Sahipsiz Devrim: Fransız Devrimi’nin Mirası

Can Soyer14 Temmuz 2024

Dünya tarihinin en görkemli dönemlerinden biridir Fransız Devrimi. Bu yüzden olsa gerek, eskiler “ihtilal-i kebir” demişler; “büyük devrim” yani. Oysa şöyle üstünkörü bir bakıldığında, ortada doğru düzgün programı olmayan, devrim yıllarını önceleyen bir siyasal örgütlülüğü ve öncülüğü bulunmayan, daha ilk adımlarında herkesin birbirinin üzerine attığı, kimsenin sahiplenmek istemediği ve nihayetinde iktidara getirdikleri tarafından terkedilen bir devrim görürüz. Üstelik hem felsefi hem siyasal olarak yavan bir burjuva toplum düzenine yol vermiş, bayrak edindiği ilkeleri kusmak konusunda zerre tereddüt etmemiş, hala lanetlenmeye fırsat aranan bir devrimden söz ediyoruz.

Fakat bir nokta ilginçtir ve Fransız Devrimi’ni anlamak için mutlaka akıllarda tutulması gerekir: Anlı şanlı bir burjuva devrimi olarak nitelenen, burjuva düzeninin sadece Fransa’da değil, tüm Avrupa’da muzaffer olmasının maddi zeminini yaratan Fransız Devrimi aradan geçen iki yüz yılı aşkın sürede en çok ve en kindar biçimde burjuvazi tarafından yargılandı, mahkum edildi. Burjuva düzeni ve temsilcileri sürekli Fransız Devrimi’ni eleştirdi; Fransız Devrimi bir “affedilmeyen hata”, “kabul edilemez aşırılık”, “taviz verilmemesi gereken küstahlık” olarak tanıtıldı; devrimin en görkemli yılları bir “cinnet nöbeti”, en sarsılmaz önderleri ise bir “cinayet şebekesi” biçiminde resmedildi; insanlık tarihinin en devasa sıçrayışı pişmanlık, tiksinti ve korku ile sarmalanmış bir masaldan ibaret kılındı.

Evet, Fransız Devrimi bir burjuva devrimi idi, toplumsal yapıyı boydan boya ele geçirmesi için iktidarı burjuvaziye vermişti; fakat bütün bunları “baldırıçıplakların gözleri önünde” yapmıştı. Yani bir yandan burjuvazinin imgesinden bir dünya yaratmıştı; ama öte yandan, henüz emeklese de yakında ayağa kalkacak olan, devrim için feda etmekten çekinmediği bedeninin sermayedarların fabrikalarında lime lime edildiğini kavrayan işçi sınıfına kurtulmak istiyorsa ne yapması gerektiğini öğretmişti. İşçiler, emekçiler, yoksul köylüler, onurlu ve dirençli aydınlar bir devrimin nasıl yapılacağını, hatta belki de nasıl yapılmaması gerektiğini öğrendiler Fransız Devrimi’nden. Burjuvazinin kendi devrimine yönelik hiç geçmeyen öfkesinin, hiç dinmeyen nefretinin, hiç susmayan kininin kaynağı buydu. Bu nedenle, her fırsatta ve her bahaneyle Fransız Devrimi’ne iftira atmaktan, kara çalmaktan, itibarsızlaştırmaktan geri durmadı.

Yine de bugün içinde yaşadığımız dünyanın maddi ve düşünsel zemini, doruk noktası Fransız Devrimi olan bir süreç içerisinde atıldı. Söz ettiğimiz zemin ilk günkü gibi duruyor demek değil bu; kuşkusuz aradaki yıllar boşa geçmedi, insanlık üzerine yerleştiği zemini daha iyi tanıdı, daha fazla anladı, giderek daha ileriye de taşıdı. Ama elde tutulan mevzilerin çoğu, ancak altlarındaki zemin ayakta durdukça sağlam kalabilecek mevziler. O halde, uzunca süredir yoğun bir kuşatma altında bulunan bu zemini birkaç boyutuyla tanımlamaya geçebiliriz artık.

Akıl

Belki de en başa yazılması gereken şu: Fransız Devrimi, öncesinde Aydınlanma düşüncesinin idealleştirdiği akıl ilkesini, toplumsal ve siyasal yaşamın tam ortasına çakmıştır. Ortaçağ karanlığında, en hafifinden, bir cehalet ve toyluk işareti sayılabilecek akılcılık, önce Aydınlanma düşüncesi tarafından savunulmuş ve güçlendirilmiş, ardından Fransız Devrimi ile birlikte topluma bakışın başat merceği haline getirilmiştir.

Sadece dünyanın öküzün boynuzlarında durmadığını kanıtlamak için değil, aynı zamanda toplumsal yapıdaki eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin kutsal kitaplarla, ayinlerle, dualarla ve öte dünya masallarıyla meşrulaştırılmasına karşı çıkmak için de gereklidir akıl. Akıl, insanların tanrı tarafından eşitsiz yaratıldıklarını, açlık ve sömürü olarak görünen dünyanın esasında tanrısal iradenin tecellisi, tanrının şaşmaz düzeninin sonucu olarak görülmesini engellediği ölçüde devrimci bir yığınak olmuştur.

Dahası, yine akıl ilkesi sayesinde, mevcut toplumun eleştirisini yapmanın ötesinde yeni bir dünya ve toplum tasavvuru da oluşturulabilirdi. Yani insanlık, sadece eşitsizliğin ve adaletsizliğin, baskının ve sömürünün gayrimeşru kökenlerini saptamakla yetinmeyip, eşit, özgür ve insanca bir yaşamın koşullarını da arayabilir, hatta bulabilirdi. İnsanlık, akıl yoluyla ve akıl sayesinde, nasıl eşit ve özgür bir dünya yaratacağını kavrayabilirdi. Dolayısıyla, Fransız Devrimi ile birlikte toplumsal yaşama yerleşen akıl ilkesi insanın kendisini, içinde bulunduğu koşulları ve geleceğini düşünürken başvurabileceği en nesnel, en gerçek ve en “insancıl” referans haline gelmişti.

Halk

Fransız Devrimi ile birlikte dünya tarihine kazandırılmış olan bir başka olgu kitlelerin ve “basit” insanların tarihe müdahale etmesinin olanaklı olduğu bilgisi olmuştur. O zamana kadar dünya tarihi saltanat sülaleleri, kahraman savaşçılar ya da bilge siyasetçiler arasındaki çekişmeler ve mücadelelerden oluşmaktayken, Fransız Devrimi, “basit” insanların da tarihe müdahale edebileceklerini, hiçbir sıfat ya da meziyete sahip olmayan kitlelerin de tarihte bir rolü olabileceğini göstermişti.

Devrim yılları boyunca kızgın bir sel gibi sokaklarda akan, barikatlar kuran, savaşan insanlar, yoksul köylüler ve kentli emekçilerdi aslında. Burjuvazi için karlı bir uzlaşma ile sonlandırılabilecek çekişmeyi ve bir “kapsamlı reform” paketiyle kapatılabilecek hesabı, tarihin dönüm noktasını oluşturacak bir devrime dönüştüren de bu “basit” insanlar oldu. Fransız Devrimi’ne kadar tarihin kapısından girme şansı bulamayan bir “öfkeli kalabalık”, ilk kez kendisini gösteriyordu.

Elbette, kendisini göstermekle kalmıyor, kendisine bakan endişeli gözlerdeki yansımada, varlığını ve etkinliğini de ilk kez görüyordu. Bir daha asla geri döndürülemeyecek, bastırılsa da yok sayılamayacak, çıktığı kafese tekrar sokulamayacak bir kuvvet belirmişti. Fransız Devrimi, bütün görkemi ve iri cüssesiyle “halk”ı tarih sahnesine çağırmıştı. Bir daha istese de geri gönderemeyecekti. Aksine, halk, aradan geçen yıllar boyunca burjuvazinin kabusu olmaya devam edecekti.

Dünya

Fransız Devrimi’nin insanlığa kazandırdıkları arasında, burjuvazinin en çok pişmanlık duyduğu, siyaset diye bir şey olduğunun ve siyasetin hedefinin de iktidar olması gerektiğinin yaygın bir toplumsal kabul haline gelmesidir belki de. Siyasal iktidarın ele geçirilmesinin, ele geçirilen siyasal iktidarın yeni bir toplumsal düzenin inşasında kullanılmasının ve iktidara sahip olunmadıkça en tutarlı ve kapsamlı programların bile işe yaramaz hale geldiğinin en açık kanıtı olan Fransız Devrimi, bu anlamda siyaset alanının bir mücadele alanı olarak tanınmasını ve toplumsal yaşamın düzenlenmesiyle doğrudan ilişkili olduğunu göstermiştir.

Bir bütün olarak bakarsak, Fransız Devrimi ile birlikte toplumsal yapıdaki eşitsizliklerin saptanmasında ve çözüm için alternatif programlar geliştirilmesinde tanrısal irade, kahramanlık özlemi ya da bilge filozoflar devri kapanmıştır. Toplumsal yapı değiştirilecekse, bunun yolu da hedefi de artık akıl yoluyla bulunabilir, kitlelerin iradesiyle buluşturulabilir ve siyasal iktidarın kullanılmasıyla gerçekleştirilebilir. Eşitsizlikten ve adaletsizlikten kurtulmak için halkın ihtiyaç duyduğu tek şey, akılcı bir siyasal programı iktidara taşıyacak kitlesel hareketlenmedir.

Bu gelişme, öbür yüzüne baktığımızda, siyasetin ve iktidarın tarihte ilk kez radikal biçimde dünyasallaşması anlamına da gelmektedir. Artık ne bir papazın rehberliği, ne kutsal kitaptan devşirilen tavsiyeler ne de gökyüzüne haykırılan yakarışlar gereklidir. Siyaset de iktidar da dünyaya; somut, canlı, en önemlisi ise yoksul insanların yaşadığı dünyaya inmiştir. Siyaset yapmak için bilge ya da kral olmaya, soydan gelen bir ayrıcalık ya da ödüllendirilmiş bir yetenek taşımaya gerek yoktur. Tarihe müdahale edebilmek, tarihin akışına yön verebilmek, tarihi ve toplumu anlayıp dönüştürebilmek için insan olmak yeterli hale gelmiştir.

Sınırlar

Fransız Devrimi, “baldırıçıplaklara” nasıl devrim yapılacağını öğretirken, devrimin nasıl yapılmaması gerektiğini de göstermiştir, demiştik. Çünkü “son tahlilde” bir burjuva devrimi olan Fransız Devrimi’nin kazandırdıkları, kendi sonunu da getirecek zaaflar ve çelişkiler nedeniyle sınırlı ve sığdır. Bir yandan dinle ve kutsallıkla savaşan Devrim, öte yandan özel mülkiyeti kutsallık katına oturtmuştur örneğin. Aklı bir toplumsal mercek haline getiren Devrim, burjuva bireyciliğini ve rasyonelliğini akıl diye içselleştirmiştir. Toplumsal yaşamın görünmez ve dokunulmaz ilahi yasalarla yönetildiğini inkar eden Devrim, aynı zamanda daha görünmez ve daha dokunulmaz bir piyasanın toplumu yönetmesini “mantıklı” bulmuştur. Dolayısıyla, zaman zaman çok geniş ufukları işaret ederken, esasında daracık bir toplumsal yaşama mahkum etmiştir insanlığı.

Fakat insanlık, Fransız Devrimi’nden öğrenmiştir. Sadece nasıl devrim yapılacağını değil, aynı zamanda Fransız Devrimi’nin işaret ettiği ama ardından karanlığa gizlediği ufuklara erişmek için başka ve yepyeni bir devrimin gerekli olduğunu da öğrenmiştir. Diğer bir deyişle, insanlık, Fransız Devrimi’nden, Fransız Devrimi’ni aşması gerektiğini öğrenmiştir. Aklın mutlak aydınlığına kavuşmak için; sadece dinsel değil, dünyasal kutsallardan da özgürleşmek için; toplumsal yaşamı bütünüyle insancıl ve saydam bir bakışla görebilmek için; tüm bu özlemlerine kavuşabilmek için Fransız Devrimi’ni tamamlamak değil aşmak gerektiğini görmüştür. Belki de ancak aşarak tamamlanabileceğini görmüştür, diyebiliriz.

Bu yüzden olsa gerek, Fransız Devrimi’ne yapılan her saldırıda devrimciler kendilerine yönelmiş bir hakaret görür. Burjuvazinin Fransız Devrimi’ne küfürler ettiği her anda devrimciler onun saygınlığını ve ilericiliğini savunur. Fransız Devrimi’ne savrulan her iftirada devrimciler kendilerine dokunan bir şey hisseder.

Sadece alınganlıktan değil elbette; ölçüsüz bir duygusallıktan da değil. Devrimciler, burjuvazinin nefretinin ve kininin nedeni olan değerlerin bugünkü tek taşıyıcısı olduğu için aslında. “Basit” insanların Paris sokaklarında taşıdığı “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” bayrağını bugün taşıyanlar devrimciler olduğu için.

O halde, 235 yıl sonra bile, “ihtilal-i kebiri” savunmak, Devrim’in açtığı büyük ufuklara koşmak, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” bayrağını sahipsiz bırakmamak çağımızın devrimcileri için bir borçtur. Ödemeye sadece gönüllü olduğumuz değil, esasen zorunlu olduğumuz bir borç.