Günlük gazetelerin yaygınlaştığı, matbaa teknikleri sayesinde ucuzladığı, işçi sınıfı ve köylüler tarafından daha fazla okunmaya başlandığı 1800’lerin başında Avrupalı egemenler gazeteyi “şeytan”, “sapkın” ve “çağın en büyük belası” olarak tanımlıyordu.[1] Aşağıdakilerin siyasete müdahil olması, üstelik dönemin devrimlerinin lideri konumundaki burjuvazinin taleplerini de aşacak düzeyde radikal bir siyaset geliştirme riskleri egemenleri huzursuz ediyordu. Gazete, burjuva kamusal alan açısından olduğu kadar proleter siyaset ve örgütlenme açısından da çok önemli potansiyeller barındırıyor, bu nedenle Marx tarafından “tinin en özgür görünümü” olarak tanımlanıyordu.[2] Yüzyılın ortalarına doğru gelişme gösteren işçi sınıfı gazetelerine yönelik sansür, kapatma, tutuklama ve pul vergisi gibi maddi kısıtlamalar sınıf mücadelesinin basın alanına bir yansımasıydı. Bu mücadeleyi, yasaklar ve sansürle değil, baskı ve dağıtım maliyetlerini artırarak, gazeteleri ve gazeteciliği tamamen ticarileştirerek, basını kapitalist bir işletme haline getirerek burjuvazi kazandı.
Gazeteden sonra ortaya çıkan sinema, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim teknolojilerinde de ilk başta egemenlerin ve muhafazakârların, ahlaki panik temalı karşı çıkışları, hezeyanları ve komplo teorileri ortalığa saçıldı. Ancak kapitalizm, teknik gelişmeleri henüz yolun başında kapitalist işleyiş içerisinde absorbe etme yeteneğini yıldan yıla daha fazla geliştirdi. Üstelik emperyalist paylaşım savaşları ile birlikte propaganda ve iletişim araçları, kitle imha silahları kadar önem verilen araçlar haline gelmişti. Nazilerin o dönemki propaganda ve örgütlenme başarıları radyo ve sinemanın etkin kullanımına bağlanıyordu. Özetle, devletler ve sermaye sınıfı, iletişim alanında gerçekleşen teknik yeniliklere, çıkarlarını tehdit ettiği yerde ahlaki panik kampanyaları, sansür ve yasaklamayla karşılık veriyor ancak diğer yandan da bu yeniliklerin hızlıca kapitalist işleyişe katılması ve kendi çıkarlarına yarar sağlayacak formlara kavuşması için çaba harcıyordu.
İnternetin ortaya çıkmasıyla birlikte yaşananların da pek farklı olduğunu söyleyemeyiz. Belki de tek fark, internetin doğrudan ABD savaş endüstrisi tarafından geliştirilmesi, sonrasında kamuya açık bir hizmet haline gelmesi, ancak tam anlamıyla yaygınlaşmasının biraz uzun sürmesidir. World Wide Web sisteminin ortaya çıktığı 1989 yılını baz alırsak, o günden internet tekellerinin ipleri eline aldığı tarihe kadar geçen döneme kadar internet daha paylaşımcı ve işbirliğine dayalı bir yapı olmuştur. Özgür Yazılım hareketinin geliştiği, telif ve fikri mülkiyet haklarının esamesinin okunmadığı, denetim ve kısıtlamaların yetersiz kaldığı bu dönem sermayenin internet üzerinde henüz tahakküm kuramadığı, ancak bunun araç gereçlerini oluşturmaya başladığı bir dönemdir.
Hikâyenin devamında ise, hepimizin bildiği gibi, büyük bir mülksüzleştirme hamlesiyle birlikte internet ve ona bağlı teknolojiler, Jodi Dean’in iletişimsel kapitalizm olarak adlandırdığı, tamamen kâr ve rant odaklı bir yapıya evrilmiştir. Müzik paylaşımının Spotify, film paylaşımının Netflix, oyun paylaşımının Steam ile özelleştirildiği dijital uzamda, iş belli metaların değişim değerine yeniden bağlanmasıyla kalmamış, internet kullanıcılarının çevrimiçi her hareketinin paraya çevrildiği bir sistem inşa edilmiştir. Bilginin ve kanaatlerin özgürce paylaşıldığı internet tahayyülü, bugün yerini şirketlerin mutlak tahakkümü ile devletlerin siyasi ve iktisadi çıkarları doğrultusunda bu tahakkümden pay alma amaçlı rekabetine bırakmıştır.
Şirketler ve İnternet
Teknoloji tekellerinin interneti ele geçirmeye başladığı yıllarda, günümüzün aksine, tekno-iyimserliğin daha baskın olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle liberal kalemler, 2010’lu yılların başında, Twitter ve Facebook sayesinde dünya üzerinde diktatörlükle yönetilen ülke kalmayacağını, bilginin serbestçe ve kolayca paylaşılmasının demokrasinin evrensel zaferini getireceğini iddia ediyor, o yıllarda birçok ülkede ortaya çıkan isyan dalgasını da bu iddialarına kanıt olarak sunuyorlardı. Ancak aradan geçen 6-7 yılın ardından aynı kalemler bu sefer post-truth’tan, sahte haberden, dezenformasyondan, komplo teorilerinden, aşırı sağın güçlenmesinden, özellikle “aşırı sol”un ortaya çıkma ihtimalinden kaygıyla söz etmeye başladılar. Liberal oldukları için popülist sağ siyasetin güçlenmesini ve bununla bağlantılı olarak komplo teorisi ve sahte haberin yaygınlaşmasını 2008 krizi ve neoliberal yıkım politikalarıyla bağlantılandırmak yerine, ortaya çıkan bütün kötülüklerin müsebbibi olarak sosyal medyayı işaret ettiler ve tekno-kötümserlik dalgası güçlenmeye başladı.
Yeri gelmişken, tekno-kötümserlik ile tekno-iyimserliğin aynı kaynaktan beslenen liberal tutumlar olduğunu söylememiz gerekiyor. Ne internet ne de diğer kitle iletişim araçları siyaseti ve toplumsal yapıyı belirleme gücüne sahiptir. Aksine bunlar sınıf mücadelesi ve siyaset tarafından belirlenen alanlardır. Bütün suçu sosyal medyaya atmak, kapitalizmin marazlarını teknik açıklamalarla gizlemenin bir yolu olmuştur liberaller için. Ancak bunun yanında, internetin egemen yapısının özgür, bağlama oturan ve derinlikli bir iletişimi imkânsız kıldığı da bir gerçektir. Bu yapı, internet teknolojisinin kamusal çıkarlar yararına taşıdığı önemli potansiyelleri yok etmektedir.
İnternetin egemen yapısı, kullanıcıların ürettikleri verilere el konularak, bunların üçüncü taraflara satılması üzerine kuruludur. Bu nedenle şirketleri ilgilendiren daha fazla veri üretilmesi, bunların işlenmesi ve paraya çevrilmesidir. Sosyal medya platformları, kullanıcılarının daha fazla veri üretmesi, bu verileri barındıran paylaşımların daha çok etkileşim alarak daha çok veriye imkân sağlaması için çeşitli algoritmalar kullanır. Bunun yanında, takipçi ve beğeni sayısı gibi sosyal ödüller ile X platformunun “mavi tik” uygulamasında ya da Youtube yayıncılığında gördüğümüz gibi para ödülleri de kullanıcıların çevrimiçi pratiklerini etkiler. Bu yapı, kullanıcıların hangi meslekten, siyasi görüşten, ilgi alanından oldukları ya da sosyal medyayı hangi amaçla kullandıkları fark etmeksizin, mesajları standartlaştırır, serileştirir ve niteliksizleştirir. Jodi Dean’e göre herhangi bir siyasi tartışma ya da eleştiri sosyal medya mecralarında amacına ulaşamaz. Çünkü sosyal medyada paylaşılan bir eleştiri ya da derinlikli bir tahlil, bir eleştiri ya da metin olarak algılanmaz; ancak mainstream akışa sürülmüş bir başka fikir olarak işlev görür. Eleştirinin içeriği değil, akışa olan niceliksel katkısı önemlidir. İnternetin yapısı için temel olan akışın –yavaşlamadan– devam etmesidir, bu nedenle hiçbir fikir akışa etki edemez. Mesajın değişim değeri, kullanım değerini aşar. “Bir katkının [mesajın] anlaşılmasına gerek yoktur. Onun sadece tekrarlanması, çoğaltılması ve iletilmesi gerekir”.[3]
Shoshana Zuboff’a göre, “insan deneyiminin davranışsal veriye dönüştürülmeye müsait ücretsiz bir hammadde olduğunu iddia eden” gözetim kapitalizmi, kullanıcı davranışlarından elde edilen verileri toplamakla kalmayıp, bu davranışları tahmin etme ve şekillendirme amacını taşır”. Böylece kullanıcı kaynaklı bilgi akışını otomatikleştirmek değil bizzat kullanıcıyı otomatikleştirmek hedeflenir.[4] Yani, Facebook, Twitter, Instagram vd. insanların sosyalleşmesi, haber alması, bilgi edinmesi, fikirlerini değiş tokuş etmesi için kurulmuş iletişim mecraları değil, veri toplayıp, hatta sermaye tarafından arzulanan verilerin ortaya çıkmasını sağlayıp, bunları kâra çevirmekle meşgul reklam şirketleridir. Tek amaçları, güvenilir, kesin ve arzulanan ticari sonuçlara götüren davranışlar üretmektir. Bugünlerde AKP’li isimlerin sıklıkla iddia ettiği gibi bu platformların siyasi ve etik düzeyde tavır alması, örneğin İsrail’i açıktan desteklemesi, gerçekçi değildir. Tek yaptıkları, veri akışının kesilmemesi ve eksilmemesi için siyasi karar alıcılara çeşitli biçimlerde rüşvet sunulmasıdır. Bu şirketlerin neredeyse tamamı ABD menşeili olduğu için, ABD siyasetinin bu platformlar üzerinde etkili olması da normaldir. Ancak geçtiğimiz senelerde Google’ın Çin devleti için yazılım ürettiğinin ortaya çıkması ve bu projenin çalışanların tepkisi sonucu iptal edilmesinin gösterdiği gibi, dijital endüstri, örneğin medya endüstrisi kadar siyasi kamplaşmalara bağımlı değildir. Onlar için önemli olan verinin kendisidir, içeriği değil.
Genel olarak değerlendirdiğimizde, İnternetin ve sosyal medyanın egemen yapısı, iletişim, ifade ve haber alma özgürlüğünün önünde ciddi bir engel olarak dikilmektedir. Bu engel çok küçük oranda, siyasi iktidarlara verilen rüşvetler olarak, doğrudan ya da gölge sansür (shadowban) olarak karşımıza çıksa da, büyük oranda algoritmaların ve ödül sistemlerinin mesajları ve davranışları aynılaştırması, serileştirmesi, niteliksizleştirmesi ve içeriksizleştirmesi ile görünür olmaktadır. Böyle bir ortamda, sahici bir iletişim ve üretken bir etkileşim, algoritmalar eliyle, sansür mekanizmalarına ihtiyaç duyulmadan bir nevi sansürlenmektedir. Bunun yanında milyarlarca insanın iletişim faaliyetini bir avuç şirketin belirlemesi ve şekillendirmesi de ayrıca üzerinde durulması gereken başka bir garabettir.
Devletler ve İnternet
Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, dijital özgürlüğü ve bununla bağlantılı olarak iletişim özgürlüğünü, teknoloji tekelleriyle birlikte en fazla tehdit eden diğer odak devletlerdir. Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi, internetin egemen yapısı her ne kadar sahici bir eleştirinin ve siyasetin dolaşıma girmesine imkân vermese de, kendi kontrolleri dışında bir iletişim alanının varlığı dahi devletleri rahatsız etmektedir. Özellikle muhalif olarak tanımlanan gazetecilerin ve doğrudan yurttaşların siyasi eleştirileri tehlike olarak görülmektedir. İkinci olarak, verinin bu denli önem kazandığı dijital ekonomide, ulus devletler kendi yurttaşları tarafından üretilen verinin yarattığı değere ortak olmanın yollarını aramaktadır. Bu anlayışa göre, örneğin ABD’li bir şirketin herhangi bir başka ülkede üretilen verileri toplayarak buradan para kazanması ve ilgili devlete herhangi bir pay vermemesi ulusal değerlerin sömürülmesi olarak değerlendirilmektedir.
Devletlerin internetle ve sosyal medya platformlarıyla olan sürtüşmesi seneler içerisinde birçok farklı şekilde karşımıza çıkmıştır. Örneğin, AB ülkeleri mahremiyet hakkı ve veri gizliliği gibi başlıklar üzerinden sosyal medya platformlarına yönelik ciddi kısıtlamalar getirme yoluna gitmiştir. Ülkelerin çıkarlarına göre bazı ülkeler Batılı şirketlere ait uygulamaları kendi ülkelerinde yasaklarken, örneğin ABD’de, ulusal güvenlik nedeniyle, devlet çalışanlarının Tiktok kullanması engellenmiştir. Bunun yanında ABD’de “yerli ve milli” platformlara yönelik ciddi soruşturmalar gerçekleştirilmiş, platform sahipleri defalarca ifadeye çağrılmıştır. İnternet üzerinde tam kontrol sağlama ve kendi uygulamalarını geliştirme konusunda Rusya ve Çin, dünyaya örnek olacak bir pratik sergilemiştir. Rusya VK, Telegram gibi etkili uygulamaları ihraç edecek noktaya gelmişken, Çin bütün totaliter yönetimlerin imrenerek izlediği kapalı devre bir internet ortamı yaratmayı başarmış, böylece hem sıkı bir sansürü hem tamamen devlet kontrolünde etkili bir gözetim rejimini hem de verinin ülke içinde değerlendirildiği bir dijital ekonomi sistemini yerleştirmiştir.
AKP’nin sansür ve yasak rejimi
Türkiye’ye gelecek olursak, AKP’nin internetle olan savaşında, gerekçe ve örneklerini Batıdan, model ve hayallerini ise Çin ve Rusya’dan alan bir iletişim politikasıyla hareket ettiğini söyleyebiliriz. Bu politika, daha öncesinde internete yönelik çeşitli sansür ve engellemeler gerçekleşmiş olsa da, 2018 yılında İletişim Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte yürürlüğe girmiştir. Bu yıl, Doğan Medya’nın medya sektöründen kovulduğu ve AKP’nin konvansiyonel medya alanında amaçladığı tahakkümü kurduğu yıldır. TRT ve AA da dahil olmak üzere devasa bir medya grubunu yönetmek ve henüz kontrol sağlanamayan sosyal medya alanında benzer bir sansür ve kontrol mekanizmasını tesis etmek amacıyla yola çıkan İletişim Başkanlığı, hızlı bir şekilde ahlaki panik kampanyaları örgütlemiştir. İnternetin ve platformların toplumsal değerlere zarar verdiği, ahlaki yozlaşma yarattığı, aile bütünlüğünü tehdit ettiği, çocuk istismarına imkân sağladığı, terör propagandası için elverişli olduğu ve dezenformasyon ürettiği gibi iddialar üzerine inşa edilen bu ahlaki panik kampanyaları hem o günden bugüne gerçekleşen erişim engellerine hem de 2019 ve 2022 yıllarında çıkartılan sansür yasalarına gerekçe ve ikna üretmek için kullanılmıştır. Bunun yanında kurum, sayısı on binleri bulan iktidar çalışanı sosyal medya troll’ünü tek bir hiyerarşi içerisinde örgütleyerek, ters sansür olarak niteleyebileceğimiz, platformların algoritmalarının da yardımıyla, iletişimi gürültüye boğma ve bağlamı yok etme tekniklerini geliştirmiştir.
İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un Instagram’ı, İsmail Haniye için paylaşılan taziye mesajlarına sansür uygulamakla eleştirmesinin hemen ardından bu platforma erişim yasağı gelmesi; bunun öncesinde Wattpad, sonrasında ise Roblox uygulamalarının sansüre uğraması; bunun da sonrasında Tiktok’un kapatılmasına yönelik yine İletişim Başkanlığı kaynaklı kampanyanın başlatılması, iktidarın 2018’den bugüne uygulamakta olduğu politikadan bağımsız, münferit ve fevri hamleler olarak düşünülmemelidir. Altun’un Instagram yasağı sonrasında yaptığı “yerli ve milli sosyal medya platformları üretmemiz gerekiyor” açıklamasıyla bir kez daha vurguladığı şey, AKP’nin sosyal medya platformları üzerinde tam kontrol ve veri ekonomisinden ciddi bir pay almadığı sürece bu politikaya devam edeceğidir. Çünkü hayalinde olan, tıpkı yandaş medya düzeninde olduğu gibi, tamamen kendi hikâyesinin anlatıldığı, hakikati dillendirenlerin ise cezalandırıldığı bir iletişim ortamıdır.
Sosyal medya platformlarının en fazla kullanıcıya sahip olduğu ülkelerden birisi olan Türkiye’de, üstelik iktidarın elindeki teknik kadroların yetersizliği de göz önüne alındığında, Çin’e benzer bir dijital ortam yaratılması imkânsızdır. Yaygın sosyal medya platformlarının AKP’nin tüm taleplerine olumlu cevap vermesi de kendi çıkarları açısından oldukça zordur. Ancak yine bu çıkarlar gereği, nereye kadar esneyecekleri, iktidara ne düzeyde rüşvetler sunabilecekleri kestirilememektedir.
Durum buyken, oturup sansür üzerinden iktidar ile platformlar arasında süren pazarlıkları izlemek, “Instagram yasağı iyi oldu, bu sayede kitap okuyorum” türü sinizmi pazarlamak, bireysel tercihlere göre sansürler arasında iyi-kötü ayrımı yapmak sansürü güçlendirmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Yapılması gereken, geleceğin müşterek internetini hedefleyerek, şimdiden her türlü sansür ve yasaklama girişimine karşı iletişim ve ifade özgürlüğünü savunmaktır. Bu, içerisinde türlü marazlar barındıran internetin egemen yapısını ve platformları savunmak değil, bir kategori olarak sansürü ve yasağı ortadan kaldırma mücadelesidir. Sansür ve yasağın ortadan kalkmadığı bir bağlamda, geleceğin işbirliği, karşılıklılık, ortak kaynak ve kamu çıkarı temelli internetine ulaşma şansımız da yoktur. İnternet de sınıf mücadelesinin bir alanıdır ve bizim sınıf çıkarlarımız sansür ve yasağın karşısındadır.
[1] Eric Berkowitz, Tehlikeli Fikirler, çev. Duygu Akın, Minotor Kitap, 2023, s.190 [2] Karl Marx, Basın Özgürlüğü Üzerine, çev. Önder Kulak, Kurtul Güvenç, Dipnot Yayınları, 2012, s.49 [3] Jodi Dean, Democracy and Other Neoliberal Fantasies: Communicative Capitalism and Left Politics, Duke University Press, 2009, s.21-27 [4] Shoshana Zuboff, Gözetleme Çağı Kapitalizmi, çev. Tolga Uzunçelebi, Okuyan Us Yayınları, 2021, s.21