I. SİYASETİN TARİHSELLİKTEN KOPUŞU VE SOLUN KRİZİ
Günümüz siyasal düşüncesi, modernitenin büyük anlatılarının çöküşünden, neoliberal hegemonyanın norm haline gelişine ve toplumsal eylemliliğin dağılmasından sonra siyaset ile tarihin bağının ciddi şekilde kopmuş olduğu bir evreye girmiştir. Fisher’ın vurguladığı gibi; “dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten kolaydır”.[1] Bu evre bir yandan Mayıs 68’de şöyle yankılanıyordu: “Kendimizi tamamen yenilikçi kolektif bir eylem başlatmanın ve sürdürmenin hem acil gerekliliğiyle hem de yakın olanaksızlığıyla karşı karşıya bulduğumuz”[2] bir zamandı. Diğer yandan, Eduard Louis’in dediği gibi, mevcut haliyle siyaset tam da emeklilerin ve memurların zam haberlerini ya da seçim sonuçlarını televizyondan o denli heyecanla, çekirdek çayla beklediği, izlediği, ertesi gün bir piknikte kutladığı belki ama asla dahil olmadığı bir hâle ilişkindir.
Her şeye sahip olan bir ailenin, siyasi bir karar kutlamak için denize gittiğini ne gördüm ne de duydum, onlar bunu yapmaz çünkü siyaset onların hayatlarında neredeyse hiçbir şey değiştirmez…Bu da tuhaftır aslında, siyaseti yapan onlardır ama yaptıkları siyaset hayatlarını neredeyse hiç etkilemez. Siyaset, egemenler için genellikle estetik bir meseledir. Bir tür kendini keşfetme yöntemi, bir tür dünyayı algılama, kişiliğini inşa etme biçimidir. Bizler içinse ölmek ya da yaşamak anlamına gelir.”[3]
Bir kapitalist, sözü edilen anlık ortak mutluluğu da ardındaki bireysel zoru da kavrayamaz. Siyaset, öznel bakışa bağımsız olarak, hayatımızın en içindedir. Günümüz yalnızca tarih bilincinin zayıflamasına sahne değildir elbette; siyasal öznenin, tarihsel bir fail olarak kurulma kudretini de kaybettiğini göstermektedir. Bugün siyaset, çoğunlukla uzmanlaşmış yönetişim biçimleriyle, görünürlük mücadeleleriyle ya da hukuksal taleplerle sınırlı kalmaktadır. Oysa tarih boyunca siyasetin kurucu kudreti, bir toplumsal düzenin yalnızca eleştirisini değil, onun dönüşümünü mümkün kılan kolektif öznellik biçimlerini yaratma gücünden doğmuş, bunun zorunluluğunu ispatlamıştır. Mücadele, bir krize tepki değildir sadece; varlığıyla krizi bizzat kendisi doğurur. Bir kavram olarak tarih de bu anlama gelir: “bir yandan bu hareketin itici gücünün saptanması, diğer yandan yönünün belirlenmesi…”[4]
Bu bağlamda sol siyaset, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşadığı çok yönlü çözülmenin etkisiyle, kurucu kudretten giderek uzaklaşmıştır. Bugün ‘sol’ adına süregiden çoğu siyasal faaliyet, parçalanmış kimlik talepleri, en iyi ihtimalle aramızdan birkaçının selametiyle noktalanacak folk eylem biçimleri, kent meydanlarında tereciye tere satan ve dahi bazenleri izni önden alınan sembolik protestolar ile hukuksal tanınma arayışları düzleminde işlemektedir. Bu faaliyetlerin çoğu, kabul etmek istemesek de yahut kesinlikle niyetleri bu olmasa da mevcut siyasal düzenle bir tür uzlaşı arayışı içinde dahil olmak zorundadır; çünkü tüm o radikalliğinde, tüm o ‘gözaltına iknalığı’nda aslında iktidarı dönüştürmeyi değil, onun içinde tanınmayı talep etmekle sınırlı kalacağını baştan kabul eder.
Dönüştüremeyeceğini kabul etmekle de kalmaz, bunu vaaz ederek kabuk bağlar, bir salyangoz gibi yıllara meydan okur: Büyüyüp fark edilene ya da büyüklüğü hatırlanana kadar kimsenin midesini bulandırmaz. Bu durum, sol siyaseti hem stratejik bir yön kaybına hem de örgütsel biçimsizliğe sürüklemiştir, aksi ne kadar söylense de bunu kavramak, buna göre mevzi almak, baştan yapılanmak, yol açmak, hata yaptıktan sonra tekrar denemek, bunları yaparken de bir nevi dostlar-meclisinde kolay lince maruz kalmayı göğüslemek; bugün Türkiye’de devrimci siyaset manzarasının ta kendisidir.
Siyasetin adının çözülmesinin merkezinde, siyasal öznenin yitimini anlamaya dönük kuramsal analizler de kritik önemdedir kuşkusuz. Bu yazıda Wendy Brown ve Jodi Dean’in düşünceleri üzerinden, bu krizi farklı açılardan teşhis eden, kolektif siyasetin yeniden kurulması için farklı imkanlar öneren bir hat açılmak istenmektedir. Brown, hak temelli siyaset biçimlerinin tarihsel tahayyülden ve kurucu kudretten yoksunluğunu eleştirir. Dean, bu çözülmeye karşı Parti’yi yeniden düşünür; onu yalnızca araçsal değil, özneleştirici bir form olarak yeniden konumlandırır.
Bu yazı, bu düşünsel müdahaleleri bir araya getirerek, çağdaş solun içine sıkıştığı etikleşmiş siyaset, parçalı öznellikler ve örgütsel atalete karşı stratejik bir kolektivizm çağrısı yapmayı, kitlesel sosyalizme dair mevcut bir bakışı yukarı taşımayı hedeflemektedir. Yeniyi örgütlemeyen kof eleştiri kalıpları gibi sol içi siyasal patolojileri teşhir ederek, yaratıcı öznelliğin önündeki engelleri açığa çıkarmayı dert edinir. Tekrar pahasına yorulmadan savunmak gerekir ki kurucu bir siyaset için, yalnızca neye karşı olduğumuzu değil, neyi, nasıl ve kimlerle kuracağımızı düşünmemiz, düşünmemiz ötesinde modeller icat etmemiz ve bıkmadan usanmadan denememiz gerekmektedir.
II. AKTİVİZMİN SİYASAL SINIRLARI
Wendy Brown’un Tarihten Çıkan Siyaset’te[5] ortaya koyduğu eleştirel siyaset kuramı, çağdaş solun hem özne anlayışına hem de siyasal stratejilerine yönelttiği radikal sorularla dikkat çeker. Brown, özellikle solun mağduriyet temelli özneleştirme biçimlerini analiz ederken, siyasal edimin nasıl geçmişin yükü altında geleceği tahayyül edemez hale geldiğini gösterir.
Brown’a göre çağdaş siyasal aktivizmin merkezinde yer alan özne; çoğu zaman geçmişte yaşadığı ya da mevcut yapısal durumda yaşayacağını bildiği bir travma, maruz kaldığı bir haksızlık ya da sistemik dışlanmışlık üzerinden siyasal özne konumuna yerleştirilir. Bu özneleşme biçimi, ilk bakışta olduğu gibi son tahlilde de sahiden haklı ve meşru bir temsiliyet gibi görünür. Ancak, siyasal kudretin yönünü de tersine çevirir: Siyaset, geleceğe dair bir kurucu eylem olmaktan çıkar; geçmişin tazminine yönelik bir etik talepler dizisine dönüşür. Bu, Brown’un ifadesiyle, ‘yaralı özne’nin siyasallaşma biçimidir. Yaralanmışlık, hem taleplerin meşruiyet kaynağıdır hem de öznelliğin sınırını devlet üzerinden belirler. Bu durum, siyaseti ahlakçılığa tevdi etme riskini bertaraf edemez. Nihilizme meyyal bir felç ortaya koyar. Hakikaten bedeller ödediği mücadelesinde, kapitalizmin ve devletin kapma aygıtına yakalanarak, siyasi yatırımın negatif halini kurar.
Bu noktada Brown, radikal siyaset ile liberal normatif siyaset arasındaki sınırların bulanıklaştığını tespit eder. Sol, giderek daha fazla liberal tanınma rejiminin diline yaslanmakta; tanınma, kapsanma, onaylanma gibi talepler siyasal edimin yerine geçmektedir. Bu, siyaset alanının hukuksallaşması, özneliğin ise etikleşmesi anlamına gelir. Artık siyasal özne, taleplerini toplumsal dönüşüm hedefiyle değil, bireysel ya da gruba özgü bir tanınma arzusu üzerinden kurmaktadır. Brown’un bu analizindeki temel eleştiri, böyle bir siyaset anlayışının kolektif ve tarihsel bir tasavvur barındırmamasıdır. Tanınma siyasetinin merkezinde yer alan özne, farklılık ve özgünlük üzerinden hak talep eder, ancak bu talebin toplumsal bütünle; ve her şeyden öte emekle bağ kurabilme kapasitesi son derece sınırlıdır. Siyasal olan, böylece bireysel olanın kamuya taşınması olarak kavranır; dönüşüm değil temsil, iktidarın dönüştürülmesi değil onun içinde var olma arzusu öne çıkar. Kafası karışık bir siyasi tutumdur bu: “daha kapsamlı siyasi dönüşümlerin gerçekleşmesi olasılığı konusundaki itiraf edilemeyen bir umutsuzluğun işaretidir”.[6] Oysa; “‘devrimci olmak’ ne bir ‘seçere’, ne bir ‘kuşak’, ne bir ‘fikriyat’ ne ‘Tarihsel özne’, ne de bir ‘kimlik’ işidir. Anadan doğma, a priori devrimcilik de ne ola ki? İnsanlar ‘devrimci oluş’lara yakalanmadan, yani ‘mücadeleye başlamadan’ önce devrimci falan değildirler.”[7]
Bunun bir başka sonucu da siyasal olanın estetize edilmesidir. Brown, çağdaş aktivizmin çoğu zaman sembolik protestolar, sosyal medya performansları, görsel temsiller ve sloganlarla sınırlı kaldığını vurgular. Bu tür eylemler, geçici bir dikkat ve görünürlük üretse de siyasal zamansallık açısından süreksizdir. “Her zaman için pratik ile ilgili belli bir kaygı taşıyor olmakla birlikte, eylemin tuhaf bir ikamesi olarak da iş görür.”[8] Kurucu bir politik tahayyül taşımazlar; bir protestodan diğerine, bir kampanyadan ötekine sıçrayan bir telaş içinde çözümlenirler. Yararsızlığı budur. Lakin bunun ötesinde bir zarar unsurunu da bünyesinde taşır:
“Kendi sınırlarını korumak ve koruduğu kimliği savunmak için barikatlar kurmak zorunda olan bir alanı siyasallaştırdıkça, bugün düşünmeye, anlamı kaydırmaya ayrılmış ve gün geçtikçe daralmakta olanı gasp ediyoruz. Böyle bir siyaseti entelektüel hayatın temeli diye kodlayarak kendi konumumuzu sabitledikçe, sonuçta görünürdeki muhalefetimizin gericiliğini yeniden üretmiş, dolayısıyla bizzat kendimizi gericileştirmiş oluyoruz”.[9]
Diğer yandan, Brown’un betimlediği sol, ‘birlikte yapma’yı da bir türlü başaramamaktadır. Aksine, kimliklerin öznel içeriği üzerinden bir temsil siyasetine çekilmiş, kolektif olana değil öznel olanın meşrulaştırılmasına yönelmiştir. Bu sebeple, zaten mevcut durumda, solun birleşmesi gibi bir talep de, eski tüfeklerin bilgeliği ve yeni neferlerin düş kırıklığı arasında salınarak, boşa düşmeye mahkum edilir.
Türkiye bağlamında bu eleştiri daha da çarpıcıdır. 1980 sonrası yükselen sivil toplumculuk, 1990’larda ayrık sahalara zimmetlenmiş kimlik mücadelelerinin öne çıkışı ve 2000’lerle birlikte yükselen yeni sosyal hareketler, çoğu zaman siyasal olanı hukuksal talepler ya da simgesel görünürlükler düzeyinde kurmak zorunda kalmıştır. Bu hareketler, güçlü etik içeriklere sahip olsa da, kurucu siyasal özneliklere dönüşememiştir. Brown’un kavramsallaştırmasıyla söylersek: Türkiye solu da, travmanın siyasetini yapmaktadır, tarihin değil.
Brown’un açtığı bu tartışma, yalnızca solun mağduriyet söylemleri üzerinden özne kurma pratiğini değil, aynı zamanda bu pratiğin örgütsel biçimlerle ilişkisini de sorgular. Tanınma siyasetinin bireysel temsile dayalı doğası, süreğen ve stratejik örgütlenme biçimlerine mesafeli durur. Bu da siyasal özneliği dağınık, geçici ve bireysel kılar. Bu noktada Wendy Brown’un çalışmaları, kimseyi azat etmeden, solun kendisini yeniden örgütlemesi için hem bir uyarı hem de bir başlangıç noktasıdır. Brown’un teşhis ettiği kriz, bir tükeniş değil, bir geçiş momentidir. Bu geçişin yönünü tayin edecek olan şey ise, yalnızca etik bir duyarlılık değil, tarihsel bir kolektiviteyi mümkün kılacak örgütsel tahayyüldür. Jodi Dean’in ‘parti’yi tam da bu kriz momentinde yeniden kurması, bu bağlamda hayati bir teorik-politik müdahaledir.
III. PARTİ VE YOLDAŞLIK: KURUCULUĞUN ÖRGÜTSEL FORMU
Wendy Brown’un teşhis ettiği siyasal kudret yitimi, yalnızca mağduriyet üzerinden tanımlanan özneleşme biçimleriyle sınırlı olsaydı, kuşkusuz işimiz daha kolay olurdu. Bu yitim, aynı zamanda siyasal özneliğin stratejik süreklilik taşıyacak kurumsal formlar etrafında inşa edilememesiyle de ilgilidir. Charles Tilly’den bildiğimiz üzere, örneğin, küreye yayılan onca toplumsal hareketin yegâne ortak noktası, bitmesidir.[10]
Jodi Dean[11], bu çöküşe karşı ‘parti’ fikrini yeniden düşünerek radikal bir kuramsal müdahalede bulunur. Dean için parti, yalnızca geçmişin mirası değil; çağdaş solun kurucu kudretini yeniden keşfetmesi için vazgeçilmez bir olanaktır. Dean’ın Yoldaş: Siyasi Aidiyet Üzerine Bir Deneme adlı eseri, bireycilik, çoğulluk ve geçicilik ekseninde çözülmüş sol siyasetin karşısına, süreğen, kolektif ve disipline edilmiş bir siyasal özne formunu koyar. Bu form, ‘parti’dir. Ancak Dean’ın önerdiği parti, mekanik bir aygıt değil; bir siyasal ontoloji, bir öznellik üretimidir. Parti, dağınık ve bizi ilk başta şoka sokacak öznellikleri de bir araya getiren, stratejik olarak ortak duygulara yön veren bir organizasyondur. Bu yeniden kurulumun merkezinde ‘yoldaşlık’ figürü yer alır. Dean’a göre yoldaş, ne yalnızca bir birey ne de bir üyedir; o, siyasal bir özneleşme biçimidir. Yoldaşlık, ortak bir mücadele zemininden doğar. Kimlikten değil görevden; salt aidat ve aidiyetten değil eylemden türer. Yoldaşlar arasında yatay bir eşitlik ve dikey bir sadakat bağı bulunur. Bu sadakat, otoriteye değil, ortak tarihe ve siyasal hedefe duyulan bağlılıktır.
Dean, yoldaşlıkta kimlik farklılıklarının bastırılmadığını, fakat ortak bir siyasal yönelime bağlandığını belirtir. Bu anlamda yoldaşlık, postyapısalcı fark politikasının karşısında konumlanmaz; onu kolektif kuruculuk yönünde dönüştürür. Fark, ancak kolektif içinde anlamlıdır. Yoldaşlık, bireylerin farklılıklarını kişisel ifade biçimlerinden çıkarıp ortak bir mücadele zemini içinde işler kılar. Partinin işlevi, yalnızca bir eylemi koordine etmek değil, siyasal zamanı kurmaktır. Solun en temel sorunlarından biri, süreksizliktir. Her hareket kendi içinde kalır; her direniş anlık bir siyasal jest olarak çözülür. Bu nedenle parti, bu süreksizlikler arasına bir köprü kurar. Tarihi taşıyan, bugünü stratejik kılan ve geleceğe yön veren kolektif bir bellektir.
Dean bu bağlamda Leninist parti anlayışına atıf yapar ancak onu güncelleştirir. Merkeziyetçilik ya da otoriterlik değil; süreklilik, yön ve irade önemlidir. Parti, bir emir- komuta zinciri değildir, ilkin siyasal kapasitenin dağıtıldığı bir kolektivitedir. Bu anlamda parti, karar almaz sadece, daha ziyade karar üreten bir mekândır. Jodi Dean’ın önemli katkılarından biri de partiyi duygulanımın örgütlenmesi bağlamında yeniden düşünmesidir. Sağ popülist hareketlerin başarısı, yalnızca ideolojik hegemonya ile değil kitlelerin duygularını –korku, öfke, umut– etkili biçimde mobilize edebilme becerileriyle ilgilidir. Sol, uzun süre önce bu alanı terk etmiş, duyguların karşısında, ihtiyarlığın duygusuzluğunu andıran bir ‘sağduyu’nun etrafını çitlemeyi ya da yine bir ihtiyarın artık muhataplarına özel gelmeyen duygulanımlarını sembolleştirmeyi tercih etmiştir. Dean’a göre parti, yalnızca düşünsel bir form değil; aynı zamanda duygusal aidiyetin ve kolektif hissiyatın kurumsallaştığı yerdir. Öfke yalnızca ifade edilmez, yönlendirilir. Umut, bireysel beklenti değil, kolektif bir yön duygusu hâline gelir.
Parti aynı zamanda kolektif öznenin kendi üzerine düşünebildiği, kendi pratiğini sorgulayabildiği, stratejik tefekkürde bulunabildiği ve anlam üretebildiği bir alan olmalıdır. Bu anlamda Dean, partiyi demokratik bir mekanizma olarak da konumlandırır. Ancak burada demokrasi, çoğulculuk değil; kolektifin kendi yönünü tayin edebilme kudretidir. Bu da yalnızca niceliksel katılım değil, ortak hedefe doğru nitelikli yönelimlerle mümkündür. Bu, mevcut haliyle, sosyalist partiden kovmamız gereken yapmacık, formel demokratikliği de imler. Temsil yani seçmek ya da seçilmek tek odak olarak kalmadan; katılmak, eylemek ve bunlar önündeki engelleri kaldırmak esastır.
Türkiye bağlamında bu analiz oldukça güçlü bir yankı bulabilir yine. 1980 darbesi sonrası solun yaşadığı kurumsal çöküş, yalnızca devlet baskısıyla değil; aynı zamanda örgütlenme fikrine duyulan güvensizlikle de derinleşmiştir. ‘Kolektif olan’, uzun süren bir medya ablukası, Özal’ın prenslerinin tehdidi altında, bir kapatma, bir bastırma olarak kodlanmıştır. Nurdan Gürbilek’in dediği gibi;
“80’lerin egemen söyleminde ‘emek’ ve ‘sömürü’ kavramları gözden düşmekle kalmadı. … Bu süreç o kadar büyük bir hızla yaşandı ki, kısa bir süre içinde yokluğu, yoksulluğu dile getiren kavramlar bir zamanlar hatırlattıkları durumlardan tümüyle farklı anlamlar kazanabildi; ilkelliğin, demodeliğin ya da çağdışı olduğu varsayılan bir iktidar talebinin, hemen unutulmak istenen bir deneyimin, bir olumsuzluk olarak 80 öncesinin kodlarından ibaret kaldı.”[12]
Bunun yerine öznelliğin özgürleşmesi adına örgütsüzleşme tercih edildi. Orhan Gencebay’ın Batsın Bu Dünya’sından; İbrahim Tatlıses’in Ben De İsterim’ine geçişin özetidir Özal dönemi biraz da. “Artık tek tek istekler, bütünsel bir arzunun parçası olmadan ortalıkta rahatça boy gösterebiliyor, kısa vadede kendilerine daha somut, daha gerçekleşebilir hedefler arayabiliyor, yalnızca kendilerini temsil etmenin verdiği rahatlıkla bir an önce doyurulmayı talep edebiliyorlardı.”[13] Ancak bu tercih, bu kayış, Wendy Brown’un teşhis ettiği etikleşmiş ve bireyselleşmiş siyaseti yeniden üretmiş; stratejik siyasal kapasiteyi zayıflatmıştır elbette. Kolektif özneleşmenin örgütsel zemini kurulmadıkça, solun yeniden tarihsel bir aktör olarak sahneye çıkması mümkün değildir. ‘Yoldaşlık’, bu kolektifliğin ontolojik biçimidir. ‘Parti’ ise onun tarihsel mekânıdır. Partisiz siyaset, süreksiz siyasettir ya da solsuz bir Türkiye müteahhitlerin, CEO’ların, uzmanların, stratejistlerin elinde soluksuz kalmaya devam edecektir.
SONUÇ YERİNE: KİTLESEL SOSYALİZMİN KAÇINILMAZ GEREKLERİ
Jodi Dean’in yeniden inşa ettiği parti fikri ile siyasal içe kapanma eleştirisi arasında dolaylı bir diyalog da vardır. Dean’in önerdiği yoldaşlık ve kolektif özneleşme biçimi, içe kapanık, dogmatik ve tepkisel yapıyı aşmak üzere konumlanır. Dean’in partisi, geçmişin hatırasını yeniden üretmek için değil; bugünün siyasal olanaklarını kurmak için vardır. Parti bu tür bir siyasal yeniden kurulum sürecinin ön koşuludur. Dolayısıyla, aktivizmle sınırlanmış bir muhalefet ya da programın bir anını donduran içe kapanma yalnızca bir örgüt tarzı değil; siyasal kuruculuğun inkârıdır. Bu inkâr, bugünün sol siyasetinde en görünmez ama en yıkıcı patolojilerden biridir. Bu nedenle solun yalnızca dışsal düşmanlarıyla değil, kendi içindeki kurucu olmayan yapılarla da hesaplaşması gerektiğini bize hatırlatır.
Burada Jodi Dean’ın partiyi sürekliliğin ve kolektif özneliğin mekanı olarak düşünmesine doğrudan bir paralellik vardır. Dean’ın teorik çerçevesinde tarif ettiği gibi, dağınık ve parçalı öznellikleri stratejik bir hat etrafında kolektifleştirmek, siyasal zamanı yeniden kurmak ve yoldaşlık ilişkileri temelinde siyasal aidiyet biçimleri üretmektir. Bu noktada Türkiye bağlamında ‘yoldaşlık’ kavramı, hem tarihsel hem de güncel anlamlar taşır. 1960’lar ve 1970’lerde şekillenen devrimci örgütlenmelerin ruhuna ait olan bu kavram, uzun süre bölünmeler içinde işlevini yitirmiştir. Bugün, yoldaşlığı yeniden siyasal bir bağ olarak kurma yönünde atılmış bir adımın örnekleri vardır. Bu bağ, yalnızca duygusal ya da etik değil siyasal iradeyi ortaklaştıran bir form olarak işlerlik kazanmalıdır.
Bu yazının başından itibaren çizilen teorik ve siyasal çerçeve, çağdaş solun içinde bulunduğu krizi yalnızca tespit etmekle kalmanın eksiğine yani aynı zamanda bu krizin tarihsel ve kurumsal bağlamlarını çözümleyerek kurucu bir yönelimin imkânlarını da açığa çıkarmaya heveskar olmasını vurgular. Wendy Brown’un tanınma siyasetine yönelik eleştirisi ve Jodi Dean’ın partiyi yeniden kurma önerisi, bugünün sol siyasetini yeniden düşünmek isteyenler için güçlü bir kavramsal hat sunmaktadır. Bu girişim, yalnızca farklı düzeylerde değil, bir bütün olarak siyasal olanın yeniden kurulması için zorunlu olan düşünsel ve örgütsel müdahaleleri temsil eder, siyasetin geleceğe dönük kurucu kudretini yeniden hatırlatır.
Bu çerçeveden bakıldığında, sol siyasetin yeniden kuruluşu için, mucize kabilinden istisna bir zekadan zuhur edecek orijinal eylem repertuvarı ya da bir söylem yenilenmesi değil; daha temel bir yeniden kurulum gereklidir. Bu kurulum, üç düzeyde düşünülmelidir: (1) Siyasal öznenin yeniden tanımlanması, (2) kolektif biçimlerin inşası ve (3) stratejik yön tayin kabiliyetinin yeniden kazanılması:
İlki, siyasal öznenin yeniden tanımlanması meselesidir. Bu özne artık yalnızca mağduriyet üzerinden değil; ortak bir tarihsel tahayyül, stratejik bir irade ve siyasal bir görev duygusu üzerinden kurulmalıdır. Bu, Jodi Dean’ın ‘yoldaşlık’ kavramı ile Wendy Brown’un ‘kurucu kudret’ anlayışının birleştiği noktadır: siyasal özne, farklılıklar içinde kolektifleşebilen ve tarihi ileriye taşıma iradesi gösterebilen bir figürdür.
İkincisi, kolektif biçimlerin inşasıdır. Parti, burada yalnızca klasik anlamda bir örgütlenme modeli değil; siyasal zamanın kurumsallaştığı, duyguların örgütlendiği, iradenin süreklilik kazandığı bir alan olarak yeniden düşünülmelidir. Bu alan, Jodi Dean’ın önerdiği biçimiyle, bireysel özdeşliklerin değil, kolektif yönelimin mekânı olmalıdır. İçe kapanma eleştirisi burada bir uyarıdır, ama tekrar edelim buradan seken eleştiri belirleyici değildir: Kapalı gruplar, kendi iç bütünlüğünü korumak adına eylerken; parti farklılıklara ve dönüşüme karşı eleştirel ama misafirperver olmak zorundadır.
Üçüncüsü, stratejik yön tayin kabiliyetinin yeniden kazanılmasıdır. Bu, yalnızca bir düşmana —ve çoğunlukla solun kendisinin tayin etmediği ama toplumda ortak olması hasebiyle benimsediği düşmana— karşı pozisyon almak değil, siyasal alanı yeniden kurmak, toplumsal ilişkileri dönüştürme kudreti taşımak demektir. Bu yön, ancak kolektif aklın ve iradenin kurumsallaştığı bir yapıyla mümkündür. Dolayısıyla strateji, retorikten değil, parti örgütünden ve eylemden beslenmelidir.
Bugün stratejik kolektivizm çağrısı yalnızca bir kavramsal yenilenme değil; gündelik pratiklerin, örgüt biçimlerinin ve siyasal müdahale tarzlarının da yeniden icadı anlamına gelmelidir. Bu, mahalle örgütlerinden sendikal yapılara, öğrenci topluluklarından medya ağlarına kadar her alanda kolektif kapasiteyi artıracak yapılar kurmayı, yalnızca merkezi bir örgütlenmeyi değil, çok düzeyli ve birbirine bağlı stratejik odakları hedeflemeyi gerektirir. Parti, yalnızca ulusal düzlemde değil, yerel ve gündelik hayata sinmiş biçimleriyle de düşünülmeli; yoldaşlık, yalnızca geçmişin değil bugünün de ilişkisel mantığına dayanmalıdır. Bu yüzden bugünün acil görevi, solun dağınık ama mevcut kudretini örgütsel olarak yönlendirmek, ortak irade ve tarihsel yön tayini ile somut siyasal araçlar arasında bağ kurmaktır. Bu bağ kurulmadan ne eleştirilen mevcut hâl aşılır ne de kolektif bir yarın inşa edilebilir.
Kitlesel bir sosyalizm, ancak toplumsal yaşamın farklı alanlarında yaygınlaşan bu mücadelelerin ortak bir siyasal hatta birleşmesiyle mümkündür. Bu da soyut bir kolektivizm çağrısını, belirli toplumsal çatlaklarda örgütlü bir varlıkla somutlaştırmakla mümkündür: Emek süreçlerinin güvencesizleştirilmesine, barınma hakkının rant rejimleriyle gasp edilmesine, eğitim ve sağlık gibi kamusal hizmetlerin metalaştırılmasına; sermaye eliyle sürdürülen maden, inşaat ve enerji projelerine; yangınlarla yok edilen orman ekosistemlerine, afetin olağanlaştırıldığı bir yaşam rejimine, halktan gizlenen iklim verilerine ve suya erişimin piyasa ilişkilerine terk edilmesine karşı gelişen direnişlerde — yani hayatın müşterekleştirilmesi ve sosyalistleştirilmesine çağrı yapılan her alanda, siyasal örgütlenmeyi yeniden düşünmek ve denemekle mümkündür. Bu yazının ortaya koyduğu hat, yalnızca eleştirel bir reddiyeyi değil; bu reddiyenin karşısına inşa edici bir siyasal tahayyül koymayı amaçlar. Yoldaşlık, işte bu tahayyülün en yalın ama en güçlü imkânıdır: ortaklaşa yaşamak, ortaklaşa direnmek ve ortaklaşa kurmak üzere.
Dahası, sol çevrelerde ‘alternatif’ olarak görülen pek çok mekân —kafeler, barlar, kültür sanat girişimleri, sosyal merkezler— farkında olmaksızın, bu yazının baştan sona eleştirmeye gayret ettiği biçimde; siyaseti yaşam tarzına, kolektif eylemi bireysel tutumlara indirgemiş durumda. Bu mekânlar çoğu zaman müşterek bir alan değil, benzer yaşam tercihlerine sahip bireylerin bir aradalığına dönüşüyor; siyasal bir hat üretmektense tanışıklıklar üzerinden kendini yeniden üretmeyi tercih ediyor. Oysa bu tür mekânlar, yalnızca “bizden” oldukları için korunacak alanlar değil; kolektif siyasal kapasiteyi yeniden kurmak üzere dönüştürülmesi gereken alanlardır. Kitlesel sosyalizm iddiası, yalnızca dış dünyaya yönelik bir çağrı değil, solun kendi gündelik pratiklerine de yöneltilmiş bir müdahaledir. Alternatif kafe, bar ve kolektiflerin; siyasal üretimi, stratejik yönelimi ve ortak örgütlenme hedeflerini merkeze alan mekânlara dönüşmesi, bugünün en temel görevlerinden biridir. Yoldaşlık, yalnızca birlikte oturulan değil; birlikte karar alınan, birlikte düşünülen ve birlikte eyleme geçilen bir zemine ihtiyaç duyar.
Bu noktada çağrı açıktır: Stratejik kolektivizm zamanı gelmiştir. Bu kolektivizm her şeyden önce kurumsal olmalıdır; estetik değil politik; bireysel değil tarihsel bir kolektivizmdir. Yalnızca geçmişin yasıyla değil; geleceğin kurulumuyla ilgilenir. Solun bugünkü görevi, yalnızca eleştirmek değil, kurmaktır. Bu kurma iradesi, teorik berraklık, örgütsel disiplin ve siyasal yaratıcılığın buluştuğu noktada anlam kazanır. Bu yazı da, pek çokları gibi, bu anlamda bir son değil; sıfırdan başlanmasına gerek de duyulmayan bir yenilenme teklifidir: Siyasal olanın, kurucu olanın ve kolektif olanın yeniden birleşmesi adına bir öneri ve yön tayini ihtiyacını tekrar eder sadece.
Partisiz bir sol, süreksiz bir siyasettir. Stratejisiz bir sol, yönsüz bir çabadır. Kolektifsiz bir sol, yalnızlıktır. Tüm bunlara karşılık, bu metin, yoldaşlık üzerine kurulu, tarihsel bir yön taşıyan ve siyasal kudret üretmeyi hedefleyen bir solun mümkünlüğüne onun acilliği oranında inanır ve tutunur.
Şimdi kurmanın zamanıdır.
Durana, duyana, yürüyene, yeni gelene bin selam!
[1] Mark Fisher, 2020, Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok mu? İstanbul: Habitus., s.8. [2] Sitüasyonist Enternasyonal, 2008, haz. Şenol Erdoğan. İstanbul : Altıkırkbeş, 47. [3] Eduard Louis, 2020, Babamı Kim Öldürdü, İstanbul: Can, s.47-48. [4] Marcel Gauchet, 2013, Yurttaşını Arayan Demokrasi, İstanbul: İletişim, s.33 [5] Wendy Brown, 2010, Tarihten Çıkan Siyaset, İstanbul: Metis. [6] Brown, s.52. [7] Ulus Baker, 2019, Dolaylı Eylem, İstanbul: Birikim, s.131. [8] Brown, s.56. [9] Brown., s.57. [10] Charles Tilly, 2022, Toplumsal Hareketler (1768-2018), İstanbul: Alfa [11] Jodi Dean, 2021, Yoldaş: Siyasi Aidiyet Üzerine Bir Deneme, İstanbul: Minotor [12] Nurdan Gürbilek, 2001a, Vitrinde Yaşamak, İstanbul: Metis, s.25-26. [13] Nurdan Gürbilek, 2001b, Kötü Çocuk Türk, İstanbul:Metis, s.17-18