“Oğlumuzu sağ verdik, cenazesini almak istemiyoruz.”
Son günlerde yaşanan iki derin olay, toplumumuzun ruhsallığında uzun süredir biriken ve artık ayyuka çıkmış patolojik bir gerçekliğin analizini kaçınılmaz kılmıştır.
Marx’ın o ünlü sözüyle ifade ettiği gibi: “Tarih kendini tekrar eder; önce trajedi, sonra komedi olarak.” Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu ruhsal ve toplumsal iklimde bu tekrarlar ne trajedi ne komediyle sınırlı kalmakta – aksine, giderek daha psikopatolojik bir döngü hâlini almaktadır.
Yaşananlar, artık yalnızca tarihsel ya da siyasal tekrarlar değil; insanlık kültüründen kopuşun, vicdani ve etik reflekslerin çözülüşünün açık işaretleridir.
Bilinçdışı kötülüğün belirsizliği, artık simgesel alanda değil – eyleme dökülerek gündelik hayatımıza sızmakta, şiddet ve inkârın sıradanlaştığı bir patoloji üretmektedir. Bu nedenle, olup bitenleri sadece sosyopolitik değil, klinik düzlemde de değerlendirmek bir zorunluluk hâline gelmiştir.
Bir bakım evinde fiziksel ve ruhsal bakımı yerinde ve yeterince yapılamayınca yaşamını yitiren otistik birey, diğeri bir devlet hastanesinde tacize uğrayan zihinsel engelli bir birey… Bu iki trajik olay artık göz ardı edilemeyecek bir yapısal çöküşün; kapitalizmin Türkiye bağlamında nasıl hem işlevsel hem de ruhsal bir karşılık bulduğunun derin ve sarsıcı göstergeleridir.
Bu hikâyeler bize yalnızca kurumsal ihmali değil, aynı zamanda bir toplumun etik omurgasının nasıl çözündüğünü; bakımın, korumanın ve adaletin nasıl sistemli biçimde aşındırıldığını gösteriyor. Peki, bu ruhsal çöküş-çözülüş ve parçalanma nasıl mümkün oldu? Gelin birlikte anlamaya çalışalım.
Bu iki olay toplumsal yapıyı sarsması gereken, yüzleşilmesi zor, taşınması ağır bir yük olması gerekirken ne olmuştur da suskunluk sarmalında yitip gitmiştir.Bunlar, yalnızca haber bültenlerinin arka sıralarına sıkışacak meseleler değildir; her biri, bir toplumun vicdanının neresinde olduğunu, gerçekten kimleri koruduğunu ve kimleri “görünmez” ilan ettiğini açığa çıkaran trajik eşiklerdir. Bu olaylar, kolektif hafızada sarsıcı bir iz bırakması gerekirken; toplumun genelinde yalnızca kısa süreli bir rahatsızlık hissiyle geçiştirilmiş, gündemin kaygan zemininde sessizliğe gömülmüştür. Oysa bu yazının sahibi ve çevresindeki insanlar için, bu olaylar yalnızca haber değil; hâlen süren, kapanmamış bir travmanın içindeki şimdiki zamandır. Bu duyguların kişisel bir hassasiyet, yalnızca bir “aydın rahatsızlığı” olarak görülmesini istemem. Çünkü bazı olaylar, yalnızca tanıklıkla kalmaz; insanın varoluşunu altüst eder, sorumluluk duygusunu dönüştürür ve sessiz kalmanın artık bir seçenek olmadığını hatırlatır.
Bu yaşananları yalnızca bireysel ihmallerle, birkaç kişinin münferit suç girişimiyle ya da ‘incir çekirdeğini doldurmaz’ türden münakaşalarla açıklamak isteyenler olabilir.
Ama eğer niyetiniz gerçekten anlamaksa, sizden ricam şudur: Lütfen sabırla aşağıdaki yazıyı okuyun. Çünkü bu olaylar, yalnızca bireylerin değil; yıllardır beslenen, ihmal edilen ve dışlayıcılığı kurumsallaştıran kamu politikalarının bir sonucudur. Neoliberal politikaların kaçınılmaz sonuçlarından biridir.
İnsan haklarına, engelli bireylerin yaşam hakkına ve nöroçeşitliliğe saygı göstermeyen her yapı; sadece etik açıdan değil, hukuki ve politik düzlemde de derinlemesine sorgulanmak zorundadır. Sınıfsal eşitsizliklerin en görünür olduğu dezavantajlı konumdaki bireylere sistemin nasıl yansıdığını sorgulamak tam da bu açıdan önemlidir. Bu sorgulama, artık bir seçenek değil; toplumsal bir zorunluluktur. Sessiz kalınan her gün, sistematik dışlamanın normalleştirilmesine bir adım daha yaklaşmaktır. Burada işleyen etik dışı normalleştirmelerin teşhiri bu yüzden gereklidir.
Bugün, Türkiye’de toplumun ruhsal yapısında belirginleşen bir dönüşümle karşı karşıyayız: Bunu tarif eden en iyi kelime ne yazık ki sapkınlıktır. Sapkınlık, artık bireysel bir istisna değil; kolektif bir karakter yapısı olarak inşa edilmekte ve politik yapılar tarafından da açıkça teşvik edilmekte, hatta inkâr-ifşa-benimsenme dahil her türlü ilişkinin merkezi ilan edilmektedir. Bu durum, sadece marjinal sapmaların çoğalması değil; sapkınlığın yeni bir “insan tipi” olarak sunulması, toplumun normatif ahlakından, vicdanından ve etik zemininden sistemli biçimde koparılmasının sonucudur.
İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, yalnızca toplumsal çöküşün değil, aynı zamanda yeni bir insan tanımının—anlayışsız, empatisiz, haz ve şiddet merkezli bir varlık tipinin—yaygınlaştığı bir dönemdir. Eskiden bastırılan ya da mahremiyet sınırlarında tutulan bazı dürtüsel eğilimler, artık “geleneğin korunması, çürüme – yozlaşma’’ veya ‘’trend” ya da “özgürlük” söylemleriyle meşrulaştırılarak dolaşıma sokulmakta; toplumsal ilişkilerin dili, ritmi ve gündemi bu dürtüsel dışavurumların şekillendirdiği bir zemine kaymaktadır. Burada kastedilen, bireysel yönelimlerin varoluşsal hak olarak tanınması değil; etik sınırlar gözetilmeksizin haz merkezli, empatisiz ve denetimsiz bir iletişim biçiminin toplumsal norm haline gelmesidir.
Geleneksel yapının çözülmesi, yeni bir etik yapının kurulmasına değil; ruhsal anarşinin norm hâline gelmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, “etik dışı normların sistemleşmesi” yalnızca cinsellik ya da fiziksel şiddetle sınırlı değildir.
Toplumda artık sapkınlık, çok daha yaygın ve gündelik formlar içinde karşımıza çıkmaktadır. Bu durum güçsüze yöneltilen tahakkümle kendini gösterir: Engelli bireyin okuldan dışlanması, maddi yetersizlik içindeki hastaya “yük” gözüyle bakılması, sokakta çalışan çocuğa ‘rahatsız edici’ muamelesi yapılması gibi adaleti reddeden dille kurulan ilişkilerde meşrulaşır: “Zaten başına geleni hak etmiş,” gibi ifadeler, kadına yönelik şiddet sonrası, “Ama o da gece dışarıdaymış,” yorumları, haksızlığı görünür kılanların ‘ajitasyon yapmakla’ suçlanması.
Sadistik hazla karışan, empatisiz iletişim biçimlerinde yaygınlaşır: Aşağılama içeren mizah videoları, duygusal ifşaların “eğlence içeriği”ne dönüştürülmesi, sosyal medyada yaşanan trajedilerin “reyting”e çevrilmesi gibi. Ve nihayet, empatiyi zayıflık, duyarlılığı zaaf sayan birey tipinin yükselmesiyle süreç daha görünür olur: “Ağlama, güçlü ol” mottosunun altında hislerini bastıran gençler, başkasının acısına karşı “ne yapayım yani?” diyen bir toplumsal dil, yardıma muhtaç olanla değil, “başaranla-güçle ve kazananla” özdeşleşen yeni rol modeller oluşur.
Kısacası, bu sistemde sapma yalnızca sınır dışı eylemlerde değil, gündelik normların içine yerleşmiş davranış biçimlerinde üretilmektedir. Şiddet, küçümseme, ihmal ve duyarsızlık artık yalnızca suiistimalin değil, “normal iletişimin” bir parçası haline gelmektedir.
A’dan Z’ye tüm toplumsal ilişkiler, artık bu sapkın karakter yapısının üretimi ve toplumsalın içinde yer etmesi üzerinden işleyen ve yeniden anlamlandırılan bir organizasyona dönüşür. Bu yalnızca ruhsal bir kriz değil; tarihsel, siyasal ve kültürel bir kopuştur. Çünkü bu durumları çözmemek, müdahale etmemek, gereken yaptırım ve cezaları uygulamamak, bir irade tarafından yapılmayan bir durumu değil de tam da çözülmenin ve sık sık bahsedilen o çürümenin artık gözle görülür olmasının istendiği ve birçok insanın bu çürümenin ortasında bilerek bırakıldığı bir duruma gönderme yapar.
Barbarlık İnsan Ruhunu Teslim Alıyor
Bugün, çocuk ölümlerinin sıradanlaştığı; bebeklerin korunamadığı, enkaz altındaki insanların kaderine terk edildiği, yoksulluğun derinleştiği, ifade özgürlüğünün baskı altına alındığı bir dönemde yaşıyoruz.
Kötülük, bile isteye görünür kılınıyor. İstismarlar sessizce dolaşıma giriyor, devlet hastanesinde yoğun bakımda kalan zihinsel engelli bir çocuğa yönelik istismar vakasında 26 görevli “gördü ama görmedi.” Medyada bu olay birkaç gün konuşulup unutuldu. Hiçbir kurum kapsamlı açıklama yapmadı. Görüldü ama hiçbir yaptırım uygulanmadı. Bu, kötülüğün sadece göz yumulduğu değil; sistematik biçimde susturularak meşrulaştırıldığı anlamına gelir. Sadaka kültürü üzerinden istismar estetize ediliyor. Sosyal medyada çocuklarının yoksulluğunu, ağlamasını, açlığını paylaşan ebeveynler “yardım” için görünür kılınıyor ama aslında bu, “acı pornografisi”ne dönüşüyor. Destek yerine “şükret”, “sabret” mesajları geliyor. Yardım, dayanışma değil; teşhir ve denetim aracı oluyor. Gündüz kuşağı programlarında aile içi şiddet, çocuk istismarı ya da cinayet vakaları “magazinleştirilerek” sunuluyor. Bu, kötülüğün görünür kılınmasının bir başka biçimi: Adalet değil, seyirlik bir formatta dolaşıma sokuluyor. “Hak etti” retoriğiyle normalleştiriliyor. Kadın cinayetlerinin ardından “O saatte orada ne işi vardı?”, “Giysisi uygunsuzdu” gibi yorumlar medyada alenen dolaşıma sokuluyor. Bu, yalnızca şiddeti haklılaştırmak değil, kötülüğü ahlâken yeniden üretmek demektir. Bu, cezasızlık kültürüyle besleniyor. Haksız yere tahliye edilen ya da ceza almayan kamu görevlileri, fail pozisyonundaki memurlar kamu görevine devam ediyor. Bu görünürlük, “Devlet seni korur” mesajıyla kötülüğü meşru zemine çekiyor. Yurttaş, düşünen ve sorgulayan bir özne olmaktan çıkarılıp, itaat eden bir kul’a dönüştürülüyor. En önemlisi ise, bütün bu sürecin parçası olarak kötülüğün sistematik biçimde büyütüldüğü ve meşrulaştırıldığı bir toplumsal düzenin içinde yaşıyoruz. Çetelerin, tarikatların, mafyatik yapılarla iç içe geçmiş bürokrasinin ortasında yaşamaya çalışan sade yurttaşların, geleceksiz, liyakatsiz ve travmatik gündelik deneyimlerin tepkisizliğinde kaybolan-silikleşen ve kaçan insanların ortak travması gün geçtikçe büyüyor. Travmaların üstü örtülüyor. Adaletsizlik sistemleşiyor. Kuralsızlık, güce sahip olanların en büyük avantajı hâline getiriliyor.
Bu yalnızca bireysel trajedilerin toplamı değil; insanın gelişimini, onurunu ve varoluş hakkını bilinçli olarak inkâr eden bir toplumsal yapının kurumsallaşmasıdır.
İçinde bulunduğumuz dönem, yasların askıya alındığı, etik değerlerin içinin boşaltıldığı ve adaletin, ancak güçlülerin-iktidarların çıkarlarına uyduğu ölçüde “işlediği” bir yapının ifadesi olmaya başladığı görülmektedir.
Bu sistemde yaşam, yalnızca “güçlüler” için sürdürülebilir kılınırken; güçsüz olanın, hak arayanın, farklı olanın varlığı bir tehdit olarak kodlanıyor.
Siyasi rekabetler, iktidar kavgaları ve gizli-açık ittifaklar toplumsal hayatın her alanını zehirliyor; halkın güven duygusunu, gelecek hayalini ve dayanışma inancını aşındırıyor.
Ve bu nedenle artık şunu açıkça söylemenin zamanıdır: Bu sistem yalnızca adaletsizlik üretmiyor; aynı zamanda insanın gelişme kapasitesini, özne olma imkânını ve etik bir varlık olarak yaşama hakkını da tehdit ediyor. Yani karşımızda, sadece yozlaşmış değil – insanlık karşıtı bir sapkınlık mimarisiyle sapkınlığı norm hâline getiren bir sistem bulunuyor.
Bebeklerin hayatta kalamadığı, çocukların korunamadığı, yıkımların sorumlularının hesap vermediği bir düzende ne ilerlemeden ne etik değerlerden ne de gerçek bir toplumdan söz edilebilir. Çünkü anneler, babalar, çocuklar, bebekler, gençler, işçiler, sokaktakiler – halk artık bu sistemle olan bağını ciddi şekilde disosiye olma halini sokakta her yeni olayla yeniden yaşamaktadır. Halk, yaşananları görse de hissedemiyor; duyuyor ama içinde yankılanmıyor. Her yeni olay, bir öncekini bastırıyor. Bu artık topluca hissedememe hali. Disosiyatif uyuşukluk, hissizleşme, tepkisizlik. Çünkü bir halkın feryadı sürekli duyulmuyor; çığlığı bastırılıyor; acısı ifşa ediliyor. Gerçek kendiliğini yaşayamıyor, içinden geleni dışavuramıyor ve kuralsızlığı besleyen tepkileri normlaştırılıyor. Her yeni olayla eski olanların yası bile tutulmadan kolektif bir travma yaşaması kolektif bir disosiyasyon yaşaması destekleniyor.
Otistik Muhammet’in bir bakım evinde yaşamını yitirmesi bu yüzden bir “ölüm” değil; yıllardır süren yavaş, sistematik bir yok sayılmanın kaçınılmaz sonucudur.
Onun ölümü, ihmalin değil, bilerek ve isteyerek inşa edilen bir sistemin sessiz cinayetidir. Aynı günlerde, bir devlet hastanesinde zihinsel engelli bir kadına yönelik cinsel istismar bulguları ortaya çıktı. Üstelik bu olay, güvenliğin ve iyileşmenin mekânı olması gereken bir kurumda – bir hastanede gerçekleşti. Bir toplumda en korunmasız olanlar -bebekler, engelliler, çocuklar- eğer güvenlik, bakım ve şifa için tasarlanmış kurumlarda bile korunamıyorsa; orada hiç kimse güvende değildir. Bu, yalnızca iki acı olay değildir; bu, bir toplumun değer sisteminin, hukukunun ve vicdanının nereden koptuğunun resmidir. Güçsüzün yaşama hakkının garanti altına alınmadığı bir düzende, güçlülerin huzuru ancak geçici bir yanılsamadır.
Devlet kurumları artık asli görevlerini -korumak, yaşatmak, destek olmak- yerine getiremiyor. Ancak bu bir teknik yetersizlik ya da pasif bir başarısızlık değil; tam tersine, aktif bir duyarsızlık politikasının ürünüdür. Süreğen denetimsizlik, cezasızlık ve sorumluluktan kaçış, toplumu sistematik bir şiddet döngüsüne mahkûm etmiştir.
Bu şiddet yalnızca fiziksel biçimiyle sınırlı değildir. Bugün, duygusal, sosyal ve varoluşsal şiddet, gündelik yaşamın içine sinsice yerleşmiş, normalleştirilmiş, hatta meşrulaştırılmıştır. Kurumların işlevsizliğiyle birlikte bireyler arasında güven duygusu erozyona uğramış, insanlar çaresizlik içinde kendi içine kapanmış, şiddeti hem tanık hem fail olarak yeniden üretmeye başlamıştır. Toplumda gözlenen yoğun ruhsal bozulma -intiharlar, ani öfke patlamaları, kadın ve çocuklara yönelik sistematik şiddet- yalnızca bireysel patolojilerin değil, çöken bir uygarlık anlayışının göstergesi olarak görülmelidir.
Bu sistem, insanı yalnızca itaat eden, tüketen ve sessiz kalan bir özneye indirgerken; insanlaşmayı, gelişmeyi, hak temelli bir varoluşu dışlamaktadır.
Modernlik sonrası otoriter düzenler, artık medeni olana değil; korkuya, hazza ve tahakküme dayalı bir insanlık kültürü inşa etmektedir. Ve bu kültür, çürümektedir. Toplumun ruhsal dokusu parçalanmakta, koruyucu yapılar dağıtılmakta, hak ve yaşam güvenceleri ticarileştirilerek zayıflatılmakta, kurtuluş teorileri birkaç kişinin inisiyatifine terk edilmekte ve narsistik bir yapı ilahlaştırılarak kutsallık zinciri kurulmaktadır.
Bu manzara, bir yönetim krizinin ötesinde, ahlaki bir çöküştür. Hem de buna karşı çıkanların buna önlem almayı hak saydıkları bir dönemde bu gerçekleşmektedir. Aile, çocuk yılı ilan edilerek. Toplumun en kırılgan üyelerinin korunamadığı, yaşamın değersizleştirildiği ve şiddetin artık “öngörülebilir” bir davranış haline geldiği bu düzende, hiçbir bireyin kendini güvende hissetmesi mümkün müdür?
Tribünlerde ise bir uğultu var ama kimse sahaya inmiyor. Bu görüntü, yalnızca bir seyir hali değil; adeta kolektif vicdanın katlini andırıyor. Toplum, artık normalleştirilmiş istismarın pasif izleyicisine dönüştürülüyor. Medya susuyor, bürokrasi kaçıyor, hukuk ise ya geç geliyor ya da hiç gelmiyor. Sessizlik üzerine kurulu bir toplum inşa ediliyor; eleştirel bilincin değil, bastırılmış şiddetin hüküm sürdüğü bir düzen kurulmak isteniyor.
İşte sapkınlığın toplumsalın içine sızdığı nokta da burada devreye giriyor. İnsan gelişimi -etik, ahlaki, ruhsal ve toplumsal düzlemdeki bütünsel ilerleme- bilinçli olarak duraklatılıyor, inkâr ediliyor. Şiddet benimseniyor, kabul görüyor ve bir çıkış yolu olarak görülüyor. Tarihin ilerleyen tekerleği tersine çevriliyor. İnsanlık kültürünün yüzyıllar içinde aşmayı başardığı ne varsa, bugünün karanlığında yeniden hortlatılıyor. Barbarlık, insan canına ve ruhuna karşı açıkça hüküm sürüyor.
Yetişkin dünyasının etik merkezli yapısı, ergen dünyasının doyum arayışı olarak haz, keyif ve şiddet sarmalına geri döndürülüyor. Bu ortamda sadist ve mazoşist karakter yapıları güç buluyor. Artık hak, hukuk, adalet gibi değerlere yaslanan bir etik uygarlık söz konusu değil. Sadistçe güç gösterileri, gücün hezeyanı ve paranoyaklaşan kimlikleriyle etrafta varlık bulurken, halkta ise hiçbir şeyin değişmeyeceği fikri kanıksanıyor, kendisinin güçsüzleşip parçalandığının kabulüyle mazoşist teslimiyetlerle işleyen bir toplumsal düzen kuruluyor. Bu düzen hem bireyin hem toplumun gelişimini boğuyor, parçalıyor ve neoliberal bir kimlik kurgusu artık sokakta var olmaya başlıyor.
Hazzı ve iyi hissetmeyi ruhsallığın merkezine yerleştiren; derinlikten, anlamdan, adaletten uzaklaşan bu yeni karakter yapısı, gündelik dili esir alıyor. Mizah, siyaset, medya ve özellikle sosyal medya, eğitim – hepsi bu yeni karakterin hizmetine giriyor. Toplumsal yaşamın bütün dokularına, bir virüs gibi nüfuz ediyor.
Yetişkinliğin ve dolayısıyla modernliğin hak, hukuk ve adalet eksenli düzeni, artık sadece inkâr edilmiyor; bu inkâr yüceltiliyor, övülüyor, içselleştiriliyor. İşte bu nedenle sapkın karakter burada tekrar tekrar yeniden inşa ediliyor. Freud’un sözünü ettiği o fantezinin -“Ben gelişmek değişmek ve insan olmak istemiyorum, annemin ve babamın yasasını inkâr ediyorum”- toplumsal ölçekte hortladığı an hayata girmiş oluyor. Gösteri hayatı esir alıyor.
Mükemmeliyetin Faşizmi
Son dönemlerde “Aile değerleri yıkılıyor” denirken genellikle bir nostalji çağrısı yapılmaya başlandığını görmüşsünüzdür. Oysa bu çağrı çoğu zaman, dinsel ve maneviyat merkezli cemaat yapılarına dayalı bir koruma söylemine dönüşmektedir. Egemen yapı, sistemin yarattığı düzensizlikten kendi içinde de rahatsızlık duymakta ve bu belirsizlik karşısında bildik bir güvenli liman olan “aile” üzerinden düzen kurmaya çalışmaktadır.
Ancak “aileyi koruma” iddiasıyla geliştirilen bu yapı, yüzeyde sağlam görünse de derinlerde son derece kırılgandır. Çünkü dayandığı temeller; eşitsiz, desteği olmayan ve çoğu zaman otoriter ilişkilere yaslanmaktadır. Bu nedenle, “aile” adı altında; çocuk ihmali ve istismarı, küçük yaşta evliliklerin meşrulaştırılması, kadınların rızaları dışında hayattan soyutlanması gibi, toplumsal olarak bastırılması gereken dürtülerin farklı biçimlerde yeniden üretilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir. “Aile” korunmuyor; yalnızca sistemin kontrol edemediği duyguların daha rahat dolaşıma girdiği bir örtü alanına dönüştürülüyor. Özellikle bazı tarikat ve cemaat örnekleri, kamusal vicdanda bu çelişkinin en görünür hâllerini ortaya koymaktadır.
Diğer yandan, maneviyat eksikliği ve derin bir aidiyet açlığı yaşayan küçük ve orta sınıf, bu boşluğu başka türlü gidermeye çalışmaktadır. Siyasal gruplar, sosyal medya “klan”ları, yaşam koçluğu ağları ya da yaşam tarzı temelli dijital cemaatler, bu boşluğun içine yerleşerek bireye aidiyet sunar gibi görünür. Ancak bu yapılar, bireyin iç dünyasını zenginleştirmek yerine onu yüzeysel bağlarla oyalar; gerçek, yakın, canlı yaşam deneyiminden uzaklaştırarak “anti-yaşam”ın izlerini taşırlar.
Bireyler yetmezlik hissiyle oradan oraya sürüklenir, durmadan bir şeye ait olmaya çalışırken, aslında tüketim odaklı bir arayış içinde parçalanırlar. Bu parçalanma onların da kendi içlerindeki dürtünün ve kaygının başka türlü yaşanmasının, bağımlılıkların önünü açarak bireyselliklerine büyük darbe vurur. Bu nedenle, cemaatleşme ister siyasal ister dinsel ister dijital biçimde olsun, özgürleştirici değil; kör bir aidiyet üretici olarak işlev görmektedir. Ve bu da sağlıklı, dayanışmacı toplumsal birlikteliklerin gelişmesini ciddi biçimde engellemektedir.
Sosyal medya ve özellikle TikTok gibi mecralar, sadece eğlence değil; sınıf aidiyetlerinin teatral olarak oynandığı, zengin estetiğinin, yoksul mizahının, düşkün öykülerinin sergilendiği alanlara dönüşmeye meyilli olur. Psikiyatrist Agah Aydın’ın da belirttiği gibi, sosyal medya bugün karanlıkta bir ses gibi kendimizi duyurmaya, anlamaya ve iyileştirmeye çalıştığımız bir alan hâline gelmiştir.
Ancak bu alan, denetimsiz, kuralsız ve tamamen doyum odaklı bir yaşam tarzına dönüştüğünde; ses olmak yerine gürültüye, iyileşmek yerine yeni travmalar üretmeye başlar.
İyileştirici potansiyeli, hesap vermeyen görünürlük arzusuna, benlik gösterisine ve rekabetçi etkileşimlere teslim edildiğinde, sosyal medya yalnızca bir “kaçış” alanı değil, aynı zamanda bir “tükeniş” alanı olur. Bu koşullarda gerçek iyileşme değil; inkâr, bastırma ve yeniden travmatizasyon yaşanır. Gerçek tahrif edilir, arzu teşhir edilir, özne tükenir. Sistem, hakikati bir tahrifat aracına, arzuyu bir teşhir nesnesine, yaşamı da bir tükeniş sürecine dönüştürür.
Norm dışı istismar biçimleri yine devreye girerek üretim-tüketim-bölüşüm ve paylaşımının dinamiklerini belirler hale gelir. Hak, hukuk ve adalet odaklı üretim-tüketim-bölüşüm ve paylaşımın dinamikleri ortadan kalkar. İnsan arzularını hedef alır. Tüketim, hazla bağ kurar. Bu nedenle “istiyorum, şimdi, hemen” diyen dürtüler teşvik edilir. Reklamlar, sosyal medya, beden pazarı, dijital flört ekonomisi: Hepsi dürtüsel yapıyı ekonomik kâr nesnesine dönüştürür. Instagram, TikTok, YouTube gibi mecralarda mahrem olan şeyler, görülmek uğruna paylaşılır hâle gelir.
“Özel” olan, “kişisel” olmaktan çıkarak gösterinin konusu hâline gelir.
Bu da bastırma değil, “ifşa etme” kültürünü öne çıkarmaya başlar. Her şey artık pazarda hazzın tatminine dönüşür. Neoliberal sistem, aile, okul, din, ideoloji gibi “klasik otoriteler” meşruiyetini pazar odaklı hale getirdiğinden bireylerin dürtüleri yönsüz kalır. Ancak bu özgürleşmeyi değil kaotik bir iç dünyayı doğurur. Kendi kendini regüle edemeyen birey, sürekli “duygu boşaltımı” yapan, sınır ihlalini fark edemeyen bir kimliğe dönüşür.
Kişi, içsel olarak ne hissettiğini fark etmeden davranır. Duygu yoğunluğu karşısında düşünsel araya girme olmaz. Öfkelendiğinde bağırır. Kaygılandığında kontrol etmek ister. Üzüldüğünde kendine ya da başkasına zarar verebilir. Bir öğretmen sınıfta zorlanan bir çocuğa bağırır: “Seninle mi uğraşacağım ben?” Bir ebeveyn, çocuğu ağladığında hemen cezalandırır çünkü kendisi tetiklenir.
Kendi duygusunu karşısındakine yansıtmak için onu aşağılayan, manipüle eden ya da “düzenleyen” bir kişilik gelişir. Kendi öfkesini başkasına fırlatarak rahatlayan birey, artık sadece regüle olamayan biri değil, duygusal olarak istismar eden birine dönüşür. Eşini sürekli küçümseyen ama bunu “benim sinirim geçince toparlıyoruz” diye açıklayan partner. Arkadaşına “senin hayatın da dramatik değilse ne konuşacağız?” diyen kişi. Sadece hissettiğini boşaltmakla kalmaz, bunun teşhir edilmesini ister. Mahrem olan artık gösteriye dönüşür. Sınır ihlali, utanılacak değil beğeni alacak bir şeye dönüşür. TikTok’ta çocuğunun öfke krizini çeken ve “bakın nasıl sabırlıyım” diye paylaşan ebeveyn. Terapiden çıkıp, gizli detayları “hikâyeleştirme” adına sosyal medyada paylaşan kişi.
Sapkınlık, toplumsal bozulma hali burada yalnızca cinsel ya da fiziksel değil; ilişkisel sadizme ve duygusal sömürüye dönüşen bir yaşam tarzı halini alır.
Bu birey, sınır ihlalini norm haline getirir, mahrem olanı ifşa eder, empatiyi değil “tepki”yi hedefler, duyguyu yönetmek değil, “boşaltmak” ister. Kendini regüle edemeyen birey, önce taşar. Sonra sınır ihlali yapar. Sonunda ise bu ihlali “norm” gibi sunar. Ve işte bu noktada, etik dışı normalleşme başlar: İhlalin estetikleştirildiği, duygusal şiddetin ödüllendirildiği bir kimlik oluşur.
Böylece sadistik kimlik üretimi yalnızca bireysel bir yönelme değil, kolektif bir çürümenin izdüşümü olarak gündeliğin hikayesinde yeniden üretilir olur. Toplum, gelişimi inkâr eden, kendinden güçsüz olanı koruma yerine ezen, doyum arayışını merkezileştiren ve şiddeti birleştiren bir karakter tipini büyütmeye başlıyor. Bu karakter; sadist ve mazoşist yönelimlerin sarmalında palazlanıyor. Şiddet ve haz, artık birbirini tamamlayan değil, aynı potada kaynaşmış unsurlar olarak gündelik davranışlara, iletişime, hatta mizaha sızıyor.
Sonuç Olarak
İnsani gelişimin yerini, barbarca tekrarlar alıyor. Tarihin tekeri tersine döndürülüyor; aklın, hukukun, kavrayışın mirası silinerek, insanlık kültürü Freud’un tarif ettiği “ilkel arzu”ya teslim ediliyor. Ödipal çatışma ise soyut bir psikolojik önerme olarak değil, toplumsal bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor: Çünkü öfke, haz ve ruhsallığın kaybı sevgi ve ahlaki sınırları parçalayıp yıkıyor. Byung-Chul Han’ın tanımıyla sapma, yalnızca sistem dışına çıkmak değildir; sistemi içeriden yeniden inşa eden hastalıklı tekrarların egemenliğidir.
Sapkın karakter, yalnızca suç işleyen değil; kötülüğü norm haline getiren, onu görünmezleştiren, hatta alaya alan karakter olarak çevremizde görünür olur. Bu tip bir toplumsal ruh hali şiddeti olağanlaştırır, mağduru susturur, suçluyu karizmatikleştirir, yetişkinliğe geçişi durdurur, bütün etik kurumları içten çürütür. Toplumun gölgesi ise, kurbanı suçlayan, suçu saklayan, istismarcıyı koruyan yapılarla belirginleşir. Toplumsal gölge, artık bireylerin değil, devletin ve kurumların da bir parçası olur. Ve gölge bastırıldıkça yoğunlaşır, sistemik hale gelir. “Sapkınlık sadece sapkının değil, görüp de sustuğumuz her anın bir ürünü olarak yaşanır.”
Foucault’nun “mikro iktidar” kavramında belirttiği şey aslında sapkınlığın bir başka politik tezahürü olarak karşımıza çıkar. Türkiye’de fazlasıyla hayat bulur: Hastanede hasta bakıcı, okulda öğretmen, sokakta güvenlik görevlisi… Her biri küçük bir tanrıcık gibi davranır. Çünkü herkes, bir altındakine hükmederek sistemin çarkını döndürür. Bu mikro iktidar alanları, en çok “eksik”, “yetersiz”, “engelli”, “kadın”, “çocuk”, “mülteci” üzerinde kendini gösterir. Mikro İktidarlar: herkesin küçük tanrıcık olduğu sistemin inşası sürdürülür olur. Foucault der ki: “Modern iktidar, cezaevinde değil; hastanede, okulda, kilisede işler.”
Türkiye’de: Devlet hastanesinde bir çocuk yoğun bakımda cinsel istismara uğruyor. 26 kişi şüpheli. Ama bu sadece “şüpheliler listesi” değil, sistematik suskunluk zinciri. Nöbetçi hemşire, doktor, yönetici, görevli, temizlikçi… herkes “gördü ama görmedi.” Bu tam da Foucault’nun dediği disipliner toplumdur: Herkes her şeyi görür ama hiç kimse konuşmaz. Çünkü herkesin yeri bellidir ve sistem yürüyor gibi görünmelidir. Ve herkesin bir şekilde yaşadığı suskunluk sapkınlığın üretildiği bir mecraya dönüşür. “İktidar, sadece emredenin değil, itaat edenin sessizliğinde de vardır.”
Bunu Hannah Arendt’in, Nazi subayı Eichmann’ı incelemesinde de görürüz. Eichmann bir canavar değildi. O, sadece “emirlere uyan sıradan bir memurdu.” Bugün Türkiye’de:
“Ben ne yapabilirim ki?” “Benim işim değil”, “Yetkililer ilgilenir herhalde” gibi cümleler kötülüğün sıradanlaştığını gösteriyor. İstismarın olduğu hastanede görevli 26 kişi, belki tek tek “vicdansız” değil. Ama hiçbirinin “dur” dememesi, suçun görünmez ortaklığıdır. “Gerçek kötülük, kasıtlı değil, sıradan ve itaatkâr olduğunda en tehlikelidir.”
Bu iki uca sıkışan birey, değersizlik ve suçluluk döngüsünde ya kendini yok eder ya da başkasını yok etmeye yönelir. Eksiğe ve başarısız olana duyulan nefret, mükemmeliyetin faşizmi her yerde görünür olur.
Bu çürümüşlük sadece iktidarda değil. Muhalefet de çoğu zaman aynı dili yeniden üretir: Aidiyet, liyakatin önüne geçer. “Bizden” olanın şiddeti görmezden gelinir. Cinsiyetçilik, ırkçılık, istismar muhalif etiketiyle aklanır. Bu da alternatif olmaktan çok, alternatif sapmalar üretir. Ve halkın kolektif bilincinde şöyle bir travma bırakır: “Kimse gerçekten temiz değil.” Muhalefetin sapkınlaşması: etik erozyon ve patolojik yapılar artık herkesin sapkın yapılar inşa ettiği bir yeniden doğuşa tanıklık ettirir. Freud’un tanımıyla suçluluk, bastırılmış arzularla ilgilidir. Ama günümüz toplumlarında suçluluk artık bir arzu değil, bir çaresizlik-yetersizlik duygusunun sonucu yaşanır.
Bu modern “yetersizlik sendromu”, şiddetin, intiharın, bağımlılığın, sapkınlığın ve pasif nihilizmin temelini oluşturur. Bu yüzden hepimizin bu sapkınlığın bir parçası ve ortağı olduğu bir sistem inşa edildiğinden değişimin ve dönüşümün zorlaştığı, kalıcılaştırılamadığı ve sürdürülebilir yapıların kurulamadığı bir toplumsal dinamik kısır döngü halinde yaşam bulur. Ve bu döngü, yalnızca toplumsal değil, ancak ruhsal bir devrimle kırılabilir. Bu dönüşüm; etik bir yeniden kuruluş, dayanışma odaklı yaşam ve bireyin gerçek anlamda kendiyle temasa geçmesiyle mümkündür. Bu ise başka bir yazının konusudur.