Türkiye’de eğitim müfredatlarının ideolojik ve ahlaki yönlendirmelerle şekillendiğini gözlemlemek zor değildir. Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı, ideolojik manipülasyon ve yüzeysel içerikleriyle ön plana çıkmaktadır. Özellikle D.4.1.6 maddesinde belirtilen “Arkadaşlarını iyiliğe teşvik ederek onları kötülüklerden uzaklaştırmaya çalışır” ifadesi, eğitimin içeriksel çerçevesini anlamada önemli bir gösterge rolündedir. Ancak burada kullanılan “iyilik” ve “kötülük” kavramları muğlaklığıyla endoktrinasyonu çağrıştıran bir hale gelmektedir. Bu yazıda, Türkiye’nin ideolojik durumu ile müfredatın içeriğinin ideolojik yönlendirmelerini birlikte değerlendirerek eğitimin aslında nasıl bir manipülasyon aracı haline getirildiğini tartışacağız.
İyilik ve Kötülüğün İdeolojik Manipülasyonu
Maarif müfredatındaki D.4.1.6 beyanatı, öğrencilerin arkadaşlarını “iyiliğe teşvik ederek kötülüklerden uzaklaştırmaya çalışmaları”[1] gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak, bu ifade, iyilik ve kötülük kavramlarının egemen sınıf tarafından belirlenip, medya ve eğitim araçları aracılığıyla manipüle edildiği bir dönemde, eleştiriye tabii olmalıdır. Antonio Gramsci’nin kültürel hegemonya kavramı, egemen sınıfın kültürel kurumları kontrol ederek kendi ideolojisini yaydığını ve alternatif düşünceleri bastırdığını öne sürer.[2] Bu bağlamda, müfredatın iyilik ve kötülük tanımları, öğrencilere bağımsız düşünme fırsatı sunmaktan ziyade, onları mevcut ideolojik normlara uymaya zorlamaktadır. Gramsci’nin hegemonya yorumu Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı ile varılmak istenen toplumsal değişimi kolaylıkla anlamamızı sağlayacaktır. Zira Gramsci’ye göre hegemonya, rızanın imal edilmesidir.[3]
Yapılan değişikliklere, usulsüzlüklere, vergi kaçırmalara, kadın cinayetlerine, nefret suçlarına, kara para aklamalara, sendikalaştıkları için işten atılmalara, maaşların düşüklüğüne, çocuk işçilere, düşük emekli maaşına, tecavüzlere, sansüre, fikir özgürlüğünün kısıtlanmasına rıza gösterecek yurttaşların yaratılmasıyla gerçekleşecek bir toplumsal değişim, eğitim yoluyla sağlanacaktır. Bireyler, hayatları boyunca taşıyacakları ve birçoklarının asla terk etmeye razı olmayacağı birçok inanış ve görüşleri henüz bir çocukken, yani devletin zorunlu kıldığı eğitim sisteminin içinde, zorunlu kıldığı müfredatın ona dayattıkları ışığında kazanacaktır. Edindikleri alışkanlıkların tümü, gelecekte en azından oy kullanmak suretiyle politikleşecek yurttaşların rızasını daha kolay alabilmek ve onları rahatlıkla yönetebilmek için devletin uzun vadeli toplumsal projeleriyle uyum içinde olmalıdır. Bu sebeple eğitimde alınacak kararlar, milyonlarca çocuğun, gelecekte verecekleri kararları doğrudan inşa edecektir.
Louis Althusser’in ideolojik devlet aygıtları teorisi de bu durumu destekler niteliktedir. Althusser’e göre, okullar gibi ideolojik devlet aygıtları, bireyleri eğitir ancak bunu “egemen ideolojiye boyun eğmeyi ya da onun ‘pratiğine’ hakim olmayı sağlayan biçimlerde” yapar.[4] Yani eğitim, bir ideoloji aparatı olarak bireyleri mevcut toplumsal düzeni kabul etmeye ve sürdürmeye razı eder. Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatında, öğrenciler neyin iyi neyin kötü olduğuna dair karar verme yetisine sahip olmaktan ziyade, bu kararların başkaları tarafından alındığını görmektedirler. Onların rolü yalnızca sosyal medyada, basında, okul kitaplarında, öğretmenlerin davranış ve söylemlerinde gördükleri ve iktidarın toplumu gericileştirme sürecinin yansıması olan öğretilere gönülsüz de olsa razı olmak olacaktır. Böylesi uygulamalara razı gelemeyecek olsalar dahi, toplumsal her organdan yapılan etkinin atında umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılacaklardır. Böylece çocuk, “herkes böyle yapıyor, ben neden yapmamayım” düşüncesiyle tam da istenilen zihinsel ve davranışsal şekle sokulmuş olacaktır. Bir diğer deyişle çocuk artık sonuçlara razı gelmiş bir yurttaş görevini kendine isteksizce rol biçmiştir.
Bu isteksizlik sürecinde, daha evvelden kendi ahlak çerçevesinde “kötü” olarak nitelendirdiği davranış ve zihniyetler artık o kadar çok kendini tekrar etmiştir ki, “kötülük” normalleşmiş ve hegemonya sahipleri tarafından işaret edilen kötüler dışındaki her kötülük “normal” olmuştur. Benzer biçimde insani davranıştan ileri gelecek “iyilik” düşüncesi ve tavırları da insanca olmaktan ziyade, “itaat etme”, “şükür etme”, “aza tamah etme”, “vatana-millete faydalı olma”, “devletine hizmet etme”, “çalıyor ama yapıyor” vb. gibi hegemonyanın gücünü pekiştirecek alışkanlıkların edimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece gelecekte topluma katılım gösterecek yurttaşların “iyilik” ve “kötülük” normları manipüle edilmiş olmaktadır. “İyilik” ve “kötülük” gibi ahlaki kavramların eğitimde bu kadar belirgin şekilde vurgulanması, aslında öğrencilerin egemen ideolojiye rıza göstermesini sağlayan bir hegemonik araçtır. Bu durumda öğrencilere kendi ahlaki yargılarını oluşturma imkanı sunulmaz; onlara neyin iyi neyin kötü olduğu doğrudan devletin propaganda organları tarafından verilir, her türlü basın ve sosyal medya organı ile aktarılır ve müfredatla dikte edilir.
Felsefe Müfredatının Yüzeyselliği ve Kutuplaşma
Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatında felsefe geniş bir yelpazede ele alınmasına rağmen, derinlikten yoksundur. Zira, yalnızca 10. ve 11. sınıflarda felsefe dersi alacak öğrencilerin, tarihi Antik Mısır’a kadar uzanan bir etkinliği, felsefeyi, 4 dönemde etraflıca kavrayıp yorumlayabilecek düzeye gelmeleri mümkün değildir. Felsefe müfredatının geniş yelpazede olması okuyucuyu yanıltmasın, zira bu genişlik, yalnızca birçok felsefe okullarından en az bir defa bahsetmekten öteye geçememiş olduğu için derinlikten yoksundur. Üstelik, bir felsefe müfredatının Simone de Beauvoir, Hypatia, Judith Butler, İoanna Kuçuradi gibi kadın filozoflara, ezilenlerin haklar ve insanca yaşama mücadelesi veren Karl Marx, Martin Luther King Jr. ya da Gandhi gibi isimlere yer vermemesi de özünde bir yüzeyselleştirme çabası olduğunu açıkça göstermektedir. Bu durum, 12 Eylül’den itibaren sol düşünceye vurulan ambargonun en açık göstergelerinden de biridir. Toplumun bu kadar kalabalık bir kesimini oluşturan işçilere, okullarda kadın haklarını, işçi haklarını, ya da insan haklarını öğretmek, devletin hegemonyasının ve gelecekte ulaşmak istediği projesini sabote edecektir.
Bu sabotajı önlemek için yurttaşların hangi olayı ve davranışı ya da daha da dehşet verici olarak doğrudan hangi insanı/insanları “iyi” ya da “kötü” olarak işaret edeceği empoze edilmelidir. İki seneye sıkıştırılmış felsefe eğitimi ve kalitesiz bilimsel eğitim ile yüzeysel sorgulama, analiz etme ve yorumlama yetenekleri ile öğrencilerin kendilik oluşumuna zarar verecek ve hegemonyanın altında silik bir nesli doğuracaktır. Böylesi bir eğitim, yüzeysellikten kaynaklı kutuplaşmayla, hoşgörü ve birliktelik duygularının gelişmesine engel olacaktır. Toplumun %90’dan fazlasını oluşturan işçilerin birleşmesi ve birbirini daha hoşgörülü bir biçimde anlaması iktidarın ulaşmaya çalıştığı projesi için oldukça tehlikelidir. Bu yüzden din, ırk, cinsel yönelim ve ideoloji gibi ayrıştırma ve nefret söylemleri ekerek insanların arasında yüzeysel fikirlerle derin nefret çatlakları oluşturmaya çalışacaklardır.
Bu noktada okuyucu, cehaletle ya da cahil insanlarla mücadele edildiği yanılgısına düşmesin. Zira karşımızda bilinci bir zihniyet tarafından yanlış yere yönlendirilmiş bir topluluk vardır. Manipüle edilmiş ya da fikir empoze edilmiş insanlar cahil değildir, zira onlara bir fikir halihazırda empoze edilmiştir, yani onlar zaten başka bir biçimde eğitilmiştir. İşte burada yine “iyi” ve “kötü” kavramları kendi muğlaklığını ortaya koymaktadır, bu insanlar eğitimsiz değildir, ancak kendi “iyi” ve “kötü” normlarını üretmekten yoksun bırakılmıştır. Onlara empoze edilen “iyi” ve “kötü” cehaletten ileri gelen bir norm oluşumuna değil, böyle olması için özellikle eğitilmiş bir çabaya işaret eder. Böylesi özenli bir organizasyon ve örgütlenmenin karşısında olunduğu bilincine varılmalı ve bunun karşısında sol mücadele elinden gelenden daha fazlasını vermelidir. Zira nehir halihazırda bir yöne akarken, onun akış yönünü değiştirmek isteyen bizlersek; bu yolda en çok mücadele vermek zorunda olan da yine bizleriz. İşte şimdi bu metni okuduktan sonra, daha tam anlamıyla insanca yaşamak için eyleme geçmek vaktidir! Karl Marx’ın da dediği gibi, “Dünyayı yalnızca yorumlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.”[5]
Sonuç
Sonuç olarak, Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı, eğitim aracılığıyla ideolojik manipülasyonun en etkili örneklerinden biridir. “İyilik” ve “kötülük” gibi muğlak kavramlar, egemen sınıfın kontrolü altında şekillendirilerek öğrencilere dayatılmaktadır. Bu müfredat, bireylerin sorgulama yetisini köreltip, onları sistemin sadık bireylerine dönüştürmeyi hedeflemektedir. Öğrencilere empoze edilen “iyilik” ve “kötülük” kavramları, bireylerin kendi ahlaki yargılarını oluşturmaktan çok, egemen ideolojiye boyun eğmeyi öğretmektedir. Eğitim, yalnızca bilgi edinme süreci olmaktan çıkmış, toplumsal ve politik rıza inşa etme aracı haline gelmiştir. Bu koşullarda, bireylerin özgürlüğü ve kendilik oluşumu tehlikeye atılmakta, gerçek bir toplumsal değişim için eğitimde devrimsel bir dönüşüm şart hale gelmektedir.
O halde, eğitimde devrimsel dönüşüm nasıl olmalıdır? Toplumsal dönüşümlerin adım adım ve zamanla gerçekleşen eylemler silsilesi sonucunda oluştuğunun bilincinde olmak burada oldukça önemlidir. Zira eğitim de hızlıca olup biten bir etkinlik olmaktan oldukça uzaktır ve eğitimin toplumu dönüştürme adına en etkili araç olduğu birçokları tarafından hemfikir olunan bir konudur. Bunun yanında eğitimin yalnızca okulla sınırlandırılmış olduğunu düşünmek de oldukça yanıltıcı olacaktır; zira eğitim, reklamlarla, dizilerle, radyo programlarıyla, sokak röportajlarıyla, sosyal medya içeriklerinde yapılan yorumlarla bireylerin zihinlerinin belirli bir yöne doğru tavır almasıyla sağlanır. İnsan zihninin sürekli maruz kaldığı ve başkaları tarafından “normal” hatta “iyi” olarak anılan eylem veya durumlar normalleşecek ya da bireyler olaylara tepkisizleşecektir. Böylece sabredip toplumu değiştirmek için uğraşan, hegemonyanın sahibi olmaya çalışan ideoloji artık insanların zihnine kendi radikal ve zararlı fikirlerini zorlanmadan aşılayabilecek ve onları kendi yasalarına razı hale getirecektir. En iyi şekilde örgütlenebilen ve ekonomik gücü elinde bulunduran taraf, okul içinde ve dışında, doğrudan ya da dolaylı yollardan insanların önerilere rıza göstermesini sağlayabilir. Bu rıza, zamanla meşrulaştırılarak, geçmişte kabul görmeyen kararların bile normalleşmesine yol açar. Artık toplum öyle-değil-böyle düşünmek üzere eğitilmiş olur.
Eğitimin ne’liği üzerine yukarıdaki çıkarımları içselleştirdikten sonra eğitimdeki asıl değişikliği kimlerin yapacağı sorusu sorulmalıdır. Burada kimi okuyucuların zihinlerinde öğretmen, kimilerinde bizzat öğrenciler, kimilerinde ise veliler canlanacaktır. Ancak zorunlu eğitimin, herkes için zorunlu olması, eğitimin bütünlüklü bir yapı olarak herkes tarafından sahiplenilmesi gereksinimini de doğurmaktadır. Öğretmenlerin sendikalaşması ne kadar önemliyse, velilerin de öğretmenlere destek vererek gerici müfredat uygulamalarına karşı çıkması o kadar elzemdir. Bu tür bir dayanışma, velilere çocuklarının neyi, kimden ve nasıl öğrenmesi gerektiği konusunda doğrudan söz hakkı tanırken; öğrenciler için de öğrenim süreçlerinin nesnesi değil, öznesi olma imkanı sunar.
Bunun yanında eleştirel pedagoji, öğrencilere ezberci eğitim yerine, dünyayı eleştirel bir bakış açısıyla analiz etme ve anlamlandırma fırsatı sunar. Bu, eğitim sistemini sorgulayan, aktif katılımcılar yaratır. Felsefe müfredatına daha fazla kadın filozofun isminin dahil edilmesi, öğrencilerin bir kısmının bu isimlere ilgi duyarak onları keşfetmesine katkı sağlayacaktır. Aynı zamanda bu isimlerin müfredatta yer alması, kadın filozofların varlığının normalleşmesine de katkıda bulunacak ve kadın cinayetlerinin zirve yaptığı son dönemlerde bu konuya dolaylı olarak olumlu bir etki yaratacaktır. Ailelerin, birçok okulun bağışlarla, aidatlarla ve (özel okullar için) okul ücretleriyle ayakta kalmasını sağladığını düşünürsek, bu ekonomik güçlerini kullanarak istemedikleri ya da memnun olmadıkları uygulamalara karşı şikayetçi olmaları teşvik edilmelidir. Susturulmaya karşı geliştirilecek dayanışma, eğitim sisteminde köklü değişikliklere sebebiyet verecektir.
[1] Milli Eğitim Bakanlığı. (2024). Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli: Öğretim Programları Ortak Metin. [2] Gramsci, A. (2007). Hapishane Defterleri – Seçmeler, Dipnot Yayınları. [3] Aka, A. (2009). Antonio Gramsci ve “hegemonik okul”. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 12(21), 329-338. [4] Althusser, L. (1971). Ideology and Ideological State Apparatuses. In L. Althusser (Ed.), Lenin and Philosophy and Other Essays. Monthly Review Press. Althusser, L. (2019). İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları (M. Özışık, Çev.). İletişim Yayınları. [5] Marx, K. (1845). Feuerbach Üzerine Tezler. In F. Engels (Ed.), Ludwig Feuerbach and the end of classical German philosophy (Trans. R. Tucker). Progress Publishers.