Bu Kimin Normali?

Ece Balekoğlu18 Mayıs 2025

“Biri anlatsın hemen, nedir bu normal?

Canım sıkıldı artık, yoksa ben miyim anormal?”

Bülent Ortaçgil, Normal (1998)

Hiçbir şeyin bir türlü “normal”e dönemediği memleketimizde, her geçen gün bir “normalleşmek ya da normalleşmemek, işte bütün mesele bu” tiyatrosu oynar haldeyiz. Ne zaman normalleşiriz? Bu kadar hızlı normalleşmeli miyiz? Ötekinin normalleşmesi normal mi? Berikinin normali biraz tuhaf değil mi?

Dil kurumumuz normal kelimesini “Aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama” olarak tanımlıyor. Fakat bu tanım memleketin siyasi gündemiyle bir türlü uyuşmuyor. Zira Türkiye’de iktidar ve yandaşlarının “aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmayan” bir açıklama yaptığı ya da aksiyon aldığı bir gün bile geçmiyor, geçemiyor. Hal böyle olunca normal bize bir türlü yaraşmıyor. Biz sadece anormallerin içinden daha da anormal olanları seçebiliyoruz.

Baştan söyleyeyim, sosyal medyadaki şablonlarda sıkça kullanılan ve son günlerde dilimize daha da bir pelesenk olan “normalleşmeyelim” kalıbının kötü niyetli olduğunu düşünmüyorum. Fakat ortada normal ve anormal ikiliği olarak kurgulayabileceğimiz bir durum varmış gibi davranmak da pek anlamlı değil. Bizim aslında normalleşmemeye değil, bu anormal gündemlerin ortasında mücadeleyi normalimiz haline getirmeye ihtiyacımız var.

Öncelikle şunu kabullenmeliyiz: Biz bu ülkenin muhalif vatandaşları olarak yalnızca son bir aydır değil, uzun, epey uzun bir süredir normal olamıyoruz. Umutsuz olmayan bir gerçeklik dahilinde, en azından kısa ve orta vadedeki geleceğimizde pek normal olamayacağımız da aşikâr. Kentten hukuka, sanattan sağlığa, ekolojiden ekonomiye yaşamın her alanında, her an üstümüze gelen, benliğimize saldıran bir iktidarın yönetiminde herhangi bir normalden bahsedebilmek bizim için maalesef pek mümkün değil.

Örneklerle ilerleyelim, diyelim 19 Mart’ta başlayan süreç tamamlandı ve Ekrem İmamoğlu bugün tahliye oldu… Belki içimiz biraz soğuyacak, gönlümüz rahatlayacak ama tam olarak ne normalleşecek? Adalete olan inancımız geri mi gelecek? Can Atalay, Selahattin Demirtaş, Selçuk Kozağaçlı ve nice öğrencinin hala tutsak olduğu bir düzende normalden bahsedebilmek birdenbire mümkün mü olacak? Dün ayıpladığımız apolitik paylaşımlar bugün sihirli bir şekilde kabul edilebilir hale mi gelecek? Boğazımızdaki düğüm, yüreğimizdeki yük, yaşadığımız onca acı geçip gidecek mi? Normal böyle bir şey mi?

Gündelik yaşam ile mücadele pratiği arasında organik bir bağ kuramadıkça zamanın yenilgisine uğramaya devam edecek, anormaller arasında seçimler yapmak zorunda kalacağız. Hayat akıp giderken bir şeyler mutlaka, doğası gereği normalleşecek. Önce gündem dışı fotoğraflar paylaşılacak. İlk taşı atana kızacağız ama üçüncüye, beşinciye, yüzüncüye pek de bir zeval gelmeyecek. Sonra yaşananlar yavaş yavaş unutulacak… Bir sonraki “aşırı anormal” gündeme kadar her geçen gün biraz daha sönümlenecek ve sessizleşecek endişemiz ve öfkemiz. Gündemle ilgili taleplerimiz kimin, ne zaman, ne paylaştığı gibi sığ bir eksende çerçevelenerek yok olacak. Ne kadar sert olursak olalım, zamana karşı gelemeyeceğiz. Bu bilinçli hafızasızlaştırmayı gündelik hayatla ortak paydada buluşan bir pratikle aşamadıkça sağımızdakiyle, solumuzdakiyle, yankı odalarımızla, değirmenlerle savaşmak zorunda kalacağız. Bir noktada bundan da vazgeçeceğiz.

Tam da bu yüzden mücadeleyi gündem özelinde bir eleştiri refleksi olmaktan öteye taşımaya, yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline getirmeye, örgütlenmeye ihtiyacımız var.

Naçizane bireysel devrimci mücadelem, Kazım Koyuncu’nun “Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii; ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur” dediği, romantik olduğu kadar gerçekçi sözlerini içselleştirdiğimde biçim değiştirmişti. Tepki vermekle mücadele sürdürmenin aynı şey olmadığını zaman içinde, örgütlenmenin verdiği güçle ancak kavrayabilmiştim. Şimdi dünyanın neresine gidersem gideyim, hangi gündemin içine düşersem düşeyim kendimi her şeyden önce öyle yürümek için telkin edeceğimi biliyorum.

Mücadelenin dijital dünyadaki yansımalarını kesinlikle önemsiz bulmuyorum. Bilakis ana akımda kendine yer bulamayan sosyalist mücadelenin ve onun taşıyıcılarının sosyal medyayı özellikle en verimli biçimde kullanması gerektiğinin de fazlasıyla farkındayım. Fakat hiçbir önemli ihtiyaç sokaktaki varlığımızın, eylemliliğimizin, örgütlülüğümüzün önüne geçecek kadar kritik değil, olmamalı. Aksi halde sosyal medya hesaplarında boykot çağrıları yapıp çalışanlarını sigortasız çalıştıran patronlara alkış tutan bir düzenin değirmenine su taşıyabilir; uzun soluklu bir mücadeleyi anlık his patlamalarına kurban edebiliriz.

Ezcümle, normalleşmenin mümkün olmadığı yerde; normalleşmenin panzehiri de normalleşmeme çağrıları yapmak değil, örgütlenmek olacaktır.

Ayrım, 2024 - İletişim: ayrim@ayrim.org