Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm

Can Soyer21 Haziran 2025

Türkiye’de kitle hareketlerinin yükselişinin ve sosyalizmin toplumsallaşmasının en dikkat çekici yılları olan 1960’lar, bir yanıyla da çok temel bir soru ile bu soruya verilen yanıtlar arasındaki üretken tartışmanın hem sosyalistlere hem aydınlara hem de kamuoyuna hakim olduğu yıllardı. O soru ise basitti: Türkiye nasıl kurtulur?

Elbette bu soruya verilen yanıtlar farklılaşıyordu. Çünkü Türkiye’nin öncelikle neyden kurtulması ve neyin kurtuluş sayılması gerektiğine dair fikirler çeşitliydi. Yine de sorunun kendisi o denli baskın ve çekiciydi ki herkes kendi meşrebince de olsa bu soruya bir yanıt üretmekten ve kitleleri kendi yanıtının doğruluğuna ikna etme çabasından uzak kalamıyordu.

Türkiye’nin uzun bir 12 Eylül karanlığından sonra ağır bir Saray kuşatması altına alındığı son birkaç on yılın en büyük tahribatlarından biri artık bu tür soruların sorulmuyor olmasıdır herhalde. Siyasal mücadelenin ve toplumsal hareketliliğin gündeminin hep parçalı ve tepkisel kalması; kurucu bir soru ile ona verilen yanıtın bir manyetik çekim alanı gibi kendi etrafında yörünge oluşturamaması bahsettiğim şey. O çok sevilen “hegemonya” tartışmasına acaba buradan, en baştan, sıfır noktasından başlamak gerekmez mi?

***

Soru ve yanıt dedik; ancak bunun ifade ettiği şey esasında bir “strateji” tartışmasıdır. Yani elinizde hegemonik hale getirdiğiniz bir soru ve yanıt varsa, bu aynı zamanda bir stratejiniz olduğu anlamına gelir. Ya da tersinden, böyle bir sorunuz ve yanıtınız bulunmuyorsa bir stratejiniz yok veyahut stratejiniz tam anlamıyla olgunlaşmamış demektir.

Son yılları bir kenara koyduğumuzda ve 19 Mart’tan bu yana sosyalist hareketin ürettiği tartışmalara baktığımızda bile Türkiye’nin kurtuluşunun hangi araç ve yollarla mümkün olacağına, işçilerin iktidarı hedefine nasıl bir adım daha yaklaşılacağına, sosyalizm düşüncesinin ve hedefinin ne tür girişimlerle toplumsallaşacağına dair kaygının çok gerilerde kaldığını görebiliriz. Perry Anderson’un 20. yüzyılın son çeyreğindeki dünya sosyalist hareketi için söylediği “teorinin değil stratejinin sefaleti” sözleri bir lanet gibi uzadıkça uzamış ve Türkiye’de kendisine çok sıcak bir yuva bulmuş gibi.

Aynı Türkiye bir yandan kapitalist sömürü vahşetinin bir yandan da islamcı faşizm dehşetinin tasallutu altında geçirdiği çeyrek asrın sonunda, şimdi, iki büyük tarihsel sürecin tam ortasında bulunuyor: Bir yanda Kürt sorununda silahların bırakılmasıyla, diğer yanda İmamoğlu’nun tutuklanması ile somutlanan, Saray Rejimi’nin niyetlerine baktığımızda ise çok tehlikeli bir aşamaya geçiş çabalarıyla biçimlenen bir süreç.

Bu süreçlerin Türkiye siyasetinde ve toplumunda yaratacağı sarsıntının ve dönüşümün, sosyalistlerin karşı karşıya kalacağı görevlerin ve zorunlulukların, fırsatların ve tehlikelerin, başarıların ve başarısızlıkların bütünlüklü bir değerlendirmesini yapmak ve işçilerin iktidarına giden yolun adımlarını bu somut gerçeklik içinde planlamak gerekir. Hem bütünü hem de o bütünün çelişkisini birlikte kavramak gerekir. Deyim yerindeyse, hem zincirin tamamını hem de onun en zayıf halkalarını bulmak ve zinciri kıracak kuvveti hazırlamak gerekir.

Böylesi bir konjonktürden geçerken sosyalist hareketin takip edeceği stratejik çizginin, geliştireceği taktiksel hamlelerin, ileri süreceği siyasal taleplerin; bütün bunların az çok tutarlı bir bütünlük haline gelmesinin ve kendisine dayanıklı bir örgütsel karşılık üretmesinin ne denli önemli olduğunu açıklamaya gerek yok. Burada bir strateji-taktik ya da siyasal-örgütsel program sunumuna girişmeyeceğim. Ancak böylesi bir stratejinin ve siyasal çizginin ana hatlarını ya da esbabı mucibesini veyahut dibacesini diyelim isterseniz, kaba dokunuşlarla paylaşacağım. Elbette, başka katkıların ve tartışmanın devamının gelmesini umarak.

***

Bağımsızlık: Bugün Türkiye’de bağımsızlık sözcüğünün kazanması gereken anlam halkın kendi kaderini kendi ellerine almasıdır. 21. yüzyıl dünyasında izole, içe kapalı, otarşik devlet ve toplum yapıları tahayyül etmek hem imkansızdır hem de bunun bağımsızlık anlamına geldiğini söylemek büyük bir aldatmacadır.

Ülkemizin emperyalizme ekonomik, politik, ideolojik, askeri açılardan tam bağımlı bir ülke olduğu tartışmaya gerek olmayan bir gerçek. Türkiye kapitalizminin yapısal bir karakteri olan bu bağımlılığın yanında, son yıllarda adeta bir “dünya partisi” olarak örgütlenmeye ve ülkeleri etkisi altına almaya başlayan küresel faşizmin en gözde ve güzide örneklerinden birine dönüşen Saray Rejimi de ülkemizin bağımlılığını bir kat daha artırıyor. Bu bakımdan, bağımsızlık, emperyalizme, onun ekonomik, politik, ideolojik, askeri sömürgeciliğine ve saldırganlığına karşı bağımsızlık demektir.

Emperyalizme karşı bağımsızlık, özünde enternasyonalist bir dünya görüşü olan sosyalizme göre, her ülkenin emekçilerinin kendi kaderlerini kendilerinin çizmesi ve dünya işçileri ile halklarının kardeşçe birliği ile örtüşür. Bağımsızlığın bu biçimde değil de içe kapalı otarşik rejimler ya da ulusalcı-milliyetçi tahayyüller olarak anlaşılması antiemperyalist mücadelenin en önemli ilkelerinden birini kaybettiğimizi zımnen de olsa kabul etmek anlamına gelir. Sosyalist hareket böyle bir yenilgiyi kabul etmemeli, bu yenilgi fikrinin yeniden üretilmesine hem ortak olmamalı hem de izin vermemelidir.

Bağımsızlığın yukarıdaki biçimde tanımlanması ve kavranması esasında sosyalist hareketin tarihsel bir özelliği. Sosyalist harekette bağımsızlık yüz yıldan fazla zamandır bu biçimde anlaşıldı ve kullanıldı. Bu açıdan, bağımsızlık sözünü salt bu anlamda kullandığımızda yeni bir şey söylemiş de sayılmıyoruz. Oysa, yeni bir anlamdan, hem ülkemizin güncel konjonktürüyle hem de kapitalizmin neoliberal evresiyle ilgili bir anlam genişlemesinden söz etmemiz mümkün ve de gerekli.

Türkiye, devlet gücünü kullanarak siyasetten medyaya, ekonomiden akademiye, belediyelerden vakıflara kadar akla gelebilecek tüm toplumsal kurum ve alanları kendini zenginleştirmek için kullanan bir islamcı-faşist elit grup tarafından sömürgeleştirilmiş durumda. Bu iktidarın ve sömürünün devamı için kurumlar, kurallar, yasalar, hatta kendi koydukları yasalar bile hiçe sayılıyor. Bu sömürgeci elit grup ülkemizin tüm kaynaklarını, zenginliklerini, birikimini arsızca cebe indirirken, sadece ailesini geçindirmek, eğitimini tamamlamak, başını bir eve sokabilmek için alın teri döken milyonlarca emekçiye, gence, kadına, emekliye ise seçenek olarak ya sadaka peşinde koşmayı ya da düşman muamelesi görmeyi dayatıyor. Her iki seçenekte de yurttaşlarımızın emeği sömürülüyor, haysiyeti çiğneniyor, geleceği çalınıyor.

Bugün bağımsızlık en çok bu sömürgeci çeteye, emeğimizi olduğu kadar en temel haklarımızı da gasp eden bu yağmacılara, haysiyetimize olduğu kadar çocuklarımızın geleceğine de el uzatan bu işgalcilere direnmek ve kendi kaderimizi kendi ellerimize almak anlamına gelir. Ülke tarihi boyunca emekçilerin emeğiyle, özverisiyle, alın teriyle biriktirilmiş zenginliğe bu sömürgeci elitler tarafından el konulmasına karşı ayağa kalkmak ve bizden çaldıkları her şeyi geri almak bağımsızlık fikrinin ve mücadelesinin dolaysız talebi olmalıdır. Özetle, bağımsızlık, yurttaşlıktan kovulmuş milyonlarca emekçinin bu ülkeyi yeniden yurt edinmesi için verdiği kavgayı ifade eder.

***

Demokrasi: Bugün Türkiye’de demokrasi sorununun tanımlanması gereken düzlem halkın özneleşme kapasitesinin güçlenmesidir. Demokrasi mücadelesinde sosyalistlerin ayırt edici yanı demokratik hakların biçimsel kabulünden çok halkın örgütlü bir güç olarak özneleşme imkanlarının ve fırsatlarının genişlemesi olmalıdır.

Demokrasi sorunu sosyalist hareketin gündemine ne yeni girmiştir ne de sadece Türkiye’ye özgüdür. Neredeyse iki yüz yıllık bir sorun olan demokrasi, ilk başlarda eski feodal-monarşik rejimlere karşı burjuvazinin yürüttüğü mücadele ile sosyalistlerin gündemine girdi. Hatta, feodal monarşilere karşı burjuvaların verdiği demokrasi mücadelesi ile işçilerin sömürüye karşı verdiği sosyalizm mücadelesi bazı dönemlerde birbirini müttefik olarak gördü. “Demokratik devrim” ile “sosyalist devrim” aşamaları hakkındaki tüm literatür bu ilişkiden doğdu. Ancak, buradaki bağlam feodal monarşilere karşı yürütülen mücadeleyi ifade ediyordu ve tam da bu nedenle demokrasi ve sosyalizm iki ayrı sınıfa, iki ayrı devrim stratejisine ve iki ayrı dünya görüşüne denk düşüyordu.

Bu bağlam günümüze ait değildir ve tarihsel incelemeler dışında, artık, tümüyle terk edilmelidir. Günümüzde demokrasi, feodal monarşilere karşı değil burjuvaziye karşı verilen mücadelenin bir başlığıdır ve tam de bu nedenle sınıf mücadelesinin en önemli gündemlerindendir.

Bu bağlam değişiminin yeterince anlaşıldığını ve kavrandığını söylemek, maalesef, mümkün değil. Zaten ülkemizde demokrasi mücadelesine dair yanlış tutumların kaynağında da bu kavrayışsızlık yatıyor. Ülkemizde ya demokrasiyi sosyalizmle kıyaslayıp küçümseyerek bir kenara atmak ya da onu sosyalizmden daha üstün görerek tüm çabayı demokratik haklar alanına sıkıştırmak yaygın bir tutum haline geldi. Birbirine tamamen zıt bu iki yaklaşım esasında aynı varsayımda ortaklaşıyor: Sınıf mücadelesi ile demokrasi gündemi arasında bir içkinlik olmadığı varsayımı. Diğer bir deyişle, demokrasinin yok edilmesinin, rejimin biçiminin, yasallığın tasfiyesinin, devlet-yurttaş ilişkisinin değişmesinin vb. o ülkedeki sınıf egemenliğinin korunması ve yeniden üretilmesinde üstlendiği özgül rolün göz ardı edilmesi diyebiliriz.

Ülkemizde emperyalizmle işbirliği içindeki, küresel faşizmin dünya partisinin Türkiye seksiyonu olarak da adlandırılabilecek bir siyasal şebeke iktidarda. Bu şebeke hem islamcı-faşizan dünya görüşünün bir gereği olarak yüz yıllık cumhuriyet fikrine ve birikimine düşman hem de neoliberal kapitalizmin emekçileri siyaset alanından dışlamasının ve yurttaşlıktan kovmasının bir aracı olan otoriter rejimler silsilesinin bu coğrafyadaki en güçlü uzantısı. Çeyrek yüzyılda Türkiye’nin zaten çok sağlam olmayan demokrasi ve haklar/özgürlükler birikimini aşındıra aşındıra artık tamamen yok olma noktasına getirdi, şimdi de bir Nazi taktiği olan “illegal devlet darbesi” aracılığıyla son noktayı koyma gayretinde. Bu son noktadan sonra oluşacak rejim, sadece kimi siyasetçileri tutukladığı için değil esas olarak açık siyaset alanı dahil emekçilerin ve toplumsal muhalefetin mücadele imkanlarını tümüyle yok edeceği için tehlikeli.

Yasallık, açık siyaset, parti kurma ve propaganda, seçme ve seçilme hakkı gibi her biri emekçi sınıfların mücadelesi ile kazanılmış demokratik hakların böylece lağvedilmesine kendisine “demokrat” diyen liberallerin değil en başta işçi sınıfının çıkarlarını savunan sosyalistlerin itiraz etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Hatta, böylesi yakıcı bir konjonktürden geçerken kimi “demokrat”ların sosyalistlerle işbirliği yolları araması da kategorik olarak reddedilemez. Sosyalistler ile “demokratlar” arasındaki ortaklığın zemini bundan daha geniş olmaya müsait değildir zaten. Çünkü sosyalistler, sadece demokratik hakların korunması ve geliştirilmesi için mücadele etmez, aynı zamanda bunun ancak sınıf mücadelesiyle birleştiğinde, antikapitalist bir perspektif kazanıp devrimcileştiğinde nihai başarıya ulaşacağını düşünür.

Bugün ülkemizde son derece kritik bir eşikten geçmeye gayret eden Saray Rejimi ile mücadele ediyoruz. Bu mücadelede, burjuva düzenini daha tolere edilebilir ya da daha estetik gösterecek diye değil, tam da burjuva düzenine karşı daha güçlü, daha yaygın, daha etkili mücadele yürütebilmek için, bu mücadelenin araçlarını, yollarını, propagandasını toplumsallaştırabilmek için demokrasiye ihtiyacımız bulunuyor. Halkın özneleşmesinde ve örgütlenmesinde yararlanılabilecek en ufak kazanımların bile korunması şimdi hayati önemde. Artık demokrasiyi, burjuva düzeninin bir cüzü olarak görme imkanı kalmamış durumda. Demokrasi, halkın kendi hakları ve çıkarları uğruna mücadele edeceği ve kendi kendisini yöneteceği özörgütlenmeler başta olmak tüm örgütlülük biçimlerinin yaratılmasının, korunmasının, yaygınlaştırılmasının zorunlu koşulu olarak kavranmalı, böyle kıymetlendirilmeli ve bu perspektif ışığında tanımlanarak sosyalizm mücadelesinin envanterine eklenmelidir.

***

Sosyalizm: Bugün Türkiye’de sosyalizmin toplumsallaşması gereken ve toplumsallaşması en mümkün vaadi insanca, onurlu ve adil bir yaşamdır. Sosyalizm sadece bir ekonomik sistem olmaktan önce emeğin ve haysiyetin korunduğu bir toplum yaşayışının kural ve ilkeler bütünü olarak çerçevelenmelidir.

Ülkemizin işçiler, kadınlar, gençler, emekliler, çocuklar, tüm canlılar ve doğa için tarifsiz bir cehennem olduğuna kanıt göstermeye gerek yok. Bu cehennemin harcı, devlet şiddeti ve örgütsüzleştirme, cemaat ve tarikat ağlarını destekleme, sermayenin rahatını bozan her türlü yasayı ve kuralı yok sayma gibi sistematik politikalarla karıldı. Günümüzde Türkiye, sadece dünyanın gelişmiş emperyal güçlerinin atıklarını gönderdiği çöplük olmakla değil aynı zamanda insanını en ucuz ve en savunmasız emek gücü olarak küresel ve yerel sermayedarlara peşkeş çekmekle de anılıyor.

Yaratılan para balonları ve kredi genişlemeleri kısa dönemlerde emekçileri pazara çekebiliyorsa da esasta hepsini derin bir borçluluk bağıyla sermaye karşısında köleleştirmeye yarıyor. Sadakaya muhtaç bırakılmış milyonlar, siyasi iktidara destek vermeleri karşılığında iki lokma ekmeğe erişebiliyor. Ülkenin eğitimli, meslek sahibi emekçileri ise son on yılda şiddetli darbelerle mülksüzleştiriliyor. Türkiye işçi sınıfının en alt katmanları ile en üst katmanları arasındaki makas daralıyor ve ülkemizin emekçileri daha da yoksulluğa doğru yaklaşan bir vasatta buluşuyor.

Hayat pahalılığı, geçim ve kira krizi, eğitim ve sağlık harcamalarının maliyeti, yurttaşların güvenebileceği ve hizmet alabileceği kamusal kurum ve politikaların istisnai örnekler dışında yok edilmesi; tüm bunlar ülkemiz işçi sınıfının günlük deneyiminin ağırlıklı bir parçasını oluşturuyor. Gençler ise, hem ailelerinin yaşadığı sıkıntılara tanık olarak hem eğitimlerini sürdürmek için emeklerini kayıtsız ve düzensiz biçimlerde satmak zorunda kalarak hem de geleceklerinin daha da karanlık olduğunu bugünden görerek bu felaketi toplumun geri kalanından daha sarsıcı, daha yakıcı, daha yıkıcı biçimde deneyimliyorlar.

Bunun tam karşısında ise devletin gücüyle ülkenin tamamına, emekçilerin alın teriyle yaratılan zenginliğe, gençlerin ve çocukların geleceğine çöken; vergi afları, teşvikler, ihalelerle semirtilen; en ufak bir hakkı ve yeteneği olmamasına rağmen sömürge şebekesinin parçası olduğu için sadece ekonomik değil sosyal suçları konusunda da cezasızlık ve kayırmacılıkla ödüllendirilen; holdingleri, şirketleri, markaları alt alta; yatları, katları, rezidansları yan yana dizen; bir de bu ülkenin çalışan insanları ve gençlerine hakaret, küfür, tehdit edecek kadar küstahlaşan iktidar eliti bulunuyor. Bu iki grup, iki toplum biçiminin, iki etik ilkesinin birbiriyle mücadelesinin simgesi olarak kristalize oluyor. Ve emek ile haysiyet bu mücadelede birbirine dönüşerek son derece radikal bir kimlik kazanmaya doğru gidiyor.

İşte tam da bu anlamıyla sosyalizm; yani insanın onurlu ve adil bir yaşama sahip olduğu; yurttaş olarak bu ülkenin zenginliğinden payını aldığı; kamucu, dayanışmacı, yurttaşların kardeşçe birliği ve insanın tüm canlılar ve doğayla barışı üzerine kurulu bir toplum tahayyülü olarak sosyalizm Türkiye’nin kurtuluşu sorusuna verilen yanıtın en kalın harflerle yazılan sözü olmalı. Sadece üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaşması anlamında değil, aynı zamanda insanın emeğinin ve haysiyetinin el sürülemez olduğu bir etik-politik perspektif olarak sosyalizm hem bugünkü mücadeleleri ileriye doğru itmek anlamında hem de onları mevcut kapitalist düzenin sınırlarının ötesine taşımak anlamında toplumsallaşmaya, kitlesel bir güç ve özlem olmaya en hazır dönemine giriyor.

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de kapitalist barbarlık insanlığı küresel bir felaketin eşiğine getirdi. Yüz yıl önce haykırılan “ya sosyalizm ya barbarlık” sözü bile içinde bulunduğumuz durumu anlatmaya yetmiyor. İnsanlık, sosyalizmin yokluğunda barbarlık koşullarında hayatta kalmaya çalışan bir tür olarak gücünün tükenme aşamasına kadar gelmiş durumda. Sosyalizmi artık kapitalizmden farklı bir ekonomik biçim olarak değil kapitalist barbarlığı aşıp insanlığı önce sağaltmanın, sonra da eşit ve özgür bir geleceği inşa edecek özne olarak yaratmanın yolu biçiminde kavramak gerekiyor. Ülkemiz açısından ise sosyalizm, öncelikle Saray Rejimi denen sömürgeci şebekenin ve onunla birlikte de Türkiye’yi yüz yıldır pençesinde tutan sermaye egemenliğinin yıkılmasının yegane, bu anlamda Türkiye’nin kurtuluşunun biricik yolu anlamına geliyor.

***

Yaşattığı onca dehşete karşın Saray iktidarının hala sürüyor olmasının sadece seçim başarısıyla açıklanması yeterli olmaz. Saray iktidarının kendisini sürdürebiliyor olmasının arkasında Türkiye kapitalizminin beklentileri, dünya emperyalizmin yönelimleri ve kendi gündemleri arasındaki örtüşmeyi her kriz uğrağında yeniden üretebilmesi yatıyor. Türkiye sermaye sınıfının tüm fraksiyonları için aşırı karlılık, vahşi sermaye birikim koşulları, yeni pazarlara yayılma imkanları sunulmasından ve bütün bu imkanları kullanırken de olası her toplumsal tepkinin ve itirazın simgesel ve fiziksel şiddet ile baskı altına alınmasından söz ediyoruz. Bu tablodan güçlü bir iktidar çıkması mümkün elbette, ancak kendi çatlaklarını kapatmış, yeni çatlakların önünü almış bir iktidardan söz etmek o kadar mümkün değil.

Sosyalist hareketin düzenin bu mevcut ve olası çatlaklarının hangi alanlarda belireceğini öngörmesi bu yüzden önemli. Artık soyut bir kapitalizm karşıtlığıyla, evrensel temel taleplerle, genel geçer ilkelerin tebliğiyle siyaset yapma imkanının sonuna gelindiği çoktandır görülüyor.

İşte burada ileri sürülen ve esasında bütünsel bir stratejik yaklaşımın özünü yansıtan bir işaret olarak anlaşılması gereken “bağımsızlık demokrasi sosyalizm” sözleri bu tür bir ihtiyacı karşılama iddiasında. Yani mevcut düzenin kriz dinamiklerini öngören; bu başlıklarda oluşturulacak ve birbirine eklemlenecek talepleri açığa çıkaran; bu taleplerin önüne bir siyasal hareket ve arkasına bir örgütsel zemin yerleştiren; düzenle düzenin en zayıf olduğu ama tam da bu yüzden en fazla ve en sert saldırdığı halkalar üzerinde savaşan bir mücadele stratejisi.

Yaşanan onca deneyimi bir kenara bıraksak bile sadece son 3 ayda yaşadıklarımız bizi bir gerçekle yüzleşmek zorunda bırakıyor: Sadece direnmenin, iyi, cesur, inatçı da olsa sadece direnmenin yetmediği; bir kurucu iradeye, bir toplumsal kurtuluş perspektifine, radikal bir etik-politik ilkesine ihtiyaç duyduğumuz gerçeği.

Bir gerçeği kavramanın ve değiştirmenin ilk adımı ise ona Lenin’in yaklaştığı gibi yaklaşmaktır. “Somut durumun somut tahlili” sözünün anlamı da budur.