1875’te Almanya’daki iki sosyalist fraksiyonun birleşmesiyle ortaya çıkan Gotha Programı, işçi sınıfı adına konuştuğunu iddia edenlerin bile ne denli burjuva etkisi altında şekillendiğinin acı bir göstergesiydi. Marx, bu programa yönelttiği acımasız eleştirilerde yalnızca dönemin teorik sapmalarını işaret etmekle yetinmiyor, gelecek yüzyılları da hedef alan berrak bir uyarıda bulunuyordu. Gotha Programı’nın Eleştirisi yazılışından 150 yıl sonra, bugün de güncelliğini korumaya devam ediyor. Zira sosyal demokrasi, halkçılık ve liberal eşitlikçiliğin türlü versiyonları devrimci programı o günlerdeki kadar sulandırmaya, sınıf mücadelesini yumuşatmaya, görünmez kılmaya ve işçi sınıfını burjuva devlete entegre etmeyi sürdürüyor.
Gotha Programı’nın Eleştirisi’nin yayımlanmasının 150. yılı vesilesiyle yazdığım bu satırlarda, eleştirinin yalnızca tarihsel bir metin olduğunu değil, bugünün sınıf savaşında hâlâ yol gösterici bir silah olduğunu vurgulamayı amaçlıyorum. Burada, eleştiride bahsi geçen (ve eleştirinin özüne layık olmaya çalışarak) Marksist kavram ve duruşları (proletarya diktatörlüğü ve enternasyonalizmin önemi), devrimci teori olmadan devrimci pratik olmayacağını vurgulayan Leninist çizgide kısaca ele almaya çalışacağım.
Lasalle ve Sınıf Uzlaşmacılığı
Gotha Programı’na yönelttiği eleştirilerde Marx’ın en sert oklarından biri, doğrudan Ferdinand Lassalle’a yöneliyordu. Lasalle, her ne kadar kendini işçi sınıfının dostu ve temsilcisi olarak sunsa da, düşünsel ve politik yönelimiyle burjuva düzenin sınırları dışına taşmaktan ısrarla kaçınmış bir figürdü. Ona göre sosyalizm, devletin yukarıdan aşağıya müdahalesiyle, üretim kooperatifleri yoluyla ve “genel çıkar” adına inşa edilebilirdi. Onun dünyasında ne sınıf mücadelesine yer vardı ne de burjuva devletin ortadan kaldırılmasına. Devlet onun gözünde, sınıflar üstü bir hakem işlevi görüyordu. Oysa Marx için devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğinin aygıtıydı –ve eğer bu aygıt proletaryanın hizmetine geçirilmez, ardından da söndürülmezse, sosyalizm hayalden öteye geçemezdi.
Lasalle’ın “halkçı devlet” kavramı, bugün de karşımıza çıkmaya devam eden bir tür sınıf uzlaşmacılığı fantezisidir. “İktidar ayrı şey, devlet ayrı şey” gibi sık sık rastladığımız söylemler, Marx’ın yerle bir ettiği bu kavramın günümüzde hâlâ nasıl canlı tutulduğunu göstermektedir. Sosyal demokrasinin ve reformist solun, işçi sınıfını devlete sadakat duygusuyla bağlama çabaları, tam da Lasallecı çizginin bugünkü uzantılarıdır. Gotha Programı’nda Lasalle’ın fikirlerinin etkisiyle ortaya atılan “adil bölüşüm” ve “özgür devlet” gibi kavramlar, sınıf gerçekliğini görünmez kılmak üzere seçilmiş liberal sis bulutlarından başka bir şey değildi.
Marx bu sisleri keskin bir teorik kılıçla dağıtmıştır. Ona göre, işçi sınıfının kurtuluşu, ne burjuva yasaları dahilinde mümkün olabilirdi ne de egemen sınıfların insafına bırakılabilirdi. Sınıf savaşı olmadan sosyalizm olmazdı; burjuva devlet aygıtı parçalanmadan proletarya özgürleşemezdi. Lasalle’ın işçi sınıfını devlete yönlendiren çağrısı, sınıf savaşını tersyüz ediyor, işçileri devlete bağımlı kılarak edilgenleştiriyordu.
Dolayısıyla bugün “devleti yeniden halkçı kılalım” gibisinden çağrıda bulunanlar, Lasalle’ın hayaletini taşımaktadırlar. Bu hayaletin karşısına Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in silahlandırdığı işçi sınıfını dikmek, 150 yıl sonra hâlâ en güncel görevlerden biridir.
Geçiş Dönemi ve Proletarya Diktatörlüğü
Pittsburg’lu çelik işçisi ve Amerikalı aktivist ve şarkıcı Mike Stout 2020’de şöyle bir açıklama yapmıştı: “Hayal ettiğim tek ‘diktatörlük’, açgözlü %1’in ve onların sınıfının bizi borç içinde yaşadığımız köleliğe sürüklemesine, servetimizi ve doğal kaynaklarımızı çarçur etmesine ve istiflemesine izin vermeyen ve onların tüm gezegeni yok etmesini engelleyen bir diktatörlüktür.”
Stout burada, Marx’ın “Kapitalist toplumdan komünist topluma geçiş dönemi, bir siyasal geçiş dönemi olarak düşünülebilir; bu dönemde devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” cümlesindeki proletarya diktatörlüğünden bahsediyordu.
Marx bu cümleyi yazarken bir teorik polemik yürütmüyordu; devrim stratejisinin özünü formüle ediyordu. Komünizm, bir temenni değil, bir zorunluluktu; bu zorunluluğa giden yol da sınıf egemenliğinin tarihsel olarak son biçimi olan proletarya diktatörlüğünden geçmek zorundaydı.
Burjuva demokrasisinin sahte eşitlik söylemi, işçi sınıfına oy hakkı tanınmasını, sendikal hakları veya anayasal güvenceleri bir “ilerleme” gibi sunmuştur. Oysa Marx’ın altını çizdiği nokta şudur: Bu haklar, burjuva mülkiyet düzeni çerçevesinde kalındığı sürece, yalnızca sömürüyü meşrulaştırmanın araçlarıdır. Emeğin özgürlüğü, emeğin ücretli kölelikten kurtuluşu olmadan gerçek anlamda sağlanamaz. Bu nedenle Marx, kapitalist düzeni devrimle yıkmadan, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermeden ve proletarya kendi sınıf iktidarını kurmadan geçiş dönemi başlayamaz demiştir.
Bu geçiş dönemi, işçi sınıfının burjuvaziyi bastırdığı, kaçınılmaz olarak baş veren karşıdevrimci direnişi ezdiği ve yeni toplumun temellerini attığı sınıflı ama farklı bir toplum biçimidir. “Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olduğu bu dönem, gelecekteki komünist toplumun maddi koşullarını yaratma sürecinden başka bir şey değildir.
Lenin, bu geçişin ancak proletarya diktatörlüğüyle mümkün olduğunu ısrarla vurgulamıştır. Sovyetler bu deneyin ilk laboratuvarı olmuştu. Bugün kimi “sosyalistler”, burjuva ideolojisinin de kültürel etkisi altında, bu kavramdan ya ürkmekte ya da onu liberallerin anladığı gibi anlayıp onların ağzından konuşarak bilinçli ya da bilinçsiz şekilde karalamaktadır. Oysa proletarya diktatörlüğü, işçi iktidarı demektir; sömürücü azgın azınlığın değil, ezilen çoğunluğun kendi iktidarını kurmasıdır; halkın gerçek anlamda egemen olduğu düzendir.
Bugün de egemen sınıfların iktidarına devrim dışında bir son vadeden her hareket, sosyalizm değil; olsa olsa “yumuşatılmış” kapitalizm vadetmektedir. Dolayısıyla Gotha Eleştirisi’nin bu bölümü, her devrimci partinin siyasal hattının özünü oluşturmaya devam etmektedir: iktidar meselesi.
Kapitalist Bölüşüm İlişkileri ve “Adalet” Masalı
Gotha Programı’nın Marx’ı belki de en fazla öfkelendiren cümlesi, programın 1. maddesini meydana getiren şu cümleydi: “Emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır, ve üretken emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından olanaklı olduğu için, emeğin ürünü, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir.”
Bu cümle, kulağa adilmiş gibi gelen ama içeriği itibariyle burjuva iktisadının yeniden üretimi olan bir aldatmacayı içeriyordu. Marx bu formülün ardındaki mantığı sorgusuzca kabul etmenin, sosyalizmin altını oymak anlamına geldiğini çok net biçimde ortaya koymuştur. Çünkü mesele sadece “kimin ne kadar çalıştığı” değil, emeğin hangi toplumsal ilişkiler içinde üretildiği ve nasıl bölüşüldüğüdür.
Kapitalist toplumda “adil bölüşüm” söylemi, üretim araçlarının özel mülkiyeti koşullarında gerçekleşen sömürüyü perdelemekten başka bir işe yaramaz. Burada üretim sürecine hâkim olan azınlık sınıf, artık değeri gasp ederek emekçilerin ürününe el koyar. Sınıfsal eşitsizliğin bu yapısal biçimi, “herkese emeğinin karşılığı” gibi formüllerle meşrulaştırılmaya çalışılır. Marx, tam da bu yüzden, bölüşüm sorununu üretim ilişkilerinden bağımsız ele alan her yaklaşımın ideolojik olarak burjuva olduğunu belirtmiştir.
Sosyalist toplumun ilk evresinde ise (yani geçiş döneminde), hâlâ belli kalıntılar, eşitsizlikler ve hatta burjuva hukukunun bazı biçimleri yaşamaya devam eder. Dolayısıyla Marx, “herkese emeği kadar” ilkesini devrimci bir hedef değil, geçici bir zorunluluk olarak değerlendirir. Bu, kapitalist düzene oranla ileri bir adımdır. Nihai hedef ise, üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte ihtiyaçlara göre bölüşümün esas alınmasıdır: “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre.”
Günümüzde göz önünde olan (ya da göz önüne çıkarılan mı demeliyim?) anti-kapitalist gündelik söylemlerin önemli bir kısmı “adil vergi sistemi”, “kamucu ekonomi”, “refah devleti” ve “sosyal devlet” gibi liberal burjuva adalet anlayışına sıkışmış kalmış kavramlardan meydana gelmektedir. Oysa Marx, gerçek adaletin ancak sınıfların, özel mülkiyetin ve devletin ortadan kalkmasıyla mümkün olacağını açıkça ortaya koymuştur. Burjuva hukukunun eşitlik masalı, eşitsizliğin sürekliliğini sağlamaktan başka bir işe yaramaz.
Bizler için mesele, kim ne kadar “hak etti” sorusu değil, sömürünün ortadan kalktığı bir toplumu nasıl kuracağımız sorusudur. Gotha Eleştirisi, sosyalizmi “daha adil bir kapitalizm” olarak görenleri sert biçimde teşhir etmiş ve etmeye de devam etmektedir. Bugün hâlâ Gotha Programı’nın düzleminde üretilmeye devam eden politikaların hepsi, Marx’ın 150 yıl önce çürüttüğü mitlerin güncellenmiş versiyonlarıdır.
Enternasyonalizm ve Komünist Perspektifin Evrenselliği
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde yalnızca Almanya’daki koşullarla sınırlı kalmamıştır; eleştirisini milliyetçi ufka da yöneltmiştir. Ona göre işçi sınıfı hareketi ulusal sınırlar içinde düşünülürse, bu hareket baştan boğulmaya mahkûmdur. Proletarya enternasyonalisttir — çünkü kapitalizm, üretimi ve sömürüyü uluslararası ölçekte örgütleyen bir sistemdir. Emperyalizm, ulus-devletleri kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirir; savaşlar, krizler, işgal ve soykırımlar bu düzenin kaçınılmaz ürünleridir.
İşte bu yüzden enternasyonalizm, yalnızca soyut bir dayanışma çağrısı değil, doğrudan sınıfsal bir zorunluluktur. Sosyalizmin ancak küresel bir kopuşla kalıcılaşabileceği, eleştiride henüz açıkça formüle edilmemiştir belki, ama Marx’ın tüm politik yöneliminin altını bu gerçek çizmiştir. Ve bugün yaşadığımız tarihsel uğrak, bu enternasyonalist çizginin kimler tarafından gerçekten benimsendiğini, kimler tarafından milliyetçi sınırlar içinde iğdiş edildiğini gözler önüne sermektedir.
Uzun süredir gözlerimizin önünde bir soykırım yaşanıyor: Filistin halkı, sömürgeci siyonist işgale ve etnik temizliğe karşı direniyor. Ancak bu direniş karşısında sosyalist olduğunu iddia eden kimi çevreler, İsrail siyonizmini “meşru güvenlik endişeleri” ya da “İsrail devletinin var olma hakkı”[1] gibi emperyalist propaganda kalıplarıyla aklamaya çalışıyor. “All United for Free Palestine”[2] gibi en temel barışçıl sloganlara dahi tahammül edemeyen bu kesimler,[3] nesnel olarak ezilenlerin değil ezenlerin safında yer almaktadır.
Bugün İsrail’in Filistin’de yürüttüğü sistematik sömürgeciliği ve apartheid rejimini soykırım olarak tanımlamaktan kaçınan bu çevreler, enternasyonalizmi sadece Avrupa sınırları içinde, NATO eksenli “evrensel haklar” şablonlarıyla tanımlayarak, proletaryanın dünya çapındaki ortak düşmanına karşı mücadeleyi felç etmektedir. Emperyalist ideolojinin “siyonizmi eleştirmek antisemitizmdir” şeklindeki sahte denklemini sorgulamak bir yana, onu yeniden üretmektedirler. Oysa gerçek enternasyonalizm, tam da Filistin halkının özgürlük mücadelesi gibi direnişlerin yanında sınıfsal bir tavırla durmayı gerektirir.
Marx’ın enternasyonalizm anlayışı böyle bir ikiyüzlülüğe asla tahammül etmez. Emperyalizme, siyonizme ve uluslararası sermaye düzenine karşı, ezilen halkların devrimci dayanışmasını esas alır. Bugün Filistin ile dayanışmak, yalnızca bir insan hakları meselesi değil, anti-emperyalist bir görevdir.
150 Yıl Sonra Aynı Kavga
Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi, sadece 1875 Almanya’sının değil, bugün dünya çapında yürütülen sosyalist mücadelenin de pusulası olmaya devam etmektedir. Reformizme, sınıf işbirliğine, milliyetçiliğe, burjuvazinin “adalet” masallarına ve enternasyonalizmin içinin boşaltılmasına karşı yazılmış bu metin, proletarya diktatörlüğünü, sosyalizmin geçici ama zorunlu çelişkilerini, komünizmin sınıfsız ve devletsiz ufkunu ve ezilenlerin enternasyonal dayanışmasını temel almaktadır.
Bugünün dünyasında, sosyalizm adını taşıyan ama içeriği boşaltılmış her söylem, Gotha Eleştirisi’nde teşhir edilen çizginin bir devamıdır. Kapitalizmin ömrünü uzatan, devrimi erteleyen, devleti kutsayan, proletaryanın iktidarını reformlara kurban eden her yaklaşım, “burjuvaydı/burjuva evet ama…” diye başlayan her savunma Marx’ın mirasına değil, düzene ve düzen savunucularına hizmet etmektedir.
[1] BM İşgal Altındaki Filistin Toprakları Özel Raportörü Francesca Albanese’nin bu konuda bir röportajında söylediği gibi, “Ülkelerin var olma hakkı yoktur… insanların var olma hakkı vardır.” https://www.youtube.com/watch?v=nCKUfALrK90 [2] Örneğin “Die Linke”, İsrail’in Filistin’deki soykırım yaptığını kabul etmemekte, Filistin ile dayanışma gösteren enternasyonalist ruha sahip kendi üyelerini dahi açıklamalarıyla hedef almaktadır. Geçtiğimiz günlerde Die Linke üyesi Ulrike Eifler’in X hesabından yaptığı “All United For Free Palestine” konulu görsel paylaşım (https://x.com/EiflerUlrike/status/1919821974483960304#m), maruz kaldığı yüzlerce tehdit ve hakaretin yanında, partisinin de alelacele “İsrail Devletinin yanındayız… İsrail’in var olma hakkını reddeden her tür açıklamanın karşısındayız… Partimizin üyelerini bu tür açıklamaları yayınlamamaya ve yayınlanmış olanları derhal geri çekmeye (örneğin sosyal medyadan silmeye) çağırıyoruz.” gibi enternasyonalizmle hiçbir bağı olmayan resmi bir açıklama yayımlamasına sebep olmuştur (https://www.die-linke.de/partei/parteidemokratie/parteivorstand/parteivorstand-2024-2026/detail-beschluesse-pv/das-existenzrecht-des-staates-israel-ist-fuer-uns-nicht-verhandelbar/). [3] Özellikle ABD’de Filistin hariç “tüm konularda ilerici” bir tavır takınan liberalleri, solcuları vd. alaya almak için yaratılmış “Progressive except Palestine” tanımlamasıyla nitelendirebileceğimiz ve ABD sınırları dışında da var olan tüm kesimler.