Oidipus kahrının acısıyla gözlerini oyduğunda trajik sona gelinmiştir aslında, ama Sophokles anlatmaya devam eder. Trajedi sona ermiştir, ama hikaye bu sonla bitmemiştir. Hala anlatılması gerekenler vardır. Hatta, tam da trajedinin bu sona erişi artık onu anlatmayı mümkün kılmıştır. Trajik son, bir karanlığın her şeyi yutması gibi gelmez çünkü. O geriye bir hikaye bırakır. Anlatılması için, anlaşılması için; ve bu anlatı içinden, bu anlatının dilinden zamanın ve mekanın yeniden yaratılması için.
Terry Eagleton’a göre umut, tam da trajediden geriye kalan her ne ise onun üzerinde yükselir. Umut, trajik sona gelindiğinde elde ne kaldıysa onunla inşa edilebilir. Trajik son, sarsıcı dehşetinin bir tür telafisi gibi, yeni bir hayatın canlandığı toprağı bırakır ardında. Trajik sona gelinmiştir gelinmesine, ama söylenecek söz, anlatılacak hikaye, kat edilecek mesafe bitmemiştir daha.
Türkiye’nin yüz yıllık tarihine baktığımızda bir trajik sona doğru koşar adım ilerlendiğini görebiliriz. Beklenmedik darbeler, umulmadık ihanetler, boşa çıkan beklentiler, kötülüğün arsızlığı ve nihayetinde ülkenin bir bütün halinde çöküşü. Öte yandan, Eagleton’ın takip edersek, bu trajedinin tam bir trajedi olabilmesi için geriye bir şeyler bırakması gerekiyor.
Hala anlatılabilen bir şey. Yok olmaya, çürüyüp dağılmaya, eriyip buharlaşmaya direnen bir şey. Yıkıntılarla dolu, kan ve barut kokusuna batmış ve vahşi sürülerin yağmasına uğramış bir ülkeden geriye kalan şey.
İşte bu kalan, farklı farklı biçimler ve sesler edinse de 2013’ten bu yana Gezi’dir.
Bu karanlıktan çıkmak ve daha güzel bir geleceği inşa etmek için aranan umut, Türkiye’den geriye ne kaldıysa onun üzerinde yeşerecektir. Ve her türlü saldırıya, ihanete, kötülüğe rağmen yok olmamakta direnen şey, Türkiye’nin Gezi’de doğan ve bu doğumla kendisine bir toprak, bir kara parçası, bir yurt kazanan direncidir.
***
Yurt bahsinden konuşmak netameli olagelmiştir. Çünkü solumuzun ve solcumuzun ülkesiyle kurduğu ilişki acı ve şiddetle bezelidir.
Bir açıdan, Türkiye solcusu baştan ayağa Türkiye’nin solcusudur. Öfkesi gibi yılgınlığı da, tez canlılığı gibi tembelliği de, hesapsızlığı gibi saflığı da, cesareti gibi korkaklığı da Türkiye’nin bir aynasıdır.
Bir başka açıdan ise, Türkiye solcusu bambaşka alemlerin insanıdır. Sanki bir yerlerden bu topraklara fırlatılmış, belki de bir suçun cezasını çekmeye gönderilmiş gibidir. Türkiye denen ülkede engin kalabalıklar arasında debelenen bir yabancıdır.
Türkiye solcusu, ülkesinin kurtuluşu için yürütülen savaşa katılmak uğruna türlü tehlikeleri göze alıp memlekete dönecek denli bağlıdır yurduna. Yine de hançerlenip Karadeniz’in karanlık sularına gömülen de Türkiye solcusudur.
Daha atılan ilk adımda, Türkiye solcusu, ülkesine bağlanmak ile ülkesi tarafından canına kast edilmek arasındaki cambaz ipinde kalmıştır. Sonrası da farklı değil; ülkesi için kendini öne atmalar, kavgaya tutuşmalar, meydan okumalar ile idamlar, işkenceler, linç edilmeler, hapislikler, hakaretler…
Tezer Özlü’nün çok içli olmakla birlikte, esasen bir yenilginin kabulünü ima eden sözlerinin (burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi) dillere pelesenk olmasını da bu koşulların bir sonucu olarak görmek gerek.
Kimileri bu duygu durumunu ülkesine dair inançsızlığa tahvil etmiştir, kimileri kendi marjinalliğinin tesellisini, kimileri de başarısızlığının mazeretini bulmuştur bu ruh halinde. Sonuçta, somut gerekçelere dayandırılmış bir umuttan ziyade, metafizik bir iyimserlik ayakta tutar olmuştur solu.
Gezi bu platonik hisse ve ondan beslenen pasif iyimserliğe son vermiştir. Gezi “bu ülke bizim” sözünü bir iddia veyahut temenni olmanın ötesinde, kanıyla canıyla kanıtlamıştır.
***
Her ülkede, o ülkenin devrimcilerinin dönüp dönüp baktığı, sırtını dayadığı ya da feyz aldığı, daha çok da gelecekte kurulacak ülkesi için bir “numune” saydığı örnekler vardır.
Türkiye gibi solcunun sürekli yabancılığa itildiği ülkelerde ise, bu “numune” daha büyük bir önem kazanır. O artık geçmişte ya da başka diyarlarda yaşanıp bugün ve burası için dersler çıkarılacak bir tecrübe olmanın ötesine geçer. Geleceğin, hayallerdeki alemin, bir gün mutlaka ulaşılacak hedefin kanıtı, dayanağı, müjdesi haline gelir.
Ülkesiyle bağ kuramayan, kendisine bir yurt bulamayan, sürekli yabancılığa, hatta yabanlığa itilen solumuz, sırtını dayayacağı ve gelecek güzel günler için bir kaynak olarak besleneceği numuneyi de hep başka ülkelerde ve başka tarihlerde aramak zorunda kalmıştır. Sovyet halklarının kurduğu yeni bir ülke, Kübalı veya Çinli devrimcilerin cesareti ve başarısı, bunlar da yetmezse Fransız Devrimi’nin görkemi ya da emperyalist işgale karşı Türkiye halkının bağımsızlık mücadelesi. Herkes, kendi meşrebince bir “numune” seçmiş ve kendi mücadelesinin kanıtını, dayanağını ve müjdesini de onda bulmuştur.
Ancak, seçilen “numune” her ne olursa olsun, hep bir boşluk, bir çapak, bir eksik de beraberinde gelmiştir.
Ya başka çağlardan devralınmıştır o numune, ya başka ülkelerden ya da başka sınıfların deneyiminden.
Sosyalist ülkeler deseniz, başka ülkelerin özgün deneyimleri bir türlü bu topraklara “cuk” diye oturtulamaz. 1923 Cumhuriyet’i deseniz, tüm kazanımlarına rağmen, komünistlerin bu topraklardaki varlığına ilk tırpanı vuran bir burjuva devrimidir nihayetinde.
Velhasıl, Türkiye solcusunun yabancılık derdine derman olacak ecza, çok uzun yıllar boyunca tam anlamıyla bulunamamıştır haliyle.
***
İşte Gezi Direnişi, solumuza bir yurt fikri, yurtluk bilinci armağan ederek bu derde derman olacak en güçlü eczayı sunmuştur. Üstelik bu defa, başka çağların ya da başka ülkelerin deneyiminden süzülmüş değil, basbayağı bize ait, bizim olan, bizim yarattığımız bir yurt fikridir bu.
Solun tarihinde ülke sevgisinin bir ifadesi olarak yurt fikri ilk kez Gezi’de görülmemiştir elbette. Ama o haliyle yurt, kurtarılacak bir yurdu anlatırken, Gezi’yle birlikte kazanıldığını söylediğimiz yurt fikri, kurulacak bir yurdu işaret etmektedir.
Gezi Parkı’ndaki ortak ve eşit yaşamın, Ankara’daki, İzmir’deki, Antakya’daki direniş cesaretinin, “Diren Lice” ve “Kardeşime dokunma” sloganlarındaki kardeşliğin, duvar yazılarındaki neşenin ve özgürlüğün, ihtiyaçların el birliğiyle sağlandığı dayanışmacı ruhun yurdudur anlattığı.
Gezi Direnişi’nden sonra Türkiye solcusu “nasıl bir ülke kuracağı” sorusuna yanıt verirken, başka çağların, başka halkların başarılarını anlatmak ya da soyut idealleri sıralamak zorunda değildir. Dönüp bakacağı, sırtını yaslayıp feyz alacağı, gelecek için “numune” sayacağı bir gerçek deneyime sahiptir.
Söylemeye gerek bile yok tabi ama bu yurt fikri, hala bir imkandır daha çok. Ancak bu imkan eğer gerçeğe dönüştürülebilirse, faşizmin azgın darbeleriyle yurttaşlıktan kovulmuş milyonlarla birlikte yeni bir ülke kurmanın yatağı, solun ve halkın içinde kendisine bir yuva inşa edeceği toprağı olacaktır. Yurdundan edilenlerin kendilerine yurt edineceği bir kara parçası olacaktır.
Gezi, artık ve sadece ve de hala bu imkanın beyanı, bu vaadin nişanesi olarak yaşamaktadır.
Kristin Ross’un “Ortak Lüks” kitabında Paris Komünü’nü incelerken başvurduğu “survie” kavramının anlattığı tarzda bir yaşamaktır bu. “Survie”, bir olayın sona erişinden sonraki etkilerini ifade etmez. “Survie” tam da olayın devam ettiğini anlatır. Bitmiş bir olayın giderek zayıflayan izi değil, olayın bizzat kendisinin uzatılması, “sağkalımı”dır.
İşte, Gezi’nin hala çevremizi kuşatan havası, esasında bu “survie”nin devamlılığıdır. Gezi’nin hala hissedilen titreşimleri, kendisinden sonraya bıraktığı bir anı değil, Gezi’nin bizatihi kendisidir. Gezi bitmemiş, uzamıştır.
***
Yine Eagleton’un sözleriyle bitirelim: “Hakiki bir umuttan bahsedebilmek için geleceğin şimdiye demirlenmiş olması gerekir.” Zira tüm umutların geleceğe bağlanması, gelecek metafizik bir dış mekandan geliverip şimdi’yi bir çırpıda istila etmeyeceği için, safdil bir iyimserlikten başka sonuç doğurmaz.
Yani geçmişi bir girizgaha, şimdi’yi ise boş bir bekleyişe indirgeyen gelecek fetişizminden apayrı, tümüyle şimdi’nin koordinatları içinde ayağa dikilebilecek bir arzu biçimidir umut.
İşte böylesi bir umut için yeterli gerekçe, dahası meşru bir gerekçe aranacaksa, gözlerin Gezi’ye çevrilmesi gerekir.
Türkiye’nin saati, bir sonraki evreye kadar, Gezi’de durmuştur. Gezi, bu hiç geçmeyen şimdi’nin, hiç tükenmeyen sözün, hiç bitmeyen hikayenin işaretidir deyim yerindeyse.
Her türlü şiddet ve ihanetten sonra Türkiye’den geriye kalan, Gezi’dir.
Ve bir trajediden geriye ne kalmışsa, umut onda yeşerecektir.