Türkiye’nin dış politikasında son yirmi yılda gerçekleşen değişimleri anlamlandırmak, belirli bir bütünlük içerisinde yorumlayabilmek bazen imkânsız gibi görünüyor. Dönem dönem Batı ekseninden Doğu eksenine kaydığı iddia edilen, müttefik ve muarızların bir çırpıda yer değiştirebildiği ve bu yanıyla da hem ideolojik hem de pragmatist olarak tanımlanabilen bu politikaların bir tutarlılığa, bir büyük stratejiye, hatta müesses nizam ya da ‘devlet aklına’ dayandığı duygusu ise neredeyse tüm analizlerin arka planında varlığını sürdürmeye devam ediyor. Dolayısıyla, bir yandan uzun vadeli hedefler ve izlenen politikalar muğlaklaşırken, kısa vadede dış politikanın tahmin edilebilirliği de oldukça zayıflıyor. Ancak her halükârda, AKP döneminde Türkiye’nin bölgesel ve küresel siyasette daha etkin bir rol oynadığı düşüncesi hemen hemen herkes tarafından fikir birliği edilen bir veri olarak kabul görüyor.
22-26 Ağustos’ta Santander’de gerçekleşen ‘Quo Vadis Europa’ seminerlerinde konuşan Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell bu düşünceyi teyit edecek bir konuşma yaptı. Genel olarak Avrupa Birliği’nin küresel siyasette daha güçlü ve etkin bir rol alması gerektiği düşüncesinin hâkim olduğu konuşmada Borrell “Afrika’da olup bitenler konusunda endişelenmeliyiz. Brüksel’e ilk geldiğimde Fransızlar ve İtalyanlar Libya’daydı. Her zaman uyum içinde değillerdi ama vardılar. Bugün Libya’da hiç Avrupalı kalmadı, sadece Türkler ve Ruslar var” uyarısında bulunuyor.[1] Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ‘orta-ölçekli’ ülkelerin Kuzey Afrika’daki varlıklarını arttırdıkları, Girit’in güneyinde gaz ve petrol aramaları karşılığında Türkiye’nin Libya’ya önemli miktarda askeri yardım sağladığını ve Trablus havalimanını yeniden inşa etme sözü verdiğini hatırlatırken Borrell ‘bu bizim hayal ettiğimiz Akdeniz düzeni değildi’ diye de hayıflanıyor. Borrell’in, esasen AB’nin küresel varlığını –ve bu varlığın muhtemel zayıflığını- önemsediği, özellikle de Ukrayna savaşı ile birlikte Rusya’nın Avrupa’nın geleceğine yaşamsal bir tehdit oluşturduğu yönündeki düşüncesinin yeni olmadığını biliyoruz. Avrupa Birliği içinde Borrell’in görüşü daha bütünleşik ve küresel olarak daha aktif bir Avrupa’yı savunanlar tarafından paylaşılıyor ve Avrupa Birliği’nin güvenlik konusunda ABD’ye aşırı bağımlı olduğu, teknolojik gelişmelere ayak uyduramadığı, tedarik zincirlerini çeşitlendiremediği gibi sorunlar uzun bir süredir Avrupa Birliği’nin üst seviyelerinde dillendiriliyor.[2] Bu çevreler açısından alarm zillerini çaldıran gelişme Avrupa’nın post-kolonyal arka bahçesi Sahil bölgesinin Rusya nüfuzuna kaptırılması olsa da AB üyesi ülkelerin dış politikada ortak hareket edememesinin Türkiye gibi orta-ölçekli ülkelere yaraması da hayra işaret değil.
Geçtiğimiz ay Evrensel’de yayınlanan Afrika dosyası da bu durumu tasdik eden nitelikte dört yazı içermekteydi. Cihan Çelik yazısında Türkiye’nin 2005’te başlattığı Afrika açılımı ile genişleyen dış ticaretin son 20 yılda yüzde 800 arttığını, sadece Türk müteahhit şirketlerinin 87 milyar dolar değerinde inşaat ihalesi aldığını belirterek Sahra altı ülkelerde faaliyet gösteren Türk firmalarının detaylı bir haritasını sunuyor.[3] Albayrak, Limak, Summa gibi inşaat firmaları sadece havayolu, otoyol, stadyum, liman gibi büyük inşaat projeleri gerçekleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu altyapı projelerinin işletme imtiyazlarını da elde ediyorlar. Bir yandan da büyük enerji şirketleri bazı Afrika ülkelerinin elektrik ihtiyaçlarının yüzde yüzünü elektrik üreten gemilerle ve hiçbir altyapı yatırımı yapmadan karşılayarak bu ülkelerden inanılmaz ölçekte bir değer transferi sağlıyorlar. Aynı dosyada Kansu Yıldırım, Türkiye’nin Afrika açılımını ideolojik bir eksen kayması safsatasından kurtararak Türkiye’deki kapitalist birikim rejimine bağlıyor:
Türkiye kapitalizmini bugünkü dinamizmine kavuşturan üç yapısal aks bulunur. Birinci aks, emperyalist bloklar arasındaki gerilimlere ve rekabete adapte olmaya çalışan dış politika ile bunu tamamlayan bölgesel askeri stratejilerdir. İkinci aks, Türk menşeli üretken sermayenin uluslararasılaşmasını, başka coğrafyalara yayılışını hızlandıran ekonomi politikaları ile bunu tamamlayan ticaret anlaşmalarıdır. Üçüncü aks, ulusal sınırlar içerisindeki üretim kapasitesini ve çalışma ilişkilerini belirleyen sermaye birikim rejimidir.
Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması doğrultusunda şekillenen, Türkiye kapitalizminin manevra alanını genişleten (veya duruma göre daraltan) bu aksların tümü eş güdümlü işler. Bu eş güdüm, Türk şirketlerin meta ve hizmet ihracatını kolaylaştırırken, üretimlerini başka ülkelere kaydırmalarına, sermaye ve teknoloji transferi yapmalarına imkân sağlar. Son yıllarda Afrika ölçeğinde sayısı giderek artan Türk şirketler bu durumun en net göstergelerindendir.[4]
Hiç şüphesiz Türkiye’nin özel şirketlerin yanında TİKA, DEİK, Diyanet, Maarif Okulları gibi devlet kurumları ve THY gibi şirketlerin küresel faaliyetlerinin arttığı bölgeler Afrika ile sınırlı değil. Erdoğan 2015, 2016 ve 2018’de bölgeye içlerinde birçok sanayici ve iş insanının olduğu geniş heyetlerle giderken bir Latin Amerika açılımı başlamış, Türkiye bölgedeki altı ülkede yeni büyükelçilik açmıştı.[5] Türkiye Mercosur ve Caricom gibi örgütlerle istişare mekanizmaları kurarken Pasifik İttifakı ve SICA’ya gözlemci statüsü ile dahil oldu.[6] Türk Hava Yolları da bu açılıma paralel olarak bölgedeki birçok başkente doğrudan uçmaya başladı. Bununla birlikte Türkiye’nin özellikle Venezuela ile kurduğu ilişki belirli dönemlerde ekonomik ilişkileri aşarak siyasi bir veçhe de elde edecekti.
Alt-Emperyalizmi Tanımlama Arayışları
Tüm bunlar alt alta dizildiğinde Türkiye’nin son 20 yılda orta-ölçekli bir ülke olmaktan çok öte, kendi kapitalist birikim rejimine uygun olarak bölgesi ve ötesi ile ilgilenen ve buralara etki etmeye başlayan bir alt-emperyalist güç olarak ortaya çıktığı düşüncesi gittikçe mantıklı bir önerme gibi görünüyor. Ancak bu yazı yine Türkiye’deki kapitalist birikim rejiminin dönüşümünden dolayı bu önermenin tam da doğru olmayabileceği iddiasında bulunuyor. Bunu yaparken de alt-emperyalizm kavramının Brezilyalı iktisatçı Ruy Mauro Marini tarafından yapılan formülasyonuna biraz daha detaylı bir biçimde bakmaya çalışıyor.
Kavramı Türkçe literatürde ilk defa en kapsamlı olarak ele alan Barış Alp Özden’in ‘Ustanın Çırakları Alt-Emperyalistler: Politik bir Emperyalizm Analizi’ adlı çalışmasıydı. Özden de özellikle Türkiye’nin Afrika açılımlarına işaret ederek iktidar ve sermaye arasında oluşan blokun ‘bölgesel açılımlar’ üzerinden nasıl hareket ettiğini analiz etmekteydi.[7] Bunu yaparken de alt-emperyalizmi bağımlı kapitalizmin bir aşaması olarak tanımlamaktan öte, sermayenin belirli bir fraksiyonunun iktidar bloku içinde egemen olmasının dış politikadaki tezahürü olarak anlamlandırıyordu. Biz bu çabanın bir alt düzlemine inerek, Marini’nin bağımlı kapitalizmin iç dinamiklerini de analize dahil eden yaklaşımını izleyelim.
Marini, alt-emperyalizmi ortaya çıkaran koşulları anlamak için bağımlı kapitalizmin kendine özgü dinamiklerini incelemenin gerektiğini iddia eder. Bu dinamikleri ise “emeğin aşırı sömürüsü”, “sermaye döngülerinin birbirinden kopması”, “özellikle lüks mal üretiminde tekelleşme” ve “küresel sermaye ile entegrasyon” olarak tanımlamaktadır.[8] Burada altı çizilmek istenen ana koşul bağımlı ülkelerde sermayenin artı değer sömürüsünde mutlak artı değerden göreli artı değere bir türlü geçememe koşuludur. Bağımlı kapitalist birikim rejimlerinde sermaye emeğin aşırı sömürüsüne odaklanarak iç pazarın genişlemesini de engellemektedir. Dolayısıyla da üretken sermaye, orta ve üst sınıfların tüketim kapasitesini aştığı noktalarda dış pazar arayışına girmek zorunda kalmaktadır.
Hiç şüphesiz her bağımlı kapitalist birikim rejimine sahip orta ölçekli ekonomi alt-emperyalist bir forma dönüşmez. Marini buna örnek olarak Latin Amerika’dan Meksika ve Arjantin üzerinde durur. Her iki ülke de kendi yapısal ve siyasal koşullarından dolayı alt-emperyalist bir konuma sahip değilken, bölgede bu koşulu sağlayan tek ülke Brezilya’dır. Marini’ye göre alt-emperyalizmin ilk işaretlerinden biri ülkedeki birikim rejiminin bölge ekonomilerini etkileyebilecek bir kapasiteye ulaşması ve ülke içindeki sınıfsal çelişkilerin bu ülkelere ihraç edilmesidir ki Brezilya bu niteliğe sahiptir. Alt-emperyalist ülkedeki tekelci sermaye ve finans kapital bölge ülkelerinde nüfuzlarını arttırmaktadırlar.[9] İkinci olarak yerli sermayenin organik bileşenleri yükselirken bu durum ülkedeki emek ücretlerine yansıtılmamaktadır. Burada sermayenin organik bileşenlerinin hesaplanmasındaki güçlüğü yadsımamak gerekir. Alt-emperyalist gücün en önemli alameti farikalarından biri ise ulusal sermaye ile askeri-sınai kompleks aksında bağlarını güçlendiren güvenlik öznelerinin, sermayenin diğer fraksiyonları ile militarist-genişlemeci bir program altında birleşmesidir. Brezilya’da 1964 cuntası ülkede kalkınmacı bir iktisadi program izleyerek, militarist bir dış politika ajandasını ulusal burjuvazinin tam desteği ile uygulamaya koyabilmişti.[10] Son olarak Marini, alt-emperyalist ülkenin merkez emperyalist ülkelerle eski ast-üst ilişkisinden koparak ‘çatışmacı iş birliği’ formunda yeniden ilişkilendiğine işaret eder. Marini’ye göre çatışmacı iş birliği kapitalist merkez ile her konuda anlaşamayarak zaman zaman çatışmalar yaşanması ancak uzun vadede uyumlu çalışılmaya devam edilmesi anlamına gelmektedir. Hatta alt-emperyalist ülke merkez kapitalizminin ulaşamadığı gri alanlara nüfuz ederek tamamlayıcı bir rol de üstlenmektedir.
Bu bağlamda alt-emperyalizm, tarihi bir momente, bağımlı kapitalist birikim rejiminin kendine özgü bir biçiminin belirli dönemde ürettiği bir ittifaka dayanmaktadır. Bu ittifakın sürdürülebilmesi için ise ulusal sermayenin alt-emperyalist konumlanmadan çıkar sağlaması elzemdir. Yukarıda Kansu Yıldırım’ın belirttiği ve Türkiye kapitalizminin üzerinde ilerlediğini savunduğu üç aks esasen Marini’nin tanımlaması ile uyumluluk içindedir. Asıl soru Türkiye kapitalizminin dinamizmini koruyup koruyamadığı sorusudur. Bu bağlamda, AKP iktidarlarından önce başlayan, fakat son 20 yılda mükemmeliyete ulaşan Türkiye ekonomisinin neoliberal dönüşümü ile Türkiye kapitalizmi hangi aşamaya evrilmiştir sorusunu sormak gerekmektedir.
Türkiye’nin Alt-Emperyalist Yükselişi?
Türkiye’nin son 20 yılda bazılarının Yeni Osmanlıcılık olarak da tanımladığı dış politika manevralarının ilk bakışta alt-emperyalizm kavramıyla tam anlamı ile uyumlu olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte, daha detaylı bir incelemede, Türkiye sermayesi ile iktidarın aslında 1970’lerden beri alt-emperyalist olarak tanımlanabilecek bir ittifak içinde bulunduğu, AKP döneminde ise her ne kadar bu konumlandırma güçlenmiş gözükse bile son tahlilde ülkenin bölgeye etki etme ve merkez kapitalist güçlerle rekabet ve/veya müzakere/çatışma kapasitesinde aşınma olduğu görülecektir. Her ne kadar bu kapasite aşınmasında AKP kadrolarının yanlış kararları önemli rol oynamışsa da Türkiye’deki kapitalist birikim rejiminin içinde bulunduğu durumun rolü daha büyüktür.
Bu iddiayı biraz açmak gerekiyor. Yukarıda da belirttiğimiz üzere sermayenin organik bileşenlerindeki değişimin hesaplanması özellikle Türkiye gibi ülkelerde zordur. Ancak buna rağmen sermayenin genel olarak organik bileşimini arttıramadığı, dolayısıyla da emek üzerinde büyük bir baskı oluşturmaya devam ettiği tespiti yapılabilir. Küresel rekabet edebilirliğini ucuz emek gücü ile korumaya çalışan sermaye AKP’nin açık kapı göç politikasını tam da bu yüzden desteklemektedir. Buna ek olarak, Türkiye üretken sermayesi düşük faizli krediye bağımlı hale gelmiştir. Buna rağmen, düşük faizli kredilerin özellikle KOBİ’ler açısından hayati öneme sahip olması yadsınarak, irrasyonel ve dinsel bir takıntı olduğu inancı muhalifler arasında bile hala çok rastlanan hurafelerden biridir. İktidarın en takdir edilen ve rasyonel bulunan ilk on yılından itibaren uygulanan, büyüme-istihdam-rant yaratmanın en hızlı formülü olan inşaatın keşfedilmesi de üretken sermayenin geri plana itilmesi ve ülke ekonomisinin prematüre sanayisizleşmesi sürecinde önemli bir etken olmuştur.[11] Bu sürece paralel olarak gerçekleşen tarımsal nüfusun azalması, küresel gıda fiyatları düşerken dünyanın en yüksek gıda enflasyonu ile karşılaşan bir gıda krizini de beraberinde getirmektedir. Yüksek gıda enflasyonunun en yakıcı sonuçlarından biri ise ücretlerin reel olarak arttığı koşullarda bile satın alma gücünün azalmasıdır.
Böylece Türkiye ekonomisi bir bütün olarak içinden çıkılmaz fasit bir dairenin içine girmiş görüntüsü vermekte ve üretken sermayenin sürekli olarak mevzi kaybettiği bir durum ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin üretken sermayesi, ülke içinde emek güçlerine daha fazla baskı kurmak durumunda kaldığında her zaman arkasında güçlü bir iktidar desteği bulurken, küresel dalgalanmalara ve yabancı para akışına hassas bir ekonomik modelin ceremesini de yüklenmek durumunda kalıyor. Sermayenin organik bileşenlerini yükseltmesinin yapısal olarak çok gerekmediği inşaat, madencilik, tekstil gibi sektörler iktidar bloku içinde konsolide olurken, zora girdikleri durumlarda ise doğanın, kamu kaynaklarının ve emeğin sınırsız sömürüsüne dayanan yağmacılığa daha sıkı sarılıyorlar.
Dış Politikada İrtifa Kaybı
Türkiye’nin Marinici anlamda alt-emperyalist konumunun aşındığını iddia ederken ilk bakılması gereken nokta da Türkiye sermayesinin içinde bulunduğu bu durum. Ancak başka açılardan da Türkiye’nin dış politikada tam anlamıyla bir kapasite kaybı yaşadığını söylemek zor değil. Türkiye’nin belki de son elli senedeki en büyük alt-emperyalist manevrası olan Suriye’de rejim değişikliği hülyasının bugün geldiği nokta herkesin malumu. Trump’tan Biden’a ABD ile olan ilişkiler çatışmacı iş birliğinden çok, kontrollü tahakküm formunda ilerliyor gibi gözüküyor. Bunun tam tersini düşünenlerin Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği sürecinde çıkardığı sese rağmen ne elde ettiği sorusuna cevap vermeleri gerekiyor. Rusya ile olan ilişkiler ise ancak Rusya’nın belirlediği çerçevede sürdürülebiliyor. Rusya için Ukrayna meselesinde NATO üyesi ülkeler arasındaki farklı sesler vazgeçilmez önemi haiz. Aynı zamanda Türkiye gerekli durumlarda Batı ile bir kanal vazifesi görmesi açısından önemli. Ancak Türkiye bu kapasitesini Rusya ile olan ilişkilerinde ne kadar kullanabiliyor? Doğu Akdeniz’de yalnızlaşan, bir zamanlar hayat memat meselesi olarak sunduğu Mavi Vatan’dan artık haber alınamayan, AB ile göçmen anlaşması sayesinde piyasalaşarak ilişkilerini ancak su üstünde tutturabilen Türkiye, Orta Doğu’da da mevzi kaybederken, Körfez ülkeleri bölgedeki sorunlarda daha etkin ve önemli aktörler olarak ortaya çıkıyorlar.
Hiç şüphesiz, Türkiye halen ekonomik ve askeri açıdan değerlendirildiğinde bölgede yadsınamayacak bir ülke konumunda. Bununla birlikte, son dönemde görüldüğü gibi dış politikada kısa ve orta vadeli hedeflerinin neler olduğu ve bunların ne kadar tutarlılık ile belirlendiği muğlak görünüyor. Ancak tekrar etmek gerekirse dış politikadaki bu irtifa kaybını “yanlış ve tutarsız” politikalara bağlamak yeterince açıklayıcı değil. Türkiye ekonomisinin yapısal dönüşümünün dinamikleri daha açıklayıcı bir çerçeve sunuyor. Bu bağlamda da Türkiye sermayesinin belirli fraksiyonlarının önlerinde açılan alanların ne kadar kalıcı olacağını izlemek anlamlı olacaktır.
[1] “Borrell: Turkish and Russian Influence has derailed EU’s ‘Mediterranean Order”, https://euobserver.com/eu-and-the-world/ar590454b1, 28 Ağustos 2024. [2] Joseph Borrell (2022) “Quo Vadis Europa”, https://www.eeas.europa.eu/eeas/quo-vadis-europa-0_en, 24 Ağustos 2024. [3] Cihan Çelik, “Üsler, limanlar, yollar, okullar, Afrika’da Türkiye’nin büyüyen izi”, Evrensel 04 Ağustos 2024, https://www.evrensel.net/haber/524769/usler-limanlar-yollar-okullar-afrikada-turkiyenin-buyuyen-izi. [4] Kansu Yıldırım, “Afrika’daki Türk şirketlerin egemenliği ve devlet biçimi”, Evrensel 04 Ağustos 2024 https://www.evrensel.net/yazi/95320/afrikadaki-turk-sirketlerin-egemenligi-ve-devlet-bicimi. [5] A. G. Levaggi (2013) Turkey and Latin America: A New Horizon for a Strategic Relationship, Perceptions, Volume XVIII, Number 4, 99-116. [6] Marta Tawil-Kuri (2021) “Turkey in Latin America: Tenacity in changing international environment”, in Gian Luca Gardini (ed) ‘External powers in Latin America : geopolitics between neo-extractivism and South-South cooperation’, Routledge, 123-137. [7] B. A. Özden (2015) “Ustanın çırakları alt-emperyalistler: Politik bir emperyalizm analizi denemesi” içinde Bekmen A. and Özden B. A. (eds) Emperyalizm: Teori ve Güncel Tartışmalar. İstanbul: Habitus, 113–156. [8] R. M. Marini (1977) Subdesarrollo y revolución, 8a edición, México: Siglo Ventiuno Editores S.A. [9] M. Luce, (2015) Sub-imperialism, the highest stage of dependent capitalism, in Patrick Bond and Ana Garcia (eds) BRICS An Anti Capitalist Critique, London: Pluto Press, 27-44. [10] R. M. Marini (1972) “Brazilian Subimperialism”, Monthly Review, Vol. 23(9), 14-24. [11] Özgür Orhangazi, and A. Erinç Yeldan (2021) "The re‐making of the Turkish crisis." Development and Change, 52.3, 460-503.