Geçtiğimiz günlerde Medyascope’da yayınlanan Şahin Eroğlu’nun yazısı beni hem şaşırttı hem üzdü hem de sevindirdi. Bu karmaşık duyguları bir arada ve bir anda yaşamamı sağlayan bu yazı için öncelikle kendisine teşekkür etmem gerekiyor. Neticede solun kuvvetlenmesinin sömürü, artı değer ve sınıf kavramlarının dışlanmasıyla veya kendi deyişiyle “aşılması”yla mümkün olacağını epeydir okumamıştım. İşin aslı, bu tartışmayı tekrar gündeme getirmesini, Marx’ın sistemini sorgulatmasını ve bizi tekrar Marx’a götürmesini olumlu görüyorum. Ancak böylesi büyük bir iddia içeren bu yazının çeşitli gerekçeleriyle ve daha özenli, titiz bir biçimde kaleme alınması hem kendisinin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir hem de biz okuyucular için sorgulama işlevini daha sağlıklı hale getirebilirdi. Nitekim detaylandırılmasa da “sol nasıl dönüşür” sorusunun çevresinde dolaşan iddiaların üzerinde durmaya çalışacağım.
***
Eroğlu yazısında, Marx’ın kavram setinin sınırlayıcılığını solun kurucu bir içeriğe sahip olamamasının sebebi olarak ileri sürüyor. “Artı değer, üretim araçları, sınıf antagonizması, ideoloji, neredeyse kutsal metin statüsüne yükseltilmiş, bu kavramlar eleştirel düşüncenin zemini değil, sınırı haline getirilmiştir.” Devam ediyor: “Türkiye’de 2023 seçimlerinde yaşanan siyasal davranış biçimleri, Marx’ın sınıf kuramının sınırlarını net biçimde ortaya koymuştur. Derinleşen ekonomik kriz, hayat pahalılığı, borçluluk ve emek sömürüsüne rağmen, yoksul kitlelerin önemli bir bölümü mevcut iktidarı desteklemeye devam etmiştir. Bu durum, ekonomik çıkar ile siyasal davranış arasındaki ilişkinin radikal biçimde çözüldüğünü gösterir.” Marx’ı sınırlayıcı bulurken, bunun belirli bir sınırdan işaret edildiğini göz ardı etmemek gerekiyor. Marx’ın artı değeri de üretim araçları da sınıf antagonizması da yeni bir düşünsel temele sıçratılması gereken siyasi/ideolojik/stratejik kavram setleri değildir. Çünkü tüm bunlar üretim ilişkileri düzeyinde tanımlanmış nesnel sınıf çıkarıyla ilgilidir. Dolayısıyla, yalnız bu kavramlar üzerinde yükselen solun bir siyasi hareket olamayacağını kabul etsem de solun tümüyle bu kavramları yeniden yorumlamakla sınırlı oluşu iddiası en baştan sınırlayıcı bir iddiadır. Her şeyden önce, Marx’ın, sınıfı, salt ekonomik bir kategori olarak gördüğünü varsaymanın kendisi sınırlayıcıdır. Marx’ın kavramlarının kutsallaştırıldığını ve Marksist geleneğin aslında “yorum geleneğine indirgenmiş” bir düşünce olduğunu söylerken, Marx’ı geçen iki yüz yıla rağmen hala ekonomik determinizmle sınırlama çabasının kendisi de göz ardı edilemeyecek ölçüde bir geleneğe dönüşmüştür. Dolayısıyla Marx’ın sol düşünce tarafından kutsallaştırıldığını öne sürerken, onu ekonomik indirgemecilikle sınırlamak da bir geleneğin kutsallaştırması haline gelmiştir.
Ekonomik konumla siyasal yönelim arasındaki ilişki eğer doğrudan olsaydı Eroğlu’nun Marx hakkındaki sınırlı bakış açısı ve maalesef özensiz kaleme alınmış yazısı geçerli olabilirdi. Ancak sınıfın belirli bir yer işgal eden konumuyla o konuma dahil olmakla sınırlandırılmış bir siyasal yönelim ilişkisi Marx’ta kesinlikle yoktur.
Marx’a göre sınıf toplumsal bir olgudur. Bu nedenle, sınıf mücadelesi de bir yandan ekonomik, siyasal ve ideolojik ilişkilerin bütünlüğü içinde ortaya çıkan, öte yandan sınıfların maddi oluşumları üzerinde etkide bulunan toplumsal bir süreç olarak düşünülmelidir.[1] Güncel siyasete yönelik yoğun ilgi, sınıfın sadece kağıt üzerinde bir kategoriye indirgenmesine, onun bir tür soyutlamadan ibaret olduğu fikrine yol açmış olabilir. Oysa Marx’ta sınıf, toplumda var olan herhangi bir kategoriden, ilişkiden biri değil; toplumsal ilişkinin kendisidir. Sınıf mücadelesi de meta üreten emek etkinlikleri hakkında olduğu kadar, kapitalist toplumsal ilişkileri üreten ve yeniden üreten siyasal, hukuksal, ideolojik koşullar hakkındadır.[2]
Üretim ilişkileri düzeyinde nesnel sınıf çıkarının oluşturduğu “kendinde sınıf”ın siyasal mücadeleye etkisinde veya siyasal yönelime olan belirleyiciliğinde “kendisi için sınıf” uğrağının yapısal öğesi olan sınıf kapasitesini aramak kuramsal bir yanlıştır. Hiçbir siyasal mücadele, kapitalizmin temel çelişkisinin birebir izdüşümü olamaz. Toplumsal formasyonun bütününde yeniden üretilecek siyaset, dolaylı gündemleri, diğer toplum kesimlerini ve güncellikleri hesaba katmanın yanı sıra, temel çelişkiye ek rasyonellikler, gerekçeler, kucaklayıcı söylemler içermek zorundadır. İşçi sınıfının nesnel çıkarını içinde barındıran, ama eğer deyim yerindeyse onu özel ve güncel duyarlılıklar için “giydiren” ya da “süsleyen”, ideolojidir.[3] Eroğlu, “işçiler ne yaşarsa yaşasın hâlâ iktidara oy veriyorlar” minvalindeki yorumundan hareketle “sınıf bilinci artık belirleyici bir faktör değildir” sonucuna varıyor. Bu düşünce, işçi sınıfının örgütlü siyaset alanında görünür olmasını engelleyen asıl etmenin, karşıt ideolojik yapıların ve süreçlerin hegemonyası altında bulunmaları olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir.
***
Eroğlu, sömürü, sınıf ve sınıf bilinci konusunda kuramsal olarak bir başka yanlışa daha imza atıyor: “… bilincin kendisi başka bir düzlemde; duygusal, dinsel, kültürel, tarihsel olarak inşa edilmiştir. İnsanlar artık sömürüldükleri için değil, bir anlatıya inandıkları için itaat ederler.” Öncelikle sömürü kavramı doğrudan toplumsal formasyon düzleminde kavranabilecek bir olgu değildir. İşçiler geçmişte sömürüldükleri için, bugün ise rıza gösterdikleri için itaat ediyorlar gibi bir argüman baştan kuramsal düzeyde hatalıdır. Çünkü işçilerin sömürülmesi üretim ilişkileri düzeyinde, rıza göstermesi ise toplumsal formasyon düzeyinde ortaya çıkan olgulardır. Sömürünün geçmişte bir yerde kaldığını, onun yerini farklı tahakküm biçimlerinin aldığını iddia ediyorsanız sınıfların da eskide kaldığını söylemelisiniz. Eroğlu bunu yarım ağızla yapıyor.
Sınıflar, yazarın öne sürdüğü gibi “teknik iş bölümünün ya da otorite ilişkilerinin birer yönü olarak değil; sömürü ilişkilerinin öğeleri olarak değerlendirilir.”[4] Dolayısıyla sınıf içi tabakaların mesleki işlevleri değiştikçe, teknik işbölümleri dönüştükçe sınıflar ortadan kalkmıyor veya Eroğlu’nun diliyle “dijital yurttaş”a yerini bırakmıyor. Çünkü sınıf, yukarıda da söylediğimiz üzere toplumsal bir ilişkidir. Teknik bir işlevle, kendi başına anlam kazanmış boş bir yer değil, bir ilişkidir. Sınıfların her ne kadar inkar edilse de antagonistik bir ilişki niteliği vardır. Bu niteliği açığa çıkaran, üretim araçlarına sahip olanların emek gücünü satmak zorunda olanların artık ürününe el koymalarıdır. Dolayısıyla sınıf, sınıf ilişkileriyle, sınıf mücadelesiyle doğrudan ilişkilidir.
Sınıf mücadelesinin önemini vurgulamak istiyorum. Çünkü Eroğlu, “Türkiye’deki Getir, Trendyol Go, YemekSepeti gibi platformlarda çalışanlar kuryedir ama işçi değildir. Sigortaları eksiktir, hakları güvencesizdir, talepleri görünmezdir. Yalnızca sipariş süresine göre değil, müşteri memnuniyetine göre de değerlendirilirler” ifadesinde sınıf mücadelesiyle tarihsel olarak ortaya çıkan ve sermaye lehine yeniden yapılandırılan kazanımları göz ardı etmektedir. Öte yandan, işçilerin artık bireyselleşmiş, güvencesizleşmiş, kolektif bir kimliği kaybetmiş olmalarını da onları işçilikten eden bir sonuca bağlıyor. Halbuki, emek süreci içinde işin parçalanması, insanın üretici kapasitesinin bölünmesi, yabancılaşma, sömürü ve niteliksizleşme gibi olgular, teknolojik endüstriyel süreçlerin zorunlu sonuçları olmaktan çok, artık değer elde etmeye yönelik kapitalist üretim örgütlenmesinin dolaylı sonuçlarıdır.[5]
Marx’ın sınıf çözümlemelerinde artı değerin sızdırılma biçimi son derece önemlidir. Eroğlu, artı değerin yeni emek rejimiyle sonlandığını iddia ederek mevcut üretim tarzı içinde, yani kapitalizmde emek-sermaye çelişkisinin sona erdiğini söylemiş oluyor. Ayrıca işçi kavramının yeni emek rejimiyle değiştiğini, örneğin, Getir, Trendyol Go, YemekSepeti gibi platformlarda çalışanların işçi değil, kurye olduğunu öne sürüyor. Kapitalist üretim süreci, önkoşul olarak üreticiler ile üretim araçları arasındaki ayrışmaya ve özel mülkiyete dayandığı için emek ile sermayenin çıkarları birbirinin zıddıdır ve mevcut üretim tarzı içerisinde bu zıtlığın giderilmesi, bu anlamda kapitalizmde sınıf mücadelelerinin sona ermesi mümkün değildir.[6] Eroğlu, artı değerin sızdırılma biçiminin tümüyle ortadan kalktığını ima ederek, aslında kapitalizmin kabuk değiştirdiğini, daha yürekli olmak gerekirse kapitalizmin ortadan kalktığını söylemiş oluyor. Artı değerin sızdırılma biçimi bugün hala egemen sömürü ilişkileri içinde gerçekleşiyorsa sistemin adı ayan beyan kapitalizmdir. Kapitalist sömürünün örgütlenme yapısı, işleyiş mekanizması geçmişe kıyasla karmaşık olsa da, artı değerin sızdırılması dolaylı yollardan geçse de Marx, artı değerin gerçekleşmesi sürecinde sermayenin maliyetlerini düşüren her türlü emeği üretken emek saymıştır ve haliyle bu emek türlerinin hepsi de işçi sınıfı kapsamına alınır.[7] Artı değerin üretimi teknik işbölümü ve el birliği nedeniyle tek bir işçinin elinde gerçekleşmez, ürüne farklı süreçlerde ve farklı işlevlerle birçok emekçinin emeği girer ve haliyle bu farklı emek türlerinin her biri artı değerin üretilmesine katkı koymuş olur. Dolayısıyla, hangi biçimde olursa olsun sermayenin üretim ve değerlenme sürecine katılan tüm emek türleri üreticidir.[8]
İşçilerin onları sömüren sınıfın lehine hareket eden iktidarları desteklemeleriyle sömürünün yerini rıza kavramının yer aldığını söyleyen Eroğlu, ya sömürünün nesnel sınıf çıkarıyla ilgili olduğunu bilmiyor ya da sınıf bilincinin siyasetten bağımsız salt sömürüyle türetilebileceğini zannediyor. İşçiler (Eroğlu’nun işçi olarak saymadıklarını da dahil ediyorum), sömürü ilişkilerinin bilincinde olsunlar veya olmasınlar, üretim ilişkilerindeki zıtlığın aynı tarafında konumlanarak tek bir sınıf oluştururlar. Öte yandan sınıf bilinci konusu başkadır. Sınıf bilinci toplumsal formasyon düzleminde ortaya çıkar. Sömürüyle ilişkili sınıf çıkarı nesnel bir temele sahiptir. Bununla birlikte, sınıf çıkarının, doğrudan doğruya bu çıkarın gerçekleşmesi yönündeki sınıf eylemlerine yol açacağı söylenemez. Sınıf çıkarlarının sınıf eylemliliğine yol açması, sınıf bilincine bağlıdır.[9] Sınıf bilinci, ekonomi, siyaset ve ideolojinin bütünüyle ilişkilidir. Bu bütünlükte emek gücünün yeniden üretim süreci gündeme gelir. Yeniden üretim sürecinde ideolojik belirlenimler için siyasal ve ideolojik çatışmalar öne çıkar. Bu durum da, bir sınıf bilincinin yalnızca sömürüye veya artı değer analizine indirgenemeyeceğini, yani salt üretim sürecinin içinden kavranamayacağını; toplumsal ilişkileri siyasal ve ideolojik boyutlarıyla bir bütünlük olarak kavrayan bir yaklaşımla anlaşılabileceğini gösterir.
***
“Marx’ın öznesi, üretim süreci içindeki kolektif faildi: proleter. Bu özne, tarihsel olarak belirlenmişti; kaderi sınıf mücadelesiyle yazılıydı. Bugün ise özne, çoklu kimliklerle bölünmüş, parçalanmış, esnek, kaygan ve çoğu zaman apolitik bir figürdür. Aynı anda hem kullanıcı, hem üretici, hem tüketici, hem veri noktası olan bir “dijital yurttaş” figürüyle karşı karşıyayız.” Eroğlu’nun bu satırları, Marksist yazında sıkça gördüğümüz, düşüncenin gelişimi, kendi tabiriyle “tahayyül evreninin genişletilmesi” veya “bilinmeyenin düşünülmesi” için Marx’a başvurarak Marx’ı aşma pratiğinin çıktısıdır. Aşina olduğumuz bir husustur. Genellikle Marx’ı aşma çabaları, Eroğlu’nun da içine düştüğü biçimde Marx’ın gerisinde kalmakla sonuçlanıyor.
Eroğlu, proletaryanın tarihe karıştığını, onun yerini, neye karşılık geldiği tam belli olmayan çoklu kimliklerin aldığını söylüyor. Benzer bir yaklaşımı, Hardt ve Negri’nin inşa ettiği çokluk kavramında da görmek mümkündür. Hardt ve Negri’deki çokluk kavramı bu yazının kapsamını ve niteliğini aşacak bir konu. Ancak özetle; Hardt ve Negri’ye göre üreticiler, artık sermayenin kendilerine dayattığı sınırların ötesine taşmakta, özellikle de maddi olmayan emek türleri sayesinde sadece meta değil özgül bir öznelik de üretmekte ve sonuç olarak üretim için sermayeye gerek duymayan, kendi özerk ağlarında üretici etkinliğini sürdürebilecek potansiyele sahip maşinik özneler haline gelmektedir. Eroğlu, Hardt ve Negri’de karşılaştığımız bu fikirlerden etkilenmiş olmalı ki, yazısında Marx’ın öznesinin bu bağlamda değiştiğini iddia etmiştir. Üreticilerin sermayeden bağımsızlaştığını, kendi özerk ağlarında etkinliklerini sürdürdüklerini öne sürmektedir.
Eroğlu’na göre, klasik anlamda işçinin yerini alan “dijital yurttaş”, birtakım performans ölçümleriyle, müşteri memnuniyetleriyle kendi özerk ağlarında zenginlik yaratabilir. Artık artı değer sömürüsü, emek-sermaye ilişkisinin içsel karşıtlığı ortadan kaldırılıyor. Sermaye üretim sürecinin bir parçası, emek ile içsel bir karşıtlığın tarafı olmaktan çıkarılıyor. “’İlişki süresi’, ‘dikkat süresi’, ‘duygu performansı’ gibi ölçülemeyen ve metalaştırılamayan boyutlar”la artı değer sömürüsünün önceliği ve belirleyiciliği tarihin loş koridorlarına itiliyor. Eroğlu’nun da bahsettiği dikkat ve ilişki süresinin veya duygu performansının önemini, etkisini ve varlığını göz ardı etmiyorum. Ancak Marx’ta yer alan ilişkisellik, Eroğlu tarafından kapı dışarı edildiği için bu kavramlara özel bir vurgu yapıldığını düşünüyorum.
Kuşkusuz siyasal/stratejik bir tartışma yürütüyor olsaydık işçi sınıfının üretim ve yeniden üretim sürecinde yer alan bu kavramları daha uzun tartışmaların konusu haline getirirdik. Ancak Eroğlu, bu kavramları siyasal bir tartışmanın konusu olarak değil, kuramsal bir inşa sürecinin içine dahil ediyor. Bu kabul edebileceğimiz bir şey değil. Çünkü kuramsal düzeyde neyin öncelikli ve belirleyici olduğunu içermeyen bir kavrayış, tüm bu karmaşık ve sonsuz sayıdaki ilişkiler arasından hangisinin yapısallaştığını ya da nesnelleştiğini, dolayısıyla diğerleri karşısında öncelik ve belirleyicilik kazandığını saptama şansına da sahip olmaz. Ancak, Marx’taki ilişkisellik, yalnızca parçaların birbirleriyle ilişkili olduğunu değil, bütünün parçalar üzerindeki önceliğini ve belirleyiciliğini de anlatır.[10] Dolayısıyla, kabaca ifade etmem gerekiyorsa; artı değer sömürüsü olmadan dikkat de duygu da sömürülemez. Artı değer sömürüsü olmadan müşteri memnuniyeti, performans puanı gibi tahakküm biçimleri ortaya çıkamaz.
***
Eroğlu’nun yazısının son pasajı, solun ancak Marx’ı aşarak kuvvetlenebileceği yönündeydi. Bu, elbette benim burada bir çırpıda nokta koyabileceğim bir tartışma değil. Eroğlu her ne kadar kuramsal bir tartışmadan siyasal bir sonuca hızla ulaşsa da ben, kuramsal bir yanıt niteliğinde kurguladığım bu yazıda, aynı hızla siyasal bir tartışmaya girmeyeceğim. Ancak, yeri gelmişken içinde bulunduğum sol/sosyalist hareket adına kendimce birkaç kelam etmek isterim.
Türkiye sosyalist hareketinin uzun yıllardır atıl, kendi içine gömülü, “strateji sefaleti” içinde olduğunu herhalde ilk ben söylemeyeceğim. Ancak bu “strateji sefaleti” vurgumdan da anlaşılacağı üzere, solun kuvvetsizliğinin Marx’ın kuramıyla ilişkili olmadığını, bizzat bu sefaletten kaynaklandığını düşünüyorum. Ayrıca, solun her şey olup bittikten sonra dönüp “kuramda sıkıntı var” demesi de kendi sefaletini gölgelemekten başka bir şey olmaz. Sosyalist hareketimizin, Eroğlu’nun öne sürdüğü biçimde “Marx’ı tekrar etmek”ten veya “Marx’a sadık kalmak”tan kaynaklı bir güçsüzlük problemi yaşadığını kabul edersek, solun siyasal ve stratejik olarak bir şeyler yapmasına gerek kalmadan sadece Marksist kuramı aşmasıyla sorununun çözüleceğini söylemiş oluruz. Fakat, hareketimiz, Marksist kuramı tekrar ettiği için değil, Marksist kuramdan siyasal bir çıktı üretecek kapasiteye erişemediği için kurucu ve dönüştürücü bir güce sahip değil. Hatta biraz cesur davranacak olursam, Marx’ı gerçekten “tekrar etseydik”; en azından bugün, Türkiye solunun eşiğini atlaması için adım atanlara ve tartışma yaratanlara “çamur at, izi kalsın” tarzı yaklaşımlar sergilenmezdi.
Sosyalizm, Eroğlu’nun bahsettiği üzere bilinmeyeni düşünmediği için değil, aksine bilineni davranışa sıçratamadığı için veya başka bir deyişle, bilineni yaşamda esnetemediği için dönüştürücü bir kuvvette değil. Sol, ilkesellik ile esneklik, evrensellik ile yerellik, güncel ile genel, bugün ile gelecek arasına düşen gerilimler karşısında yaptığı siyasal/stratejik ve ideolojik tercih(sizlik)lerden dolayı kurucu bir konuma yerleşemiyor. Gerilimler karşısında çubuğu tümüyle kurama bükerek sorunu kuramda aramak, en başta Marx’ın kuramının bilinmediğini gösteriyor. Eroğlu, Marx’a olan sadakatin ancak ona ihanet ederek gerçekleşebileceğini söylerken fazla iddialı davranmış. Neticede, ihanet etmek için o kişiyle veya fikirle daha önceden bir bağlılık ilişki kurulması gerekirdi. İhanet, tam da bu tanıma-tanınma ilişkisini niteleyen bağlılığın bozulmasını ifade eder. Anlaşılan o ki, kendisini her ne kadar tanımasam da yazısından yola çıkarak, Eroğlu’nun, Marx’a ihanet edebilecek kadar dahi onu tanımadığını söylemem sanırım haksızlık olmaz.
[1] Przeworski, A. (1977), "Proletariat into Class, The Process of Class Formation from Kautsky's 'the class struggle' to Recent Debates", Politics and Society, 7 (4). [2] Can Soyer, “Proletaryalaştıramadıklarımız”, Ayrım, 12.07.2025 https://www.ayrim.org/guncel/proletaryalastiramadiklarimiz/ [3] Metin Çulhaoğlu, “Sınıf ve Siyaset”, Ayrım, 12.07.2025 https://www.ayrim.org/metin-culhaoglu-anisina/sinif-ve-siyaset-kuramsal-bir-giris-denemesi/ [4] Tülin Öngen, (2014), Prometheus’un Sönmeyen Ateşi, Yordam Yayınları, s. 69 [5] Tülin Öngen (2014), a.g.e., s.125 [6] Tülin Öngen (2014), a.g.e., Yordam Yayınları, s. 68-69 [7] Can Soyer (2020), Marksizm ve Siyaset, Yordam Yayınları, s. 166 [8] Can Soyer (2020), a.g.e. Yayınları, s. 152-153 [9] Metin Çulhaoğlu (2015), Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, s. 220. [10] Can Soyer (2020), a.g.e., Yordam Yayınları, s. 133