13 Mart 2023 Pazartesi günü yöneticilerine gönderdiği e-postasının ardından intihar eden Efe Demir’i hatırlıyor musunuz? Bir bankanın genç ve iyi eğitimli bir profesyoneli olarak hayatına devam ederken içinde bulunduğu süreci kral çıplak diyerek ifşa etmesinden hatırlarsınız belki.
“Mütevazi olmaya gerek yok Türkiye standartlarında her anlamda o kaymak tabaka diyebileceğimiz bir kategoride bulunduğumu söyleyebilirim. Ayrıca ekonomik olarak da belki ikinizden de rahat hiçbir kaygısı ve sıkıntısı olmayan bir gerçekliğim olduğunu da söylemek isterim” sözleriyle başladığı intihar mailinde, içinde bulunduğu durumu açıkça ifade eden Efe’nin ölüm haberini aldığımda, biraz da öfkeyle söylediğim ilk şey, ‘keşke tanışmış olsaydık,’ olmuştu.
Bu ölümle birlikte yalnızlaşmış, sahip olduğu tüm o imkânlara rağmen düştüğü cenderenin içinden çıkacak başka bir yol bulamayan Efe’nin kurtuluş olarak kendisine layık gördüğü bu sonun ağır yükü kaldı üstümüze.
Pandemi ile birlikte hayatlarımızda pek çok şey değişti. Bunu takip eden yoksullaşma, artan güvencesizlik ve hepimizi derinden sarsan deprem felaketi ile birlikte içinden çıkılmaz bir cenderenin içene düştük. Mecburen izole olduğumuz hayatlarımız, evden çalışma pratiklerimiz, kendimizi yenileme aktivitelerimizin dahi dijital platformlara sıkışması derken sosyal ilişkilerimiz baştan sona değişti. Fakat bu kalabalıklardan izole olduğumuz, farklılaştığımız bir durumu ifade etmiyor. Aslında hepimiz kalabalık içerisinde yalnız kaldığımız benzer alanlara hapsedildik, o kadar.
Bu satırları okurken sizleri kavramlarla dolu bir beyin jimnastiğine davet etmekten eskiden olsa çok keyif alırdım. Aslında tüm bunların, içinde bulunduğumuz kapitalist formasyonun yarattığı bir ideolojik ve kültürel hegemonya olduğunu, bu cenderenin içinde sürekli olarak yeniden üretildiğini ve kentli emekçileri bu şekilde yabancılaştırdığını anlatmak için ağdalı kavramları sıralardım. Farkına varmamızın dünyamızı değiştirecek bir yol olduğunu, bilinçlenmenin soyutlama becerisinin gelişmesiyle başlayacağını düşünürdüm. Hatta böylesi durumları tartışan düşünürlerin fikirlerini paylaşır ve sizi bir yöne doğru çekip görevimi yerine getirmiş olmanın gururuyla yazıya son noktayı koyardım. Fakat bunu yapmak istemiyorum. Sizinle emek harcadığımız kariyerlerimiz, sosyal ilişkilerimiz ve içinde bulunduğumuz bu cendereyi birlikte tartışmak istiyorum.
En az bir kere sevdiğimiz arkadaşlarımızla kafede otururken herkesin telefonuna odaklandığı, sohbetin kesildiği, bilinçsizce kaydırma hareketi yaptığımız bir anı yaşadık değil mi? Belki de şimdi tam olarak bu anı yaşıyorsunuz. Muhtemelen de yaşıyorsunuz çünkü verilerimiz gösteriyor ki çok büyük bir okur mobil cihazlardan bu yazıları takip ediyor. Gelin bu anı biraz olsun birlikte düşünme etkinliğine çevirelim. Efe’nin içinde bulunduğu yalnızlıkla birlikte mücadele etmek için tartışma zemini yaratmaya çalışalım.
Yalnızlık Salgınına Yakalandık
Yalnızlık salgını, aslında kalabalıklar içinde kendini gösteren ve bireyler arasındaki sosyal ilişkilerin kopmasına yol açan bir fenomen. Bu durum, özellikle sosyal medya pratiklerinin yaygınlaşması ve sosyal ilişkilerimizdeki örgütsüzlük ile yakından ilişkili. Dolayısıyla yaşadıklarımızı tekil sorunlar olarak algılama ve bir buhrana çevirmeye teşne olduk. Ancak durum pek öyle değil.
İnsanlar, fiziksel olarak bir arada bulunmalarına rağmen, sosyal medya platformlarında geçirilen zamanın artmasıyla birbirleriyle gerçek anlamda etkileşim kurmaktan uzaklaştı. Hal böyle olunca konuştuğumuz konuların gündemini, vermek istediğimiz tüm politik tepkileri ve hatta yaptığımız esprileri dahi dijital içeriklerden sağlar olduk. Bu durum, yüz yüze ilişkilerin niteliğinin değersizleşmesine ve insanların fiziki olarak bir arada olmalarına rağmen kendilerini yalnız hissetmelerine sebep oluyor. Fakat içinde bulunduğumuz duygu durumu ne bir tükenmişlik sendromu ne de yaşanan sadece Efe’nin başına gelen istisnai bir durum. İçinde bulunduğumuz bireyselleşme ve örgütsüzlük, insanların birbirleriyle daha az empati kurmasına ve topluluk hissini kaybetmesine sebep oldu, o kadar.
Artık arkadaşlarımızla yan yana bir mekanda olsak bile duygusal ve zihinsel olarak izole bir durumda kalıyoruz. Bu, sosyal bağların zayıflamasına ve bireylerin sosyal çevrelerinden bekledikleri desteği alamamalarına ve vermemelerine neden olmakla da kalmıyor, herkesin birbiriyle yarıştığı hatta “kuyusunu kazdığı” bir rekabete de dönüşüyor.
Başarı, başarılı olmak, hayal ettiğimiz her neyse ona ulaşmak, her ne şekilde olursa olsun ona erişmek için çabalamak, didinmek ve o huzurlu anı hayal ederek ilerlemek! Bu yalnızlığın içerisinde diğerlerine, “bakın ben didiniyorum ve mutlaka başarılı olacağım” hırsımızı göstermenin bir aracı olarak da sosyal medyayı kullanıyoruz.
Alfa bireycilik meddahları, girişim savaşçıları, ruhani enerji saçıcılar ve daha pek çok safsatayla birlikte insan kendisini “yapay bir olağanlık” içerisinde diğerleriyle ve daha kötüsü kendisiyle yarıştığı bir rekabetin içinde buluyor.
Bu örgütsüzlüğün ve bireyciliğin temelinde insanın her şeyi tek başına başarabileceği inancı var. Efe’nin içinde bulunduğu buhranın ilk katmanı işte burası. İnsan doğası denilen şeyin temelinde birlikte yaratma becerisi var. İş bölümü de tarihin yaratıcısı olmamızı sağlayan şeyin tam olarak kendisi. Fakat Efe’nin eleştirdiği şeyin kendisi, içinde bulunduğumuz kapitalist üretim ilişkilerinin getirdiği iş bölümünden başka bir şey değil. Ne demek istiyorum?
Bireyin karşısına çıkan zorlukları aşmak için kararlı olması ve çabalaması azim olarak tanımlanırken, bir hedefin peşinden giderken önüne ne gelirse yıkıp geçmeyi hırs olarak tanımlayabiliriz. Bakın Efe, onu en çok yaralayan şeyi nasıl anlatıyor: “Deprem gündemi hepimiz için bir anda geride kaldı, mevcut hedeflere ve takvimlere geri dönüldü. 15 günlük sözde hassasiyet yerini azme değil hırsa, çabaya değil sonuca, kaliteye değil takvime bıraktı. Beni en çok yıpratan şeyi en sonra bıraktım. İnsana ve çalışma arkadaşınıza ÖNEM VERMİYORSUNUZ. Kimin ne yaşadığına ne sonuç ürettiğine bakıyorsunuz.”
Efe ile tanışmış olmayı istememin sebebi burada saklı. Yüksek yüksek binaların veya evlerimizin içinde biz işçilerden beklenen tek şey, belirli bir hedefe doğru hırsla ilerlemek ve sonuç almak. Takvime uymayan bir işin ne kadar kaliteli ilerlediğinin ve sizin bu süreçte ne kadar çok çaba harcadığınız hiçbir kıymeti yok. Açık konuşmak gerekirse bunun olmasını beklemenin içinde bulunduğumuz kapitalist üretim ilişkileri bağlamında bir gerçekliği de yok. Onu var eden şeyin temelinde sonuç odaklı iş disipline dayanan kapitalist bir mantık var. Efe’nin beklediği önemsenme hali ise takvime uygun iyi bir sonuç sonrası kazanılacak bir terfi, prim, zam ya da takdir gibi bir şeyden ibaret, o kadar. Çok indirgemeci mi geldi? Birlikte düşünmeye devam edelim.
Bizi toplumsal olanı yaratma ve değiştirme kabiliyetimizden uzaklaştıran kapitalizm, hayatlarımızın biricikliğinde ne istersek onu başarabiliriz safsatasıyla kalabalık içerisinde yalnız kaldığımız benzer alanlara hapsediyor. Buna isterseniz yabancılaşma, isterseniz varoluşsal sancılar diyebilirsiniz. Ancak işin temelinde kendi kalabalığımız içerisinde yapayalnız savaşçılarmışız hissine kapıldığımız bir kültür var. Yaşamakta olduğumuz şey ise rekabeti benimseyip kendimiz ve etrafımızdakilerle yarıştığımız bir hayat. Aslında iş yerinde neyse, hayatta da o!
Vize almak için hesabınıza rica minnet döviz koymak adına eşe dosta yalvarmamızın, uygun otel bulmak için gecelerce internet sörfü yapmamızın, 3 günlük tatil sonrası borç bataklığında cebelleşmemizin sosyal medyada gösterilir bir tarafı yok. Hepimiz için geçerli sonuç yaz tatili takviminde Kolezyum’un önünde kokteyl yudumlarken paylaşılan fotoğrafın ulaştığı kişilerin sayısı.
Kişisel merakın, tutkunun veya kendini gerçekleştirmenin verdiği tatmin için çabalamanın değil, kişisel gelişimimizi göstermek için yaptığımız paylaşımın yöneticilerimiz tarafından görülüp görülmediğiyle ilgileniyoruz. Bir de kalp geldi mi, işte sonuca giden yolun taşları döşeniyor. O yüzden sosyal medyadaki biz için başarısızlıklara ve geç kalmışlıklara yer yok. Çünkü kimse sizin ne için çabaladığınızla değil, “başardıklarınızı” görüp kendisine hırslanacak bir nesne bulmakla ilgileniyor. Dolayısıyla çabanızı takdir etmeyi de aklına bile getirmiyor.
Ayrıca sonuç odaklı kapitalist bir mantık içerisinde debelenirken yaşanan birkaç güzel ana ve söze insani birtakım değerler atfedip nefes alma alanlarımızı genelleştirmemizin bir anlamı da yok. Durum yaşadığımız kadar gerçek. İş dediğimiz yerde yarattığımız artı değer ya da plazaca söylersek “katma değer” kadar var olduğumuz gibi, hayatta da çoğu zaman gösterdiğiniz “başarılarımız” kadar varız. İş ve yaşam dengesi de böyle kuruluyor zaten. Tüm o meddahların anlattığı da bu değil mi?
Ahlaksızlığın ve Liyakatsizliğin Sonucu Bu Yaşadıklarımız
Buraya kadar geldiğimiz noktada tüm bunların farkında olduğunuzu düşünmeniz gayet normal. Efe için de durum belli ki böyleydi. İşte burada hepimizin içinde bulunduğu cenderenin ikinci katmanı karşımıza çıkıyor. Yaşadıklarımızı birtakım insani değerlerden yoksunluk ve liyakatsizliğin yarattığı bir sonuç olarak düşünüyoruz.
Mevcut problemlerimizi düşünelim. İş yerinde veya hayatta karşı karşıya kaldığımız tüm problemleri gözümüzün önüne getirelim. Hepimiz bir noktada durup tartışırken aslında bu problemleri ortaya çıkartan şeyin vizyonsuz, liyakatsiz, beceriksiz ve kötü niyetli insanlar tarafından alınan kararlar olduğunu düşünmüyor muyuz? Hal böyle olunca çözümün de “insani değerleri” benimsemiş, vizyonu geniş ve aldığı eğitim ile yetkinliklerini kabul ettirmiş liyakatli insanlarla geleceğini zannediyoruz.
İş yerimizde kısık sesle çekiştirdiğimiz yöneticilerimizden tutun, siyaset yapıcıların aldığı kararları bir kahve molasında sorgulamamızın ana odak noktası işte bu ahlaksızlık ve liyakatsizlik değil mi? İş yerinde ve siyasette liyakatli, ahlaklı ve iyi eğitimli insanlar karar alıcı olursa her şey yoluna girmez mi?
Bu noktada, yaşadığımız mevcut problemleri tartışırken sıklıkla hayıflanarak ortaya attığımız parlak fikirlerimizin altında yatan meritokratik neoliberalizm kavramını irdelemek gerekiyor. Meritokratik neoliberalizm, bireylerin yetenek ve becerilerine göre karar alıcı konumuna gelmelerini öne süren bir tür ideoloji aslında. Bu ideoloji bizi, liyakat ve bireysel çabanın ödüllendirildiği bir sistemin varlığına inanmayı teşvik ediyor. Ancak, bu sistemin altında yatan gerçek hiç de öyle değil.
Meritokratik neoliberalizm, toplumdaki eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri bizim yetersizliklerimize veya eksikliklerimize indirgiyor. Böylece, sonuçta yaşadığımız tüm başarısızlıklar kendi hatamız ve yetersizliğimizin sonucu olarak görülürken, içinde bulunduğumuz tüm eşitsizlikler göz ardı ediliyor. Bu durum, bizleri sürekli olarak daha fazla çalışmaya ve daha az sorgulamaya yönlendiriyor. Efe’nin yaşadığı durumun ikinci katmanı tam da burada karşımıza çıkıyor: Sonuç odaklı iş disiplinine dayanan kapitalist bir mantığın içinde kişilerin eylemlerinin sorgulanması ve bu durumu değiştirmeye çalışan bireyler.
Meritokratik neoliberalizm sadece kişisel sorumluluklarımızı vurgulamakla yetinmiyor, aynı zamanda toplumsal ve ekonomik sistemin özünde adil olduğunu iddia ederek bu sistemin eleştirisini de engelliyor. Aslında kurumların sahip olduğu değerler, insanlığın bir felaket karşısında atacağı adımlar ve gösterilecek anlayış fiili başından itibaren ahlaka uygun. Fakat burada bir hata olduğunda bu sorun orada karar vericilerin yetersizliklerinden ve ahlaki eksiklerinden vuku buluyormuş düşüncesine kapılıyoruz. Bu nedenle, sistemin sorgulanması ve değiştirilmesi gerektiği düşüncesi geri planda bırakılıyor.
Bakalım Efe bu konuda ne söylüyor: “Buralara gelirken hep söz de savunduğumuz kurum değerlerinin aslında ne kadar içinin boşaltıldığına şahit oldum. Tedbirli olma kisvesi altında korkakça davranıldığını gördüm. Liyakat eksikliği taşıyan onlarca yöneticinin yıllarca burada çalışmasına ve kurumun içini boşaltmasına sessiz kalındığını gördüm. Efe’ye göre kurumun zaten sahip olduğu ahlaki değerleri birileri zedeliyor. Hatta liyakatsiz onlarca yönetici kurumun da içini boşaltıyor ve yukarıdaki yöneticiler de buna sessiz kalıyor.
İçinde bulunduğumuz tüm bu sorunların, sıkıntıların sebebi başımızdaki ahlaksız ve liyakatsiz insanların aldığı kararlar. Onlar insanlıktan nasibini alamadıkları için bu haldeyiz. Onlar sadece kendilerini düşünüp bu halkı önemsemeyenler. Ekonominin başına yeteneksiz ve kabiliyetsiz birisi geldiği için enflasyon ve dolar bu duruma gelmedi mi zaten? Fakat neyse ki biraz sıkıntı çekecek olsak da liyakatli bir bakan geldiği için toparlayacağız. Bilgi ve beceriye mahkûm kaldılar tabii, yoksa her şey çok daha kötü olacaktı. Hatta iktidarları ellerinden kayıp gidecekti.
Sokaktaki hayvanları yok etmek istemelerinin nedeni de zaten hepsinin ahlaksız ve utanmaz olması. Torpil adet edinildiği için zaten devlet kurumlarında iş bilen kimse kalmadı. Dışişleri’nde İngilizce bilen diplomat bile yok. Kolluk kuvvetleri suçun ve rüşvetin kol gezdiği bir yer haline gelmiş. Rezillik!
Böyle olunca yetenekli ve becerikli gençleri de küstürdüler. Onlar da tası tarağı topladı yurt dışına gitti, kendilerini kurtardılar. Ayrıca mültecilerin de en beceriksizi, en yeteneksizi bize kaldı. Biz de maillerde bile iki kelimeyi bir araya getiremeyen, bir exceli boyayamayan yüzlerce insanla bir arada çalışmak zorunda kalıyoruz, öyle değil mi?
Açıkçası yukarıda sıraladığım önermelerin birkaçına dahi katılıyorsanız sizinle her şey çok kötü bir yere gitmeden tanışmayı ve dayanışmayı çok isterim.
Şimdi öncelikle kendimize şunu soralım. Bizim çözüm beklentilerimiz genellikle nasıl bir hal alıyor? Bu ülkeyi iyi eğitimli, kendi alanında yetkin, becerikli ve girişken insanlar ayağa kaldıracak. Onlar bir yerlerde yetişecekler, tüm zorluklara karşı hırsla mücadele edecekler ve gün gelecek başaracaklar. Çok popüler tabirle: Bu ülke değişir, bu düzen değişir, kafayı takmış üç tane “adama” bakar.
Üzgünüm ama ne öyle bir gün gelir, ne de üç tane “adam” kafaya takıp bu işi değiştirir. İşte tam bu noktada genellikle “benim bu ülkeden umudum kalmadı, zaten insanlar ahlaksız ve kötüler, yaşamanın da bir anlamı yok” aşamalarına doğru yavaş yavaş sürükleniriz.
Meritokratik neoliberalizmin yarattığı bu ideolojik hegemonya, içinde bulunduğumuz toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin tamamını doğal ve kaçınılmaz olarak kabul etmemize neden olur. Sonuç olarak, başarısızlıklarımızdan dolayı kendimizi veya diğerlerini suçlar ve sorunlara karşı birleşik bir mücadele geliştirmek yerine, bireysel çözümler ararız. Bu da bizi tüketir.
Üniversite zamanlarında iyi ki tanışmışız dediğim Ender Şiar Argın’ın Vesaire’de kaleme aldığı yazısındaki şu paragraf zaman zaman aklıma gelir ve tüm o iş yükünün arasında durup yaşamsal önemde olanın ne olduğunu hatırlarım:
Efe’nin ölümünden sorumlu olan küresel kapitalizmdir, burası tartışmaya kapalıdır. Ancak bizim de çıkaracağımız dersler vardır. Efe’nin “kurum” diye özetlediği piyasa mantığının mümkün olan tek gerçeklikmiş gibi sarsılmaz bir imparatorluk kurabilmesi, ona rakip olan dünya alternatifinin imkânlarını ve iddiasını büyütememesinin, yeterince agresif olamamasının da sonucudur. Efe’nin cinayetinin faillerini konuştuğumuz kadar Efe’yi saflarına katamayan alternatif toplum iddiasını da konuşmalıyız. Rekabetin değil dayanışmanın, çatışmanın değil karşılıklı yardımlaşmanın, birbirinin mezarını kazmanın değil ortak üretim ve paylaşım kültürünün iddiası (adına ne derseniz deyin, ben “sosyalizm” diyorum) artık “yaşamsal” önemdedir. Şimdi bu sorumluluğun yükü de omuzlarımızdadır.[1]
“Aklın Kötümserliği, İradenin İyimserliğidir.”
Sabah 9’da bilgisayarımın başına geçip açtığım iş takibi not uygulamamamın en tepesinde Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’deki şu cümleleri yazar: “Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir. En kötü korkuların karşısında umutsuzluğa kapılmayacak ve aptallığın coşkusuna düşmeyecek ciddi ve sabırlı insanları yaratmak gereklidir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir.”
Aklın kötümserliği, dünyayı olduğu gibi, yani bütün zorlukları, sorunları ve olumsuzluklarıyla birlikte kabul etmeyi ifade eder. Bu yaklaşım, hayalci ve aşırı duygusal düşüncelerden ve tepkilerden uzak durmayı ve gerçekçi bir bakış açısıyla olayları değerlendirmemizi sağlar.
Sorunları ve engelleri açıkça görebilmek, durumların karmaşıklığını ve olası kötü sonuçları göz önünde bulundurmak, olaylara stratejik bakmamızı sağlar. Bu, yaşadıklarımızın muhasebesini yaparken duygusal tepkilerden çok mantık ve kanıtlara dayalı bir değerlendirme yapmamızı kolaylaştırır.
İradenin iyimserliği, tüm bu olumsuzluklara rağmen umudunu kaybetmemek ve mücadele etmeye devam etmek anlamına gelir. Karşılaşılan zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, hedeflere ulaşmak için gerekli olan disiplini ve inancı korumak önemlidir.
Bu, pasif bir iyimserlikten ziyade aktif bir eylemliliği ifade eder. Karşılaştığımız zorluklar karşısında moralimizi bozmadan ve yılmadan dayanışmaya devam etmemiz gerektiğini vurgular.
Kendi yalnızlığımızın içerisine hapsolduğumuz, önünde sonunda tükenmişlik sendromuna ulaştığımız bu cendereden, farklı olanı yaratma cesaretini göstererek çıkabiliriz. Bu, alfa bireycilik meddahlarının, girişim savaşçılarının, ruhani enerji saçıcıların ve tüketim çılgınlığının dolduracağı bir boşluk değildir. Kabul edilir olmak için tüm bunlara kafa yormak bizi bu yalnızlıktan kurtarmaz.
Biz kentli emekçilerin bu kapitalist mantığa karşı, rekabetin değil dayanışmanın, çatışmanın değil karşılıklı yardımlaşmanın, birbirinin mezarını kazmanın değil ortak üretim ve paylaşım kültürünün yaratılması için irade göstermemizin zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Efe’nin ve onun gibi tükenip yitenlerin bizlere bıraktıkları yükü hakkıyla kaldırmak, her şart ve koşulda emekçiler olarak dayanışmaktan başlıyor.
Bundan sonra kazılacak bir mezar varsa o da bizi bu cendereye düşürenlerin mezarıdır.
[1] https://vesaire.org/efe-demir-sesi-instagram-sessizligi/