Bu yıl geride kalırken memleketin en çok konuşulan başlıklarından biri çocuklar oldu. Böyle söyleyince olağanüstü bir dönemden geçiyormuşuz hissi doğuyor. Oysa geride bıraktığımız yıl, şiddetin, sömürünün ve ihmalin en uç görünümlerinin normalleştirilmeye çalışıldığı bir yıldı. Peki, bu bir yıl çocuklar için nasıl geçti?
Memleketin her köşesinden çocuk ölümü haberleri alıyoruz. Kimi bir işyerinde, kimi zırhlı bir aracın altında, kimi aile içi şiddet sonucu, kimi de “emanet” edildiği tarikat yurtlarında hayatını kaybediyor. Bu ölümlerin hiçbiri tesadüf değil. Hepsinin arkasında ortak bir sınıfsal zemin var, çünkü çocuklar, ailelerinin yoksulluğunu ve güvencesizliğini miras alıyor. Bu miras yalnızca nasıl yaşayacaklarını değil, ne kadar yaşayacaklarını da belirliyor.
Bu yaşamların birbirine benzemesi rastlantıdan ibaret değil. Daha oyun çağındayken yüz binlerce çocuk Kuran kurslarına teslim ediliyor, milyonlarcası okula aç gidiyor. Her on çocuktan biri eğitimden erken kopuyor, her dört çocuktan biri düzenli beslenemiyor. Sözünü ettiğim şey tekil ihlaller değil, çocukluğu sistematik biçimde çalan bir toplumsal düzenden bahsediyorum. Diyanet, Milli Eğitim Bakanlığı ve tarikatlar bu düzeni birlikte kuruyor; kapitalizmin sömürü ilişkileriyle dinin denetim dili iç içe geçiyor. Tarikatlarla yapılan protokollerle övünen bir Milli Eğitim Bakanı varken okullar da bu ideolojik kuşatmadan payını alıyor; ortaokul çağındaki çocuklar camilere taşınıyor, TÜGVA ve ÇEDES gibi yapılar eliyle okullara “maneviyat” adı altında imamlar sokuluyor.
Bu ölümlerin birbirine benzemesi de tesadüf değil. Çocuk ölümlerinin en görünür ve en sistematik adreslerinden biri Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM). Devletin “okullaştırma” söylemiyle sunduğu bu model, gerçekte çocukları ucuz ve itaatkar işgücü olarak piyasaya sürmenin kurumsal adı. MESEM’lerde çocuklar derse değil tezgaha, teneffüse değil mesaiye çıkıyor. Uzun saatler boyunca, güvencesiz koşullarda çalıştırılıyor; öldüklerinde ise bu ölümler “kaza” olarak kayda geçiyor. MESEM, çocuk işçiliğini istisna olmaktan çıkarıp kural haline getiren bir mekanizma. Yoksul çocuklar için eğitim bir çıkış yolu olmaktan çıkarılıyor ve doğrudan sömürü hattına dönüştürülüyor. Okul, çocukları hayata hazırlamıyor, piyasaya teslim ediyor. Bu tablo, iktidarın benimsediği ideolojik pozisyonun en çıplak yansımalarından biri.
Bugün yaklaşık bir buçuk milyon çocuk okulda olması gerekirken sanayide çalışıyor, sömürülüyor ve bir kısmı ise hayatını kaybediyor. Çünkü çocuk işçilik, kapitalist üretimin temel dinamiklerinden biri. Türkiye kapitalizminde de üretimi diri tutan asli unsurlardan. 4+4+4 sistemiyle daha da derinleşen bu süreç, yoksul aileler için eğitimi bir “yük” haline getirirken, “çıraklık” adı altında ucuz işgücünü meşrulaştırıyor. Milli Eğitim Bakanlığı eliyle sanayiye ara eleman yetiştiriliyor. İSİG verilerine göre, 2013-2025 yıllarında en az 770 çocuk işçi hayatını kaybetti.[i] Sermayenin egemenliği yalnızca üretim alanıyla sınırlı kalmıyor; okulda eğitim sistemiyle, evde baskıyla, sosyal alanda eşitsizlikle yeniden üretiliyor. Biz bu yeniden üretim sürecinin sonunda, ortaklaşmış çocuk ölümleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Bertolt Brecht’in sözleri tam da bu düzeni tarif ediyor: “Öldürmenin pek çok yolu vardır: Karnına bıçak saplamak, ekmeğini elinden almak, hastalığını iyileştirmemek, kötü koşullarda yaşatmak, ölesiye çalıştırmak vs. Ülkemizde bunların pek azı yasaktır.”
Bu yıl suça sürüklenen çocuklar da çok tartışıldı. Hatta çoğu zaman yoksulluklarından, maruz kaldıkları şiddetten ve ölümlerinden bile daha fazla konuşuldu. Tartışmanın odağı, çocukların neden bu koşullarda yaşadığı değil, nasıl cezalandırılmaları gerektiği oldu. Oysa Türkiye’de bugün 20 milyondan fazla yurttaş sosyal yardımlarla ayakta kalmaya çalışıyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre yüz binlerce çocuk ailesi bakım sağlayamadığı için devlet korumasına alınma riskiyle karşı karşıya. Ama gündemi belirleyen şey, yoksulluğun en ağır yükünü taşıyan bu çocuklar değil, “suça sürüklenen” etiketiyle damgalananlar. Küçücük bedenler üzerinden büyütülen bu tartışma, daha fazla ceza talep eden iştahlı bir dile ve gücünü iktidardan alan bir zihniyete yaslanıyor. Kimse suçun neden arttığını, hangi siyasal, ekonomik ve hukuki zeminde bu hale geldiğini konuşmak istemiyor. Yoksul mahallelerin devrimci kültürden arındırılıp çetelere terk edildiği, adalet duygusunun aşındırılıp adaletin mafya figürlerinden beklenen bir intikam gösterisine indirgendiği, siyasi ahbapları olanlar için cezasızlığın kural haline geldiği bir ülkede, suçun çocuk yaşlara kadar inmesi gerçekten şaşırtıcı mı? Burada da tanıdık bir ortaklık çıkıyor karşımıza. Medya başlıkları ve gösteri dünyası içinde sıkışıp, bazı çocukların doğuştan “iyi ve masum”, bazılarının ise “kötü” olduğuna inanmamız isteniyor. Bu inancın sınıfsal bir karşılığı var elbette: Yoksul çocuklar tehlikeli, zengin çocuklar ise korunmaya değer sayılıyor. Böylece düzen sorgulanmıyor, yalnızca çocuklar etiketleniyor. Oysa suç, bireysel bir ahlak meselesi değil; sınıfsal bir sonuç.
Kapitalizm bir yanda serveti miras yoluyla devreden azınlıklar yaratırken, diğer yanda yoksulluğu kuşaktan kuşağa aktaran milyonlar üretiyor. Marx ve Engels’in işaret ettiği gibi, suç da tıpkı hak ve egemenlik ilişkileri gibi, belirli toplumsal koşulların ürünü.[ii] Devletin “suça sürüklenen çocuk” dediği her isim, aslında devletin kendi suçunun canlı tanığıdır, çünkü bu çocuklar, sosyal devletin yerini hayırseverliğin aldığı, eğitimin piyasaya devredildiği, mahallelerin uyuşturucu ve çete ağlarıyla kuşatıldığı bir düzende büyüyor.
Yoksulluğu ortadan kaldırmaya değil, onu yönetilebilir kılmaya odaklanan iktidarın borçluluk ve “istikrar” söylemi, emekçi sınıfları bu döngüye bağlamanın araçları haline gelirken; aile ve ahlak vurgusu, üretilen yoksulluğun toplumsal rızasını üretmenin ideolojik zeminini kuruyor. Bu zeminde çocuklar, sosyal devletin geri çekilmesiyle birlikte korunmasız bırakılıyor; tarikat yurtları “koruyucu” alanlar olarak sunularak sermaye ve iktidar iş birliği içinde çocuklar istismara açık hale getiriliyor. Bizzat devlet politikası ile devrimci kültürden arındırılan mahalleler suçun dolaşım alanına terk edilirken, bu suç düzeninin yarattığı şiddet üzerinden toplum “disipline” ediliyor. Son aşamada ise sermayenin ihtiyaç duyduğu ucuz emek rezervine dönüştürülen ve suça sürüklenen çocuklar hedef tahtasına yerleştiriliyor. Böylece çocuklar, kapitalist yeniden üretim sürecinde hem sömürünün nesnesi hem de düzenin yarattığı suçun faili gibi gösteriliyor.
AKP’li yılların ve 2025’in çocuklar için bilançosu, tek tek vakaların toplamı değil, bir rejimin çocuklarla kurduğu ilişkinin fotoğrafıdır. Çocukları korumayan aksine onları ucuz emek, ideolojik denetim ve cezalandırma nesnesi haline getiren bu düzen, her ölümle ve her “suça sürüklenme” haberiyle kendini yeniden ifşa ediyor. Devletin geri çekildiği her alanda sermaye, tarikat ve çete ağlarının yerleşmesi, yoksulluğun ahlak vaazlarıyla örtülmesi, adaletin ise güçlünün ayrıcalığına dönüşmesi tesadüf değil; bilinçli bir tercih. Bugün çocuklara yönelen öfke, aslında düzenin kendi suçunu gizleme çabası. Çocukları konuşmak, yoksulluğu konuşmaktır çünkü; MESEM’leri konuşmak, sermayenin ihtiyaçlarını ifşa etmektir; istismarı konuşmak, tarikat-devlet ilişkisini açığa çıkarmaktır; suça sürüklenen çocukları konuşmak, bu memlekette adaletin kimler için işlediğini sorgulamaktır.
Çocukların yaşamları ve ölümleri nasıl ortak sömürü ve şiddet hattında kesişiyorsa, kurtuluşları da ortak bir yerden filizlenecek. Bazen “Senin kardeşin yok mu?” diyen bir gencin yükselen sesinde, bazen MESEM’ler için yan yana gelen yurttaşların taleplerinde, bazen bir mahallenin çocuklarını çetelere, tarikatlara ve piyasaya teslim etmeyi reddeden bir kolektif itirazda, bazen “okullarda 1 öğün ücretsiz yemek” için sokağa çıkan insanların mücadelesinde yeniden yazılacak hikayemiz. Çünkü bu memlekette hala çocukları, dolayısıyla geleceği savunacak bir taraf var. Nazım’ın da dediği gibi: Gebedir her sükût bir yükselişe. Ne mümkün karşı koymak bu köpürmüş gelişe.
[i] https://www.isigmeclisi.org/21462-iscilerin-calisarak-cocuk-iscilerin-calisirken-olmesine-son-n
[ii] “Hak gibi suç̧ da, yani tek başına bir bireyin egemen ilişkilere karşı mücadelesi de salt keyfiyetin ürünü değildir. Aksine o da, tıpkı egemenlik gibi, aynı koşullara bağlıdır. Hakta ve yasada, bağımsız olarak var olan genel bir iradenin egemenliğini gören hayalperestler, suçta da salt hakkın ve yasanın çiğnenmesini görebilirler.” Marx, K. ve Engels, F. (2013), Alman İdeolojisi, İstanbul: Evrensel, s. 283.




