Despotik Emek Rejimleri İçin Pilot Uygulama: Turizmde Haftalık İzin Düzenlenmesi

Erkan Kıdak29 Temmuz 2025

Türkiye’de hükümetin emek politikalarındaki despotik eğilimler her geçen gün etkisini arttırıyor. 14 Temmuz 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan düzenleme, despotik eğilimlere yönelik uygulamalara verilebilecek örneklerden sadece birisi…

Yapılan düzenlemeyle 4857 sayılı İş Kanunu’nun “hafta tatili ücreti” başlığını taşıyan 46. Maddesi’ne şu ibare eklendi:

“…Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından turizm işletmesi belgesi verilen konaklama tesislerinde çalışan işçilerin bu fıkra kapsamında hak kazandığı hafta tatili, işçinin yazılı talebi veya onayı ile hak kazandığı günü takip eden dört gün içinde kullandırılabilir. Bu halde işçinin hak kazandığı hafta tatilinde yaptığı çalışmaların günlük normal çalışma süresi kadarlık kısmı fazla çalışmanın hesabında dikkate alınmaz. İşçi verdiği onayı otuz gün önceden işverene yazılı olarak bildirimde bulunmak kaydıyla geri alabilir.”

Buna göre turizm işletmelerinde çalışan işçiler, hafta tatiline 6 günlük çalışmadan sonra değil, fiilen 10 günlük bir çalışmanın ardından erişebilecekler. Diğer bir ifadeyle turizm işçileri, 10 günlük çalışmanın yorgunluğu karşısında bir gün dinlenebilecekler. Üstelik İş Kanunu’nda yer alan hafta tatili gününde çalışmalarına rağmen, hafta tatili ücreti elde edemeyecekler.

Bu düzenleme, Anayasa’nın 50. Maddesi’nde açık bir şekilde düzenlenen işçinin dinlenme hakkını ortadan kaldırmaktadır. Turizm işçileri için bir haftayı fiilen 7 günden 10 güne yükselten bu kanun değişikliği, Anayasa’ya aykırılık gerekçesiyle derhal Anayasa Mahkemesi’ne taşınmalıdır.

Turizm işçilerini ilgilendiren bir diğer husus da denkleştirme süreleridir. İş Kanunu’nun “çalışma süreleri” başlığını taşıyan 63. Maddesi’ndeki denkleştirme süresi, 2 ay olarak uygulanırken 2016 yılında yapılan değişiklikle birlikte turizm sektöründe bu 4 aya yükseltilmiştir. Böylelikle bu sektördeki işverenlerin, işçileri 4 ay boyunca günde 11 saat çalıştırması mümkün hâle gelmişti.

Turizm işçileri için yapılan her iki düzenleme birlikte değerlendirildiğinde, kuralsız ve kölelik koşullarındaki çalışma biçiminin somut hâliyle karşılaşılıyor. Turizmdeki söz konusu emek sürecini, Burawoy’in emek rejimleri sınıflandırması ekseninde değerlendirdiğimizde, baskının rızaya mutlak bir şekilde üstün geldiği despotik bir emek rejiminin varlığından söz etmek mümkündür[i].

Burawoy, üretim ilişkileri ile üretimde ilişkiler kavramlarını kullanarak üretim siyaseti analizi yapmaktadır. Yaptığı bu analizle, sınıfsal çelişkilerden kaynaklı makro düzlemdeki siyasi ilişkilerin benzerinin üretim noktasında nasıl cereyan ettiğini etnografik bir yöntemle incelemektedir.

Yaptığı analize göre üretim noktasında baskının rızaya üstün geldiği emek rejimleri despotik (patriyarkal, paternalist ve piyasa despotizmi) ve rızanın baskı karşısında üstün geldiği, ama baskının dışlanmadığı emek rejimlerini ise hegemonik emek rejimleri olarak tasnif etmektedir. Sermayenin işçiler üzerindeki zorbalığı, çeşitli araçlarla rasyonalize ettiği emek rejimini ise hegemonik despotizm kavramıyla açıklamaktadır. Hegemonik despotizm, işçilerin hâlen yasalarla korunuyor gibi göründüğü, sendikal örgütlenmenin kağıt üzerinde var olduğu, ancak sendikaların işlevlerini kaybettiği, sermayenin emekle uzlaşmasının yerini emeğin işini kaybetmemek adına sermayeyle uzlaşmak zorunda olduğu bir emek süreci olarak tarif etmek mümkündür[ii]. Son tahlilde “üretim sürecini yürütenler” ile “sürecin kendi adına yürütüldüğü kişiler arasında” uzlaşmaz bir çelişki bulunmaktadır[iii]. Emek rejimleri sınıflandırması çerçevesinde, içinde bulunduğumuz çağda hegemonik despotizm yaygın bir biçimde kabul görmektedir.

Türkiye’de son dönemde turizm sektörü başta olmak üzere, çeşitli sektörlerde yapılan ve yapılması planlanan düzenlemelere bakıldığında ise hegemonik despotizm yerine piyasa despotizminin daha ağır bastığı bir emek rejiminden söz etmek mümkündür. Turizm işçilerinin artık yasalarla bile doğrudan korunamaması, çalışma koşullarının Anayasa, temel insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler, kanunlar ve insani ilkeler ekseninde dahi ağırlaştırılması, örgütlenmenin kağıt üzerinde dahi var olamaması gibi birçok etmen bu önermeyi desteklemektedir.

Kayıt dışı çalışmanın ve örgütsüzlüğün en yoğun olduğu turizm sektörü, günümüzde piyasa despotizminin kontrolü altındadır. Sermaye, ondokuzuncu yüzyıldaki çalışma koşullarına benzer uygulamalara, turizm sektöründe yeniden başlamaktadır. Piyasa despotizmi koşullarını ortaya koymaya yönelik birçok örnek vaka mevcuttur. Örneğin, kayıt dışı göçmen emeğinin yoğun bir şekilde kullanılmasına yönelik uygulamalar, bu sektörde geçmişten bugüne varlık göstermektedir. İşçilerin telefonlarına el konulması, hafta tatilinin iptal edilmesi, her türlü psikolojik ve ekonomik şiddet bu sektörün doğasına işlemiş vaziyettedir[iv].

Bir başka emek süreci teorisyeni olan Edwards’ın emek denetimine ilişkin değerlendirme yapıldığında, işletmelerin kurumsallaşmaması ve bürokratik denetim usullerinin sağlanmaması ve hiyerarşik denetim zincirinin bulunması gibi nedenlerle turizmde basit denetim olgusundan bahsetmek mümkündür[v]. Emek denetiminin basit niteliğe sahip olması da despotik emek rejimlerinin özelliklerine paraleldir.

Turizm sektöründe yapılan düzenlemelerle birlikte gelmekte olan yeni tehlikeyse, piyasa despotizminin mutlak bir şekilde diğer sektörlerde de varlık göstermesidir. Sermaye artı değer sömürüsünün gizlenmesine dahi gerek duymayan bir yapıya bürünmüştür. Freelance çalışma biçimlerinin çeşitli sektörlerde yayılması, iş sözleşmesiyle çalışmanın yerini “sahte kendi hesabına çalışmanın” alması[vi], geçici iş ilişkisiyle istihdamın sağlanması gibi birçok uygulama, artı değer sömürüsünün alenen yapıldığını gösteren örnekler arasında yer almaktadır.

Posta ve kurye hizmetlerinde, özde bağımlılık statüsünün var olmasına rağmen, kuryelerin sözde kendi hesabına çalışmasını içeren “esnaf kurye modeli”, sermayenin artı değer sömürüsünün görünmesini gizlemekten vazgeçtiğini gösteren kanıtlar arasında yer almaktadır[vii]. İş Kanunu’nun 7. Maddesi’ne 2016 yılında eklenen geçici iş ilişkisi yöntemiyle, ardiye ve antrepo gibi işkolları başta olmak üzere birçok işkolunda özel istihdam büroları aracılığıyla geçici işçi temin edilmesi de bir başka çarpıcı örnektir.

Bahsi geçen örnekler ve burada uzun uzun listelemenin mümkün olmadığı tüm diğer örnekler, üretimde ilişkilerde piyasa despotizminin ana eğilim olduğunu göstermektedir. Turizm işkolunda yapılan son değişikliğin esas anlamıysa, bu eğilimin tüm işkollarına taşınması açısından bir pilot uygulama niteliği taşımasıdır. İşçi sınıfının çalışma şartlarını kolaylaştırmak ve çalışma sürelerini kısaltmak doğrultusundaki beklentilerinin aksine, Türkiye’de bu koşullar her geçen gün ağırlaşmaktadır.

Turizm işletmelerinde çalışanların bugün karşı karşıya kaldığı 10 günlük iş haftası ve 11 saatlik işgünü uygulaması, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda diğer sektörlere de sıçrayacaktır. Sermayenin ucuz işgücü ve uzun çalışma süreleri doğrultusundaki mutlak artı değeri arttırma stratejisi, posta ve kurye hizmetlerinde olduğu gibi birçok eğreti çalışma modelinde somut hâl almaktadır.

Emek yoğun sektörler başta olmak üzere birçok işkolunda iş haftasının ve işgününün uzatılması yakın bir dönemde gündeme gelecektir. Bu nedenle, turizm sektöründe yapılan düzenlemeyi bir prova olarak ele almak mümkündür[viii].

Küresel ticari rekabette elverişli koşullar elde etmeyi amaçlayan sermayenin tek yolu işgücü maliyetlerini azaltmaktır. Lise çağındaki çocukların, MESEM Programı kapsamında “uygulamalı eğitim” adı altında ucuz ve hatta bedava işgücü olarak değerlendirilmesi de bunun bir göstergesidir[ix].

İktidarın çizdiği olumsuz tablo karşısında işçi sınıfı açısından tek bir yol bulunuyor. Pilot uygulama veya prova niteliği taşıyan her ne uygulama olursa olsun örgütlü ve kitlesel bir mücadele gerekiyor. Aksi takdirde bugün karşı karşıya olduğumuz turizm işkolundaki 10 günlük iş haftası, sahte kendi hesabına çalışma yöntemleriyle artı değer sömürüsüne alenen el koyma biçimleri ve MESEM gibi insanlık dışı uygulamalar, işçi sınıfına yaşam olanağı vermemeye devam edecektir.

[i] Burawoy, M. (1985), The Politics of Production: Factory Regimes Under Capitalism and Socialism, Verso.
[ii] Özuğurlu, M. (2008), Anadolu’da Küresel Fabrika’nın Doğuşu, Kalkedon Yayınları.
[iii] Braverman, H. (2008), Emek ve Tekelci Sermaye Yirminci Yüzyılda Çalışmanın Değersizleştirilmesi (çev. Çiğdem Çidamlı), Kalkedon Yayınları.
[iv] Kiril, İ. (2020), Emek Sürecinde Cinsiyet Olgusu: Antalya Turizm Sektörüne Dair Bir Çözümleme, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
[v] Edwards, R. C. (1979), Contested Terrain: The Transformation of the Workplace in the Twentieth Century, London: Heinemann.
[vi] Bağımlılık unsurunu üzerinde taşımasına rağmen, iş sözleşmesiyle istihdam edilmeyen ve formel olarak kendi hesabına çalışan statüsünde yer alan işgücünü ifade eder. ILO’nun ISCE-93 isimli istihdam statüsü sınıflandırılmasında yer almayan bu kesim, istihdam statülerinin gri alanında bulunmakta olup işçilerin sahip olduğu haklardan tabi oldukları yasalar gereği faydalanamamaktadır.
[vii] Kıdak, E. (2021), Kargo Taşımacılığında Kendi Hesabına Çalışma Aldatmacası: Esnaf Kurye Modeli, TÜMTİS Yayınları.
[viii] Nefes Gazetesi (21 Temmuz 2025),  10+1 kölelik düzeni yayılır: https://www.nefes.com.tr/101-kolelik-duzeni-yayilir-49550.
[ix] Bianet (12 Haziran 2025), Eğitim almayan emek veren çocuklar: MESEM gerçekliği: https://bianet.org/haber/egitim-almayan-emek-veren-cocuklar-mesem-gercekligi-308317.