Camera Obscura: Türkiye’nin Süreç Tahlilleri 2002-2025

Batın Göktepe25 Haziran 2025

Türkiye’de tarihin hareketi bizleri “dış dünyadaki nesneleri edilgence kaydeden bir cihazın” içerisinde muhafaza ediyor olabilir mi? Marx ve Engels, bu olguyu “camera obscura” mecazı olarak tanıtlar. Jan Rehmann’a göre camera obscura Marx ve Engels tarafından yaşam sürecinin ideolojik reflekslerini ve yankılarının gelişimi olarak ortaya sermesidir. Terry Eagleton ise “camera obscura” mecazını insan bilincinin dinamikliğine dair dem vurarak “naif duygusal bir görgücülük” olarak eleştirir. Camera Obscura, nesnelerin retina üzerine gelen görüntüsünün tepetaklak izdüşümü, insanların fiziksel yaşam sürecinden ayrıksı olmamasıdır. Zira “…Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinci belirleyen yaşamdır.”

Gelgelelim yaşamı belirleyenin bilinç olduğu durumunun iddiasında bir liberal/liberteryen, insan zihninin dinamikliğinden nasibini almamışsa eğer “Türkiye’de Marksist-Leninist bir yönetim biçimi var.” gibi lafızlarla çarpıklıklara yol açabilir. Bu çarpıklığı dağıtmak ve boşa çıkartmak, histeri nöbetleri geçiren liberaller için de sağlıklı olabilir. Ancak bu çarpıklığı yaratmanın bir nedeni var elbet. Zira böylesine stres yüklü toplumsal hareketler sürerken herkesin bir tahlil keşmekeşinin içerisine girişmesi doğaldır. Liberaller yıllardır süregelen bir simetride Türkiye tahlillerini kaçıngan bir suçluluk içerisinde ele alırlar. Çünkü hakikatin tarihi yazıldığı vakit anlatılan, çekirdeğini neoliberalizmin oluşturduğu kapitalizmin kirine dair bir hikayedir. Bu satırlar bir nevi 2002’den bu yana kısa bir Türkiye tahlilinin her değişim/dönüşüm uğrağında, “Türkiye Kapitalizmi’nin” vurgusunu yapıyor.

***

2002’den 2013’e dek süren uğrak özelleştirmeler, kamu projeleri ve büyük altyapı yatırımları eliyle sermayenin büyümesine hizmet ederken “serbest piyasa” ve “AB’nin uyumluluk” yasalarından bağımsız değildir. 2013 ve 2018 yılları arasındaki uğrakta ise devletin müdahalesini artırarak özellikle büyük sermaye gruplarıyla yakın ilişkiler kurulmuştur. Bu eğilimin 2025’e dek sürdüğünü ve etkilerini sürdürdüğünü söylemek mümkün. Kamu-özel sektör iş birlikleri, kapitalistlerin çıkarlarını pekiştiren bir mekanizma olarak işlemektedir. AKP, siyasal İslam ile neoliberal ekonomik politikaları bir araya getirerek “İslami neoliberalizm” denen bir ideolojik çerçeve üretmiştir.[i] Bu ideolojik çerçeve; özelleştirme politikaları, serbest piyasa ve rekabet anlayışı, dışa açılma ve küresel ekonomiye entegrasyon, IMF programları ve mali disiplin ile finansal genişleme gibi olguları açığa çıkarıp neoliberalizm hikayesini derinleştirirken, hem yoksulluğun sistemsel nedenlerini görünmez kılar hem de bireysel sorumluluk ve kadere razı olma gibi öğretilerle sınıfsal çelişkilerin üzerini örter.

İlk döneminde “muhafazakâr demokrat” bir elbisenin içerisine giren AKP, zamanla siyasal yapıyı otoriter biçimde yeniden inşa eden, ekonomik olarak neoliberal kapitalizmin derinleştiricisi olan ve ideolojik aygıtları etkin biçimde kullanan bir siyasal özneye dönüşmüştür. AKP’nin ideolojik ve kurumsal formasyonu, yalnızca kendi iç dinamikleriyle değil, Türkiye kapitalizminin 1980 sonrası dönüşümünün doğrudan bir sonucu olarak da ortaya çıkmıştır.

“24 Ocak Karaları” sonrası gelişen “12 Eylül 1980” askeri darbesi, Türkiye’de sermaye birikim rejiminin yeniden yapılandırılması sürecinin başlangıç noktasıdır. Darbe, işçi sınıfının örgütlü yapısını dağıtarak sendikal faaliyetleri bastırmış, böylece neoliberal politikaların uygulanabilirliğini artırmıştır. 1980’lerin ortasından itibaren Özal dönemiyle birlikte ivme kazanan piyasa reformları, kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesini ve emeğin güvencesizleştirilmesini hedeflemiştir. Bu yapısal dönüşüm, 1990’larda siyasi krizlerle kesintiye uğrasa da 2001 ekonomik krizi sonrası IMF programı çerçevesinde hız kazanmış ve AKP bu neoliberal konsolidasyon sürecini devralmıştır[ii] AKP’nin iktidara gelişi, bu bağlamda Türkiye burjuvazisinin hem siyasal hem de ideolojik bir restorasyon ihtiyacını karşılamıştır. AKP, 1990’ların sonlarında meşruiyetini yitiren merkez sağın yerine konumlanırken, aynı zamanda İslamcı hareketin neoliberal düzenle uyumlu hale getirilmiş bir versiyonunu sunmuştur. 2001 krizi sonrasında başlatılan IMF destekli yapısal reform programının devam niteliği AKP yönetimini, liberal ekonomi çerçevesinde bu reformları sürdürerek hem iç piyasada güven ortamı oluşturdu hem de küresel sermaye akışını teşvik etti. Böylece hem küresel sermaye çevreleriyle uyumlu hem de yerel muhafazakâr kitleleri mobilize edebilecek bir sınıf koalisyonu oluşturmuştur[iii]

***

2013 yılı, Türkiye için bir değişim/dönüşüm uğrağıdır. Gezi Parkı protestoları, küresel sermaye akımlarında değişim, ABD Merkez Bankası’nın (FED) parasal sıkılaşma sinyalleri ve sonrasında gelen siyasi gerilimler gibi pek çok hadise vücut bulmuştur. Esasında 2013’ün evvelinde alevlenen otoriterleşme hali gerek ideolojik söylem gerek ekonomik açıdan bir bütün olacak şekilde “Onlar Konuşur, AK Parti yapar!” çerçevesinde betimlenmiştir. “Onlar Konuşur, AK Parti yapar” AKP’nin söylemsel hegemonyasının kaybedilmesinin ilandır. “AK Parti yapar!” sonrası Türkiye, bir otokratik neoliberalizm dönemine girmiştir. Rejim yani neoliberal politikaların hem sürdürüldüğü hem de bu politikaları sorgulayan tüm toplumsal direnişlerin bastırıldığı bir rejim biçimi halini almıştır. Gezi Direnişi’yle açığa çıkan toplumsal itiraz, AKP’nin hegemonik krizinin habercisiydi. Bu kriz, yalnızca kültürel değil, aynı zamanda sınıfsal düzeyde bir kırılmayı da işaret etmektedir. 2013 sonrası dönem, kapitalist birikim rejiminin yeniden yapılandırıldığı, emek rejiminin sertleştirildiği ve devletin baskı aygıtlarının genişletildiği bir tarihsel evre olarak değerlendirilmelidir. Bu dönemde özellikle işçi direnişleri (Soma, Greif, 3. Havalimanı işçileri, metal işçileri) yoğun biçimde kriminalize edilmiştir. Grevler “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanmış; sendikalar bölünmüş, muhalif işçi örgütleri baskı altına alınmıştır. Bu süreç, emek-sermaye çelişkisinin yalnızca ekonomik değil, doğrudan siyasal baskı ile yönetildiğini göstermektedir. AKP’nin neoliberal politikaları, geleneksel anlamda “serbest piyasa” uygulamaları olmaktan çıkmış; yandaş sermaye gruplarına aktarılan kamu kaynaklarıyla şekillenen bir kleptokrasi modeline evrilmiştir. Kamu-özel işbirliği projeleri, döviz garantili ihaleler ve teşvikler, yeni bir sermaye aristokrasisi yaratmıştır. Üç başlıkta bu süreci özetlemek mümkün: Soma Katliamı (2014): Emek güvenliğinin sermaye lehine feda edildiği bir “mutlak artı değer sömürüsü” örneği. Greif İşgali (2014): Tabandan yükselen sınıf hareketinin sistematik biçimde bastırılması. 3. Havalimanı Direnişi (2018): Mekânsal sömürünün ve neofeodal disiplinin kurumsallaşması.

***

2018 seçimleriyle birlikte Türkiye, resmi olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen bir otoriter başkanlık rejimine geçmiştir. Bu sistem, yürütmenin tek elde toplandığı, denetim mekanizmalarının zayıfladığı ve devletin “kişiselleştiği” bir form üretmiştir. 2018 sonrası Türkiye ekonomisi, döviz krizleri, yüksek enflasyon, düşen reel ücretler ve artan işsizlikle karakterize olmuştur. Bu kriz ortamı, kapitalist ekonominin temel çelişkilerini açığa çıkarmaktadır: Üretim ile tüketim arasındaki dengesizlik, aşırı borçlanmaya dayalı büyüme ve sınırlı artı değer üretimi. 2018 sonrası Türkiye kapitalizminin en önemli siyasal özelliği, kurumsal karar alma mekanizmalarının çözülerek, sermaye birikiminin doğrudan yürütme erkinin keyfi kararlarına bağlanmasıdır. Başkanlık sistemiyle birlikte parlamentonun etkisizleşmesi, denetim kurumlarının işlevsizleşmesi ve yargının siyasallaşması, devletin kişiselleşen bir biçim kazandığını göstermektedir. AKP, bu krizi aşmak için klasik neoliberal reçeteleri sürdürmek yerine, heterodoks müdahalelerle (düşük faiz, kredi genişlemesi, kamu harcaması artışı) sermaye birikimini canlı tutmaya çalışmıştır. Ancak bu model, yüksek enflasyonla sonuçlanmış; işçi sınıfının alım gücü dramatik biçimde düşmüştür.

“Türkiye kapitalizminin 2013’ten beri yaşadığı yapısal kriz, 2021’de yeni bir evreye gelmiş ve iktidar blokundaki yeniden yapılanma sonucunda oluşan düşük TL koalisyonu, rekabetçi kur ile bu yapısal krizden çıkışı denemiştir. Bunun kökeninde emeğin baskılanması, uluslararası alanda rekabetçilik sağlanması arzusu vardır. Şimşek programı, Nebati programının sermaye adına edindiği kazanımları korumayı amaçlamaktadır.”[iv]

***

19 Mart sonrası Türkiye, klasik anlamda bir ekonomik kriz rejimi değil, Nancy Fraser’in deyimiyle krizle yaşamayı kurumsallaştıran bir otoriter sermaye rejimi haline gelmiştir. Bu rejim, yalnızca ekonomik yapının değil, aynı zamanda toplumsal dokunun da radikal biçimde dönüştüğü bir tarihsel momenti işaret etmektedir. Hegemonyanın zayıfladığı, ideolojinin aşındığı bu evrede rejimin ayakta kalma aracı artık “rızadan çok zor”dur. Ancak tarihsel olarak her baskı rejimi gibi, bu yapının da çatlakları derinleşmekte; toplumsal muhalefet potansiyelleri, görünmezliğin sisinden sıyrılarak yeni mücadele imkanlarının önünü açmaktadır. Buradan hareketle kurumsal çözülme ve devletin kişiselleşmesi, sermaye fraksiyonları arası rekabet, emek mücadelesine karşı rejiminin sertleştirilmesi ve toplumsal disiplin mekanizmaları, sosyal yardımın siyasi tahakküm aracı olarak kullanılması, ideolojik meşruiyetin gerilemesi ve zorun hegemonyasının sürdürülmesinin altını kalın satırlarla çizmemiz gibi olguların altını çizmemiz elzemdir.

  • Devletin Sermaye Transferi Aracı Haline Gelmesi: Devlet, doğrudan piyasa mekanizmalarından bağımsızlaşarak sermaye birikimini yürütmenin doğrudan müdahalesiyle yönlendirmektedir. Kamu kaynakları, belirli sermaye gruplarına aktarılmakta, kamu-özel işbirlikleri, teşvik ve döviz garantili projeler üzerinden sermaye blokları yaratılmaktadır. Bu yapı, piyasa ile siyasetin ayrımını bulanıklaştırarak, sınıfsal iktidar ilişkilerinin derinleşmesine yol açmaktadır.
  • Emek Sömürüsünün Derinleşmesi ve İş Güvencesinin Çöküşü: 19 Mart sonrasında uygulanan politikalar, ücretli emek üzerindeki baskının artması, reel ücretlerin erimesi ve iş güvencesinin yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. “Rekabetçi kur” söylemiyle meşrulaştırılan bu dönüşüm, emeğin uluslararası düzeyde ucuzlatılmasına ve iç pazarda alım gücünün ciddi şekilde gerilemesine neden olmuştur.
  • İdeolojik Boşluk ve AKP’nin Tarihsel Formunun Erozyonu: AKP, artık ne “muhafazakâr demokrat” ne de “İslami neoliberal” bir formda ideolojik tutarlılık sunabilmektedir. Sıkı sıkıya sarılınan “merkez-çevre” paradigmasının çöktüğü, bir başka deyişle AKP’nin eski “çevresel meşruiyeti” söylemi bu evrede, “çevre”den gelen aktörlerin “merkez”i işgal etmesiyle yeni bir elitler koalisyonu oluşmuştur. Bu koalisyon, rejimin sürdürülebilirliğini ancak baskı aygıtlarının tahkim edilmesiyle koruyabilmektedir.
  • Kriz Yönetiminin Kurumsal Çözülme Üzerinden Yürütülmesi: Başkanlık sistemiyle birlikte ortaya çıkan keyfi karar alma pratiği, 19 Mart sonrası dönemde daha da belirginleşmiştir. Kurumsal denetim araçlarının işlevsizleştiği, meclisin ve yargının etkisizleştirildiği bu düzlemde krizler, kurumlar üzerinden değil, doğrudan yürütme üzerinden yönetilmektedir.
  • Zorun Hegemonyası ve Sosyal Yardımın Siyasi Araçlaştırılması: İdeolojik hegemonyanın aşındığı bu süreçte rejim, zor aygıtlarına ve sosyal yardımların siyasal sadakatle ilişkilendirilmesine başvurarak meşruiyet arayışını sürdürmektedir. Sosyal devletin yerini, “yardım devleti” almış; bu yapı iktidarın siyasi tahakkümünün yeniden üretiminde bir araç işlevi görmeye başlamıştır.
  • Şimşek Programının Sınıfsal Niteliği: Mehmet Şimşek liderliğinde geliştirilen yeni ekonomi programı, önceki “heterodoks” politikaları bir kenara bırakıp sermaye sınıfına güven telkin etme amacı taşımıştır. Ancak kur korumalı mevduat sisteminin çökmesi, programın sürdürülebilirliği konusunda ciddi soru işaretleri yaratmış; emekçi sınıflar için daha da derinleşen bir yoksulluk sürecini beraberinde getirmiştir.

Sonuç Yerine

Türkiye’nin son yirmi yılı, neoliberalizm ile otoriterleşmenin iç içe geçerek kendine özgü bir sermaye rejimi oluşturduğu bir tarihsel momenti temsil etmektedir. Bu dönem, Marx ve Engels’in “camera obscura” metaforunda tarif ettiği ideolojik tersinmenin somut bir örneğine dönüşmüştür. Yaşam süreçlerinin belirlediği bilinç, burada sistemli olarak çarpıtılmış; toplumsal eşitsizliklerin kökeni görünmezleştirilmiş, siyasal tahakküm “istikrar” ve “milli irade” söylemleriyle meşrulaştırılmıştır. Kapitalist birikim süreci, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik ve kurumsal yeniden üretim mekanizmalarıyla inşa edilmiş; bu süreçte devlet, piyasa mantığının ötesine geçerek doğrudan bir sermaye transfer aracı haline gelmiştir.

Liberallerin Türkiye analizlerinde sıklıkla göz ardı edilen ya da bastırılan temel olgu, bu rejimin neoliberalizmden bir sapma değil, bilakis neoliberalizmin yeni bir formunun, “otoriter neoliberalizm”in istikrarlı bir örneği olmasıdır. “Serbest piyasa” idealine yapılan nostaljik referanslar, sınıf ilişkilerinin, sömürü biçimlerinin ve devlet-sermaye ilişkisinin dönüşümünü kavramakta yetersiz kalmaktadır. Türkiye’deki model, kapitalizmin kendini krizler aracılığıyla yeniden yapılandırma kapasitesini ve bu süreçte demokratik normları askıya alma eğilimini göstermesi açısından, küresel düzeyde önemli bir gösterge niteliğindedir.

Bu bağlamda Türkiye, yalnızca ulusal ölçekli bir otoriterleşme sürecine değil; aynı zamanda dünya kapitalizminin tarihsel krizlerine verdiği otoriter yanıtların kristalize olduğu bir örneğe dönüşmüştür. Devletin kişiselleşmesi, yürütmenin merkeziyetçiliği, sermaye birikiminin keyfi kararlarla yönlendirilmesi, emeğin güvencesizleştirilmesi ve ideolojik hegemonya boşluğunun zor aygıtlarıyla telafi edilmesi gibi dinamikler, bu dönüşümün temel yapı taşlarını oluşturmaktadır.

Ancak her hegemonik yapı gibi, bu rejim de kendi iç gerilimlerini ve çatlaklarını üretmektedir. Zorun sürekliliği, rızanın tükenişini işaret eder; ideolojik erozyon, yeni toplumsal tahayyüllerin önünü açabilecek bir boşluk yaratır. Bu bağlamda, mevcut sermaye düzeninin krizini yalnızca bir çöküş olarak değil, aynı zamanda alternatif siyasal formların, yeni sınıf temelli örgütlenmelerin ve toplumsal dayanışma biçimlerinin inşası için bir olanak zemini olarak da düşünmek mümkündür. Camera obscura’nın karanlığını delen ilk ışık, hakikatin değilse bile hakikati arayan kolektif bir iradenin yeniden belirmesini mümkün kılabilir.

[i] Cihan Tuğal, Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, çev. Ferit Burak Aydar (İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları 2011)
[ii] Programme des Nations unies pour le développement (1965-….)., Ayşe Buğra, and Çağlar Keyder. New poverty and the changing welfare regime of Turkey: report prepared for the United Nations Development Programme. UNDP., 2003.
[iii] Tansel, Cemal Burak. “Authoritarian neoliberalism and democratic backsliding in Turkey: Beyond the narratives of progress.” South European Society and Politics 23.2 (2018): 197-217.
[iv] Ümit Akçay, Krizin Gölgesinde En Uzun Beş yıl, (İstanbul: Doğan Kitap, 2024) 226