacak birkaç kalıp peynire bağlamakla meleklerin cinsiyetini tartışmak ontolojik açıdan benzer işlerdir. Asgari ücret deyince aklına ayyuka çıkmış bölüşüm sorunları değil de işsizlik ve enflasyon gelen bilim insanlarına, bu iki başlığın emek sömürüsünü meşrulaştırma aracı olmaktan başka bir bilimsel gerçeklik taşımadığını hatırlatmak elzemdir.
Bir Sınıf Piyesi Olarak Asgari Ücret Tespit Komisyonu
Varoluş amacı çalışanların haklarını korumak olan Çalışma Bakanı’nın asgari ücrete Temmuz’da zam olmayacağı yönündeki net açıklaması devletin ücret düzeyinin belirlenmesindeki asıl rolünün ifşası niteliğindeydi.
Asgari ücretin düşünsel temelleri, uluslararası düzlemde işçi mücadeleleri kazanımlarına, ILO sözleşmelerine ve sosyal devlet niteliği uyarınca anayasal düzeyde tanımlanan haklara dayanmaktadır. Kamu maliyesine yük getirmeyen, aksine devlet gelirlerini arttırıcı bir unsur olan asgari ücretin artmayacağının bakan düzeyinde bu rahatlıkla ifadesi devletin emek-sermaye ikiliğindeki konumunu göstermesi açısından ibretliktir. Bilindiği gibi asgari ücretin tespiti ülkenin ekonomik gerçeklerini göz önüne almakla yükümlü olan bir komisyona bırakılmıştır. İşçi ve sermaye temsilcileri ile hakem/arabulucu kimliğiyle devlet kadrolarından oluşan komisyon, toplantılarının çoğunu devlet-sermaye uzlaşısı sayesinde patronların istediği ücret düzeyini oy çokluğu ile belirleyerek sonuçlandırmaktadır. Bunun istisnasını bir seçim öncesinde emekçilerin elindeki tek ciddiye alınır silah olan oy alma stratejisi oluşturmuş ve seçim öncesine denk gelen toplantılarda patronların hilafına kayda değer artışlar yapılmıştır.
Ücretleri belirleyen bir sürü faktör sayılabilir, ancak bunların en başat olanı kuşkusuz sınıf mücadelesidir ve maalesef bugün Türkiye işçi sınıfı mücadeleci damarını büyük ölçüde kaybetmiş gözükmektedir. Anadolu’nun irili ufaklı şehirlerinde saman alevi misali belirip kaybolan iş bırakma eylemleri, son dönemde özel okul öğretmenlerinin işten atılma dalgası ile karşılık bulan örgütlenme çabaları, cılız da olsa kamu çalışanlarından acı reçeteye gelen itirazlar toplu ve kararlı bir eylemliliğe dönüşememekte ve medyasından odalarına son derece örgütlü olan sermaye sınıfına karşı net bir baraj oluşturamamaktadır. Bu tabloya bir de artık gönül rahatlığıyla yandaş sıfatını yakıştırabildiğimiz Türk-iş, tarihinden kopuş sergileyen DİSK ve normalleşme rüzgarlarıyla savrulan ana muhalefet eklendiğinde asgari ücretlinin sesinin sermaye korosu tarafından nasıl bastırıldığı açık hale gelmektedir. Bu koroyu dağıtacak tek güç, gücünün farkına varmayı başardığında özgüveniyle sahneye çıkacak sınıfın kendisidir.