Kapitalist üretim biçimini var eden ve ayakta tutan temel dinamiklerden biri, işçi sınıfının sistematik biçimde mülksüzleştirilmesidir. Marx’a göre, 16. yüzyılın başlarından itibaren, topraklarından sürülen, üretim ve yaşam araçlarına el konulan bağımsız üreticiler olmaksızın modern proletaryanın, Kapital’deki deyişle, “yersiz yurtsuz” sınıfın, oluşumu mümkün değildi. Ancak burjuvazi, yalnızca üretim araçlarını değil, çok daha fazlasını gasp etmiştir. Egemen sınıf, kapitalist üretim ilişkilerinin savunusunu ve sürekliliğini bir varlık meselesi haline getirmişken, emekçi halkları yalnızca mülklerinden değil, varoluşsal imkânlarından da mahrum bırakmıştır. Sayısız şeyin yanı sıra, halkın sistematik olarak mahrum bırakıldığı, dışlandığı bir başka gerçek daha vardır ki, bu gerçek, ağır sömürü koşulları altında yaşamını neredeyse aralıksız çalışarak sürdürmek zorunda kalan, tatili bırak, artık boş zamanın ne olduğunu dahi bilmeyen, egemen sınıfın ideolojisinin kuşattığı gündelik hayatın sınırlarına mahkûm edilmiş işçi sınıfının geniş kesimleri tarafından çoğu zaman doğrudan görülemez haldedir: Bu düzenin, işçilere —onların ayrılmaz bileşenleri olan kadınlara, LGBT+ bireylere, azınlıklara ve bu sınıfa dahil olmasalar da aynı dünyanın çilesini paylaşan hayvanlara ve doğaya— ait bir devlet sunmadığı; aksine onları bu devletin tüm karar mekanizmalarından sistemli biçimde dışladığı, onları devletsizleştirdiği gerçeği.
İşçi ve emekçilerin bir devleti olmamasından kasıt nedir? Ortada de facto herhangi bir devletin olmadığı mıdır? Hayır; kısaca, ortada elbette bir devletin olduğu, ama bu devletin, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi sınıfın tarafında değil de, bir avuç zenginin ve patronun, yani kapitalistlerin tarafında saf tuttuğu bir devletin var olduğu demektir. Nitekim Can Soyer’in de dediği gibi:
“Sokaklarımızın temizliğinden olduğu kadar oralarda güvenle gezebilmemizden de; çocuklarımızın okula gidebilmesinden olduğu kadar sınıfta açlıktan bayılmamasından da; yaşlılarımızın sağlık hizmetine erişiminden olduğu kadar kira terörü yüzünden evinden atılmamasından da sorumlu; hiçbir özel, ayrıcalıklı, ‘extra’ talep sayılamayacak ama her bir yurttaşın yurttaş olmaktan kaynaklanan en temel, en genel, ‘basic’ haklarını ve ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü; ve tüm bunlar için az çok genel kabul görmüş toplumsal ve kültürel normlara dayanan kurallara sahip, nasıl davranacağı ve davranmayacağı bağıtlanmış, tahmin edilebilir, öngörülebilir bir kurumsallık olarak devlet yoktur artık.”[1]
Marksist-Leninist teorinin devletin tarihsel doğuşunu ve gelişimini çözümlerken uzun zaman önce ortaya koyduğu bu hakikatin —devletin onu elinde tutan egemen sınıfın, burjuvazinin, bir baskı aygıtı olduğu, yani proletaryanın bir devleti olmaması halinin—,[2] 2025 Temmuz’unda, sokakta ve kamera önlerinde sosyalistler tarafından[3] dile getirilmeye başlanması şaşırtıcı görünmüş olabilir. Elbette kimse proletaryanın devletsizliğini; devletin, onu elinde tutan egemen sınıfın karakterini taşıdığını yeni keşfetmiş değil. Eğer böyle sanan varsa, ya söyleneni hiç dinlememiş, ya da yanlış anlamayı tercih etmiştir. Halbuki bu vurgunun sebebi, Türkiye’de, ama aynı zamanda dünyanın çoğu yerinde kapitalist devletin, emekçi halklar, kadınlar, LGBT+lar, doğa ve doğada yaşayan canlılarla sermayenin çıkarları karşı karşıya geldiğinde, istisnasız sermayenin, zenginin ve patronların tarafında saf tutması ve ama daha da önemlisi, bu saf tutuşunu gizlemeyi bırakalım, ona herhangi bir kılıf uydurmak için bile pek uğraş vermemesidir. Halkın devletle ilişkisinin, vergiler, zamlar, hapishaneler ve baskılar dışında metafiziksel bir ilişkiden öteye gidemediği bu zamanlarda, devletin kimin tarafında olduğu gerçeğini fırsat bulunduğu yerde haykırıp, tekrar etmek, halka anlaşılabilir bir dil kullanarak teşhir etmek de, sosyalistlerin başlıca görevlerinden biridir.
Devletin yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada sermayenin yanında saf tuttuğunu gizleme gereği duymadığı bir döneme daha girdik. 7 Ekim 2023’ten itibaren dünya sahnesi, kapitalist ve emperyalist çelişkilerin tüm çıplaklığıyla ardı ardına patladığı ve patlamaya da devam ettiği, tarihin adeta canlı yayınlanan ilk soykırımıyla açılan bir kırılma noktasının eşiğine gelmiş olabilir. “En basit mali reform, en sıradan liberalizm, en resmi cumhuriyetçilik, en düz demokrasi”[4] taleplerine bile tahammülü olmayan, eğitim ve sağlık gibi alanlardan kısıtlamalara giderek halktan aldıklarını silahlara, savaşlara yatıran neoliberal düzen aktörleri, İsrail’in Gazze’deki soykırımı, Suriye’nin yıllardır süren emperyalist paylaşım savaşında adeta açık artırmaya çıkarılması, İran’a karşı yürütülmesi planlanan yeni bir savaşın sinyalleri, Ukrayna’daki çatışmanın NATO eliyle adeta sonsuzlaştırılmaya çalışılması ve Çin’e karşı Tayvan üzerinden örülmeye çalışılan kuşatma zinciri vesaire vesaire; kısacası Orta Doğu, Doğu Avrupa ve Uzak Doğu’nun aralarında yeniden paylaşımını harıl harıl planlamakla meşguller. Tüm bu emperyalistler girdikleri ya da girmek üzere oldukları mücadelelerin ne kadar hayati bir önem taşıdıklarının bilincinde; kazandıkları takdirde zenginliklerine zenginlik, kaybettikleri takdirde ise ellerindeki her şeyi kaybedebileceklerinin farkındalar. Tüm bu gelişmeler, emperyalist-kapitalist düzenin, egemenliğini tarihin akışına zıt bir şekilde “ebedi” kılma uğraşında önceliğini ve ağırlığını, zor kullanarak tesis etmeye verdiği bir uğrağa yeniden girdiğinin kimi açık göstergeleri. Burjuva devletler, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir süreliğine de olsa iç ve dış sebeplerden dolayı takmak zorunda kaldıkları “liberal”, sosyal demokrat” ya da buna benzer halkı düşündükleri izlenimi veren maskelerini artık neredeyse tamamen bir kenara fırlatmış durumdalar; devletin resmi anlatılarına karşı konuşan, fikir beyan eden yurttaşları susturmak, örgütlenenleri bastırmak, haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı direnenleri ezmek dışında bir dertleri kalmamış görünüyor. Savaşlar, katliamlar, soykırımlar, doğanın yanıyor ve adeta gözümüzün önünde yok oluyor oluşu, neredeyse günlük işlenen kadın cinayetleri, eşi benzeri görülmemiş bölüşüm şokları ve çok daha fazlası… Bunlarla mücadele, kapitalist devletlerin önceliği değil.
Lenin’in 1910 yılının sonunda, Pannekoek’in bir önceki yıl yazdığı “Die taktischen Differenzen in der Arbeiterbewegung” [İşçi Hareketi İçindeki Taktiksel Farklılıklar] isimli yazısında vardığı sonuçları yaygınlaştırmak amacıyla kaleme aldığı “Avrupa İşçi Hareketi İçindeki Farklılıklar” başlıklı makalesinde, burjuvazinin yönetici sınıf konumunda olduğu tüm ülkelerde, bu sınıfın, çıkarlarını ve egemenliğini korumak amacıyla, değişen koşullara göre iki taktik benimsediğini ya da gerektiğinde bu iki taktiğin birbiri içine geçtiği bir çeşidini uygulamaya koyduğunu okuruz. Pannekoek’e göre, “muhafazakâr” ve “liberal” olarak adlandırılan bu iki metottan ilki hiçbir reforma tahammülün olmadığı, tüm düzenin devamlılığının öncelik olduğu, işçi sınıfına karşı açık şiddete başvurmaktan çekinilmediği bir yöntem anlamına gelirken; ikincisi, reformların ve tavizlerin verildiği ana denk düşmektedir denmektedir.[5] Mutatis mutandis, bu tanımlamanın bugün de geçerli olduğu söyleyebiliriz. Ancak şöyle bir güncellemeye de ihtiyaç vardır ki, “muhafazakâr” metodun içerik tanımı, 1909-1910 yıllarındaki dünya için yeterli olsa da, günümüzde yetersiz kalmaktadır. Çünkü bugün deneyimlediğimiz “muhafazakâr” metot, salt bir eldekini muhafaza etme arzusu değildir artık; burjuva devletler hem kendi ülkelerindeki halklardan, hem de iktidarlarını düşman belledikleri halklardan daha fazlasını, zora başvurarak gasp etme, yağmalama isteği göstermektedirler. Bu isteklerini gerçekleştirirken de üzerini örtmeye gerek duymamaktadırlar. Marx’ın Louis Bonaparte için söylediği gibi: “Artık, altında çehresini gizleyebildiği hafif bir peçeyi değil, kendi yüz hatlarını sergilemesini engelleyen demirden maskeyi fırlatıp attı.”[6] Bugünün kapitalist devletleri de, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra bir süre altında çehresini gizlemesine yardımcı olan “liberal”, “sosyal demokrat” peçesini işçi sınıfı hareketlerinin gerilemesi, SSCB’nin dağılması ve başka gelişmeler ile adım adım bir kenara attıktan sonra, geldiğimiz noktada, sınıflar üzerinde, tarafsız, uzlaştırıcı, akılcı olduğu illüzyonunu yaratan “demirden maske”sini geçmişte de ihtiyaç duymadığı vakitlerde yaptığı gibi, şimdi uygun gördüğü üzere, bir kez daha fırlatıp atmıştır.
Peki burjuva devletin bu sefer ki maskesini fırlatıp atışında, gerçekten içeriksel bir dönüşüm mü söz konusudur, yoksa tarihsel olarak işçi sınıfına hiç ait olmamış olan bu aygıt, yalnızca onu daha en başından dışlayan ve nesnel olarak devletsizleştiren niteliğini mi giderek daha şiddetli bir şekilde açığa vurmaktadır? Yani işçi sınıfının devletsizleştirilmesinin tamamlanma sürecinin bir göstergesi midir? Bu soruya burjuva devlet teorisinin tarihsel gelişimine, bu teorinin yurttaşlarda uyandırmaya ve böylece bağlılıklarını kazanmaya çalıştığı “yanlış bilinç” ve pratikteki gerçeklere bakarak cevap bulabiliriz. Daha sonra, bu “yanlış bilincin” sosyalistler tarafından teşhirinin, emekçi halkta uyandıracağı utanç ve proleter öfke ile, kendi devletinin kurucu öznesi olmasını sağlayacak, ona yurt hakkı tanıyacak işçi ve emekçi devletin oluşumu mücadelesinde taşıdığı önemin altını çizebiliriz.
Burjuva Devletin Teorisi ve Pratiği: “Akılcı Devlet”ten Çıplak Egemenliğe
Burjuva devlet kuramı, devleti tarihsel ve sınıfsal bağlamından kopartarak, onu evrensel, akılcı, tarafsız ve sınıflar üstü bir “hakem” olarak sunar. Bu kuramın temel işlevi, devletin üretim ilişkilerinden türeyen sınıfsal özünü görünmez kılmak, tarihsel olarak koşullanmış yapısını inkâr ederek onu sanki toplumsal evrimin nihai ve zorunlu sonucuymuş gibi meşrulaştırmaktır. Böylelikle burjuva devleti, tarihin doruk noktası ve insan aklının tezahürü olarak ideolojik bir biçimde meşruiyet kazanır.
Burjuva devlet düşüncesinin gelişimi, esasen iki tarihsel evrede biçimlenmiştir. İlk evre, burjuvazinin feodal düzene karşı yükselişiyle ve kapitalist üretim tarzının inşasıyla doğrudan bağlantılıdır. İkinci evre ise, burjuva sınıf egemenliğinin çözülmeye başladığı, dolayısıyla burjuva ideolojisinin de bütünsel bir krize sürüklendiği dönemi yansıtır.
Burjuvazinin devrimci döneminde ortaya çıkan ilk devlet kuramları, feodalizmin ideolojik ve siyasal çözülmesini kolaylaştırmak üzere şekillenmişti. Bu kuramlar, toplumsal ve siyasal olgulara tarihsel bir perspektiften yaklaşarak, mevcut düzenin yerine daha “akılcı”, “doğal” ve “adil” bir toplum ve devlet biçimini koymayı amaçlıyordu. 17. yüzyılın ortalarında Hollanda ve İngiltere’de gerçekleşen ilk burjuva devrimleri bağlamında Grotius, Hobbes ve Locke gibi düşünürler, doğa hukuku (Naturrechtstheorie) ya da akıl hukuku (Vernunftrechtstheorie) çerçevesinde, eksik ve irrasyonel feodal toplumun yerini, bireyin doğasından ve aklından türetilen yeni bir düzenin alması gerektiğini ileri sürdüler.
Grotius, insanlığın ilk çağlarına ait mutlak bir doğa hukukunun tarihsel süreçte unutulmuş olduğunu savunurken; Hobbes, doğa durumunu herkesin herkesle savaş içinde olduğu bir kaos olarak tanımlıyor ve bu durumun ancak akıl temelinde inşa edilmiş bir toplumsal sözleşme ve devlet ile aşılabileceğini öne sürüyordu. Bu düşünce geleneğinde tarih, doğa durumundan akılcı devlete doğru evrilen çizgisel bir ilerleme süreci olarak kavranıyordu.
Fransız Devrimi’nin ardından bu doğa hukuku geleneği, Almanya’da Kant, Fichte ve Hegel’in felsefelerinde yeniden biçimlendirildi. Kant’a göre doğa durumu, hukuksuzluk durumudur; bu durum ancak bireylerin bir hukuk devletinde birleşmeleriyle aşılabilir. Fichte, doğa hukuku ile mevcut devlet arasındaki çelişkiyi çözmek için devrim hakkını savunuyordu; “akılcı devlet”e geçişi zorunlu bir tarihsel adım olarak yorumluyordu. Hegel ise daha ileri giderek, tarihin nihai yöneliminin “akılcı devlet” olduğunu, bu devletin halk ruhunun (Volksgeist) kurumsal ifadesi olduğunu iddia ediyordu.
- ve 18. yüzyıldaki doğa hukuku teorileri, yükselen burjuvazinin ideolojik-siyasal gereksinimlerine tam karşılık veriyordu. Feodal düzenin insan doğasına aykırı olduğu ve insanın devredilemez haklarıyla çeliştiği savunuluyor, bu temel üzerinden burjuvazinin sınıf çıkarlarını ifade eden bir toplumsal düzenin inşası meşrulaştırılıyordu. Her ne kadar bu kuramlar, mevcut sınıf çelişkilerinin boyutuna göre kısmen uzlaştırıcı unsurlar taşısalar da, feodal egemenliğe karşı ideolojik mücadelede burjuvazinin elini güçlendiriyor, onun tarihsel rolünü teorik zemine oturtuyorlardı.
Elbette bu düşünceler tarihsel ve sınıfsal olarak sınırlıydı: “Akılcı toplum” burjuva toplumundan, “akılcı devlet” de burjuva devletinden başka bir şey ifade etmiyordu. Yine de bu dönemde devletin ve toplumun tarihsellik üzerinden anlaşılması, düşünce tarihinde önemli bir ilerlemeydi.
Ancak burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirip kendi sınıf egemenliğini pekiştirdikten sonra, feodalizme karşı mücadelede kullandığı o dönem için ilerici devlet kuramlarını terk etti. Yükseliş döneminde, toplumsal yapının ve devletin oluşum yasalarını anlamaya çalışan burjuvazi, artık kurulu düzenin, yani kapitalist üretim tarzının, “sonsuzluğu”nu savunmakla yükümlüydü. Bu noktadan sonra burjuva ideolojisi, toplumsal ilerlemeyi teşvik eden değil; tersine, kapitalist ilişkilerin ve siyasal tahakküm biçimlerinin korunmasını önceleyen bir tutum almaya başladı.
Bu dönüşüm, ideolojik düzlemde de belirginleşti. Burjuva devrimler döneminin ilerici düşünce kalıpları yerini, mevcut düzene dokunulmazlık atfeden pozitivist ve biçimci anlayışlara bıraktı. Devlet, artık tarihsel, geçici bir olgu değil; ebedi ve zorunlu bir yapı olarak yeniden tanımlandı. Bu ideolojik gerileme, daha 1830’lardan itibaren burjuva düşüncesinde ve onun “su geçirmez” devlet kuramında genel bir krizi tetikledi: Devleti “sınıflar üstü” olarak kavrayan çizgi zayıflarken, onun, burjuvanın elinde, emekçi halklar üzerinde egemenliklerini korumak için kullandıkları bir zor aygıtı olduğu gerçeği net bir şekilde ayyuka çıkmaya başladı.
Bunun o tarihlerdeki en somut örneği, Fransa’da, 1848 Şubat Devrimi ve onu takip eden Louis Bonaparte’ın yükseliş dönemine denk gelmektedir. Teoride sınıflar üzeri bir konum alan, sınıfları uzlaştırıcı tutumuyla “toplumsal barışı” ve “kamu güvenliğini” garanti altına alacağı şeklinde burjuva düşünürlerce servis edilen burjuva devleti, ne zaman ki işçi sınıfı özne durumuna yükseldiğini göstermiş, “akılcı” burjuva devleti bu sınıfı hemen dışlamaya, ezmeye girişmiştir.
1848 Haziran İşçi Ayaklanması’nın yenilgisi bu anlamda tarihsel bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu yenilgi sadece burjuva cumhuriyetinin kurulabileceği zemini düzlemekle kalmamış; aynı zamanda Avrupa’da artık mücadelenin “Cumhuriyet mi Monarşi mi?” gibi biçimsel bir tartışmanın ötesine geçtiğini göstermiştir. Marx, bu süreci şöyle ifade eder:
“Haziran Ayaklanmacılarının yenilgisi, burjuva cumhuriyetinin kurulabileceği, inşa edilebileceği zemini hazırlamıştı; fakat aynı zamanda Avrupa’da artık meselenin yalnızca ‘Cumhuriyet mi Monarşi mi?’ sorusu olmadığını da açığa çıkarmıştı. Bu yenilgi, burjuva cumhuriyetinin burada başka sınıflar üzerindeki bir sınıfın sınır tanımayan despotizmi anlamına geldiğini gözler önüne serdi.”[7]
Haziran günlerinde, işçi sınıfına karşı verilen bu “toplumsal kurtuluş” savaşında, tüm sınıflar ve partiler, proletaryayı, anarşinin, sosyalizmin, komünizmin partisi olarak damgalayarak, bir araya gelmiş ve ona karşı “düzen cephesi”ni kurmuştu. Eski toplumun kutsal sloganları olan “mülkiyet, aile, din, düzen” yeniden dolaşıma sokulmuş ve karşıdevrimci haçlı seferine şu slogan verilmişti:
“Toplumu, ‘toplumun düşmanlarına’ karşı kurtardılar. Eski toplumun parolaları olan ‘mülkiyet, aile, din, düzen’i ordularına slogan olarak dağıttılar ve karşıdevrimci haçlı seferine şu çağrıyı yaptılar: ‘Zaferi, bu işaret altında kazanacaksın!’”[8]
Cumhuriyetin doğuşu, işçi sınıfının dışlanması pahasına gerçekleşmişti. Ulusal Meclis’in Yürütme Komisyonundan sosyalist unsurlar derhal tasfiye edilirken, Haziran Ayaklanması’nın patlak vermesi National gazetesi çevresindeki burjuva cumhuriyetçileri için fırsat olmuş, sadece yürütme organı değil, onun içindeki küçük burjuva demokratları da tasfiye edilmişti. Haziran muharebesini komuta eden General Cavaignac, bu tasfiye operasyonunun ardından yürütme yetkilerini neredeyse diktatörce biçimde devralmıştı:
“Haziran muharebesini yöneten burjuva-cumhuriyetçi partinin generali Cavaignac, Yürütme Komisyonunun yerini bir tür diktatörlük yetkisiyle aldı.”[9]
Ancak benzer bir tasfiye, cumhuriyetçi burjuvazi tüm rakiplerini sahadan sürmek ve tartışmasız egemenliğini kurmak istediğinden, bir yıl sonra küçük burjuva demokratlara karşı da işletilecekti. 1849 yasama dönemi başladığında, artık zayıflamış ve karakteri değişmiş olan Montagne (ki çoğunluğu küçük burjuva temsilcilerden oluşuyordu) yine de düzenin hedefindeydi. Burjuvazi, devrimci proletaryanın özne olmasını nasıl engellediyse, küçük burjuva demokratları da aynı kararlılıkla tasfiye etmeye yönelmişti. Ama bu kez mücadele, sokakta değil parlamentonun bizzat içinde yürütülecekti:
“Burjuvazi, tıpkı bir yıl önce devrimci proletaryayı tasfiye etme gereğini nasıl idrak ettiyse, şimdi de demokratik küçük burjuvaziyi tasfiye etmenin zorunluluğunu hissediyordu. Ancak karşı tarafın durumu farklıydı: Proletarya partisinin gücü sokaktaydı, küçük burjuvazinin gücü ise Ulusal Meclis’in bizzat içindeydi. O halde yapılması gereken, onu Meclis’ten sokağa çekmek ve henüz zaman ve fırsat bulup kendini pekiştiremeden kendi elleriyle parlamentodaki gücünü kırmaya zorlamaktı. Montagne, gemi azıya alarak bu tuzağa at sürdü.”[10]
Haziran 1849’da Fransız orduları, anayasal yetkileri olmaksızın Roma’yı bombaladığında, Montagne, anayasanın çiğnendiğini ilan etmiş ve Bonaparte ile bakanlarını protesto etmek üzere sokağa inmişti. Ancak bu barışçıl protesto, Montagne’ın yok edilmesine ve karşılığında hem düzen partisinin hem de Louis Bonaparte’ın otoritesinin güçlenmesine neden olmuştu.
Marx, 13 Haziran’ın sonucunu şöyle özetler:
“Düzen partisi, yalnızca Montagne’ı ezmekle kalmadı; aynı zamanda, Anayasa’nın, Ulusal Meclis’teki çoğunluğun kararlarına tabi kılınmasını da kabul ettirdi. Cumhuriyetin anlamı buydu: Burjuvazinin burada parlamenter biçimler içinde hükmetmesi, ama monarşide olduğu gibi yürütmenin vetosu ya da parlamentonun feshedilmesi gibi bir sınıra çarpmaksızın. İşte Thiers’in adlandırdığı biçimiyle ‘parlamenter cumhuriyet’ buydu.”[11]
Ancak halk buna rağmen teslim olmadı. Yeni Montagne’ın tasfiyesiyle boşalan koltuklar için 10 Mart 1850’de yapılan ara seçimlerde, halk yeniden sosyalist adayları meclise taşımaya cüret ettiğinde, burjuvazi bu iradeyi hemen bastırma yoluna gitti. Bonaparte ve bakanlar, genel oy hakkını ilga etmeye dönük bir yasa hazırladı. Çünkü işçi sınıfının siyasette görünürlüğü, burjuva egemenliğiyle temelden çelişiyordu:
“10 Mart’ta, genel oy hakkı doğrudan burjuvazinin egemenliğine karşı konumlandı; burjuvazi de genel oy hakkını aforoz ederek yanıt verdi.”[12]
İşte burjuva cumhuriyetinin sınıfsız, tarafsız ya da akılcı bir devlet biçimi olduğu yalanı, emekçi halkın, proletaryanın bir devleti olmadığı gerçeği, yalnızca bu tarihsel kesitte değil, kapitalist devletin tüm varoluşunda ifşa olmaktadır: Devlet, sınıf mücadelesinin tarihsel bir ürünüdür; küçük bir sömürücü azınlığın geniş emekçi yığınlar üzerindeki egemenliğidir. Her biri, mülkiyetin ve tahakkümün siyasal biçimi olarak ortaya çıkmış, halktan kopmuş ve ona yabancılaşmıştır. Temel işlevleri halkı bastırmak, tüm muhalefeti ezmek ve dış düşmanlara karşı saldırganlık üretmektir. Farklı biçimlerde (monarşi, oligarşi, parlamenter cumhuriyet, faşist diktatörlük vd.) var olabilirler; ancak içerikleri aynıdır: sömürücü sınıf egemenliğini örgütleme aracı. Bu biçimlere, burjuva devletin çeşitli Momentleri de diyebiliriz. 1848-51 Fransa’sında yaşananlar, bu gerçekliğin en keskin tarihsel laboratuvarlarından biri olmuştur. Kısacası, Lenin’in burjuva devlete dair çözümlemesinde tekrar tekrar altını çizdiği gibi:
“Devlet, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının ürünü ve ifadesidir. Devlet, sınıflarının nesnel olarak uzlaşamayacağı yerlerde, zamanlarda ve ölçülerde ortaya çıkar. Ve bunun tersi de geçerlidir; devletin varlığı, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmaz olduğunu kanıtlar.”[13]
Sosyal Devlet Miti ve Devletsizleştirilmenin Derinleşmesi
Kapitalist devletin “sosyal devlet” dönemi ise bir sapmadan değil, zorunlu bir taktiksel manevradan ibaretti. Neoliberal çağda artık bu manevraya bile gerek duyulmaması, kapitalizmin küresel ölçekte elde ettiği sınıfsal üstünlüğün ve işçi sınıfının devletsizleştirilmesinin tamamlanma sürecinin göstergesidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batı kapitalizminin sosyal devlet uygulamalarına yönelmesinin ardında, salt içsel iyileşme arzusu değil, tarihsel bir zorunluluk yatıyordu. Bu zorunluluğun iki temel kaynağı vardı: Biri Sovyetler Birliği’nin varlığı ve sosyalizmin dünya genelinde somut bir alternatif olarak yükselişi; diğeri ise Avrupa ve Amerika’daki güçlü ve örgütlü işçi hareketleriydi. Kapitalizm, kendi iç çelişkilerinin ürünü olan bu tarihsel basınç karşısında bir “ödün verme rejimi” yaratmak zorunda kaldı. Sosyal güvenlik sistemleri, kamusal sağlık ve eğitim hizmetleri, iş güvenceleri gibi uygulamalar, sermayenin lütfuyla değil, devrim tehdidinin ve militan sınıf mücadelesinin doğrudan sonucu ve kazanımlarıydı.
Ancak bu dengenin kırılması uzun sürmedi. 1980’lerde Sovyetler Birliği’nin çözülmeye başlaması ve küresel işçi hareketinin geriletilmesiyle birlikte kapitalizm üzerindeki basınç azaldı. Tarih sahnesinden çekilen yalnızca bir ülke değil, aynı zamanda burjuvazinin takınmak zorunda kaldığı sosyal demokrat maske de oldu. Neoliberal saldırı dalgası bu ideolojik boşlukta kök saldı. Reagan ve Thatcher gibi figürlerle somutlaşan bu dönem, sermayeye hiçbir sınır tanımayan, emeği her alanda gerileten ve devleti salt sermayeyi koruyan bir aygıta dönüştüren karşıdevrimci bir yeniden yapılanma evresiydi.
Bu dönüşümle birlikte, “sosyal devlet” miti de çözülmeye; devletin kimin hangi sınıfın devleti olduğu üzeri istense bile örtülemez bir şekilde ayyuka çıkmaya başladı. Devletin, tüm toplumu temsil eden, yurttaşlarına eşit hizmet götüren tarafsız bir organizma olduğu fikri, her yeni krizde daha da çürüdü. Pandemi, depremler, ekonomik çöküşler gibi büyük toplumsal felaketlerde devletin önceliğinin halk değil, sermaye olduğu çıplak biçimde ortaya çıktı. Milyonlarca insan işini, sağlığını, konutunu kaybederken; devletler şirketleri kurtarmak, bankaları desteklemek, polis sayısını ve gücünü artırmak ve “toplumsal barışı” muhafaza etmekle meşguldü. Halk, yalnız bırakıldı. Sınıf olarak örgütsüzleştirilmiş ve atomize edilmiş işçiler, sağlık hizmeti hatta en temel gıdalara erişim bulamazken; sermaye sınıfı devleti bir “siper” olarak kullanmaya devam etti.
Devlet, Can Soyer’in de vurguladığı gibi “yurttaşın hakları, huzuru ve güvenliği karşısında bir yokluktur artık; varlığını yokluk kipinde sürdüren bir makinedir. Bu makine sadece şiddete başvurmak gerektiğine karar verdiğinde görünür olur; görünürlüğünü polis copu, bekçi tacizi, sivil linç taburları, mahkemeler, olağanüstü hal kararları, emek düşmanlığını, kadın düşmanlığını, doğa düşmanlığını köpürten vaazlar, yazlık, kışlık, avlık saraylar, lüks ve şatafatın esirgenmediği şovlarla sergiler.”[14] Devletin bu asimetrik varlık-yokluk hali, devletin artık evrensel değil, sınıfsal karakterini gizleme zahmetine bile katlanmadığını göstermektedir.
Bu çöküşün kökeni ise daha derinlerde yatmaktadır. Burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirip egemen sınıf haline geldikten sonra, “tarihsel akıl” ve “ilerleme” söyleminden hızla vazgeçti. Devlet artık ilerlemenin değil, düzenin koruyucusu olmalıydı. Pozitivist ve biçimselci devlet kuramları da bu işlevi meşrulaştırmak için geliştirildi. Carl Schmitt gibi faşist kuramcılar bu dönüşümün teorik temelini atarak yeni bir devlet fikrini savundular: Yasanın yerini Führer’in iradesi aldı, devlet bireyin bile üzerinde konumlandırıldı. Bugün bu anlayış, sadece aşırı sağ rejimlerde değil, “liberal” devlet biçimlerinde bile örtük, yarı-örtük biçimlerde hüküm sürmektedir.
Burjuva devletin bu evrimi, kapitalizmin kriz evreleriyle diyalektik bir ilişki içinde gelişmiştir. Sermaye sınıfı krizleri fırsata çevirirken, devletin baskı karakteri belirginleşmiş; işçi sınıfının siyasal temsil araçlarına erişimi ortadan kaldırılmıştır. Devlet, yalnızca sömürü ilişkilerini koruyan değil; proletaryanın siyasal özne olarak ortaya çıkmasını da engelleyen bir mekanizma haline gelmiştir.
Bugünkü devlet, işçi sınıfı açısından yalnızca dışsal bir güç değil, aynı zamanda sistematik bir siyasal dışlamadır. Mülksüzleştirme yalnızca ekonomik bir süreç değil, aynı zamanda siyasal bir tasfiyedir. İşçi sınıfının tabiiyeti yalnızca üretim süreçleri üzerindeki kontrolü kaybetmesiyle değil, herhangi bir siyasal platformdaki faaliyet alanının alenen tasfiyesiyle de görünür hale gelmiştir. Bu duruma devletsizleştirme diyoruz. Devletsizleştirme; seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınmasında, grevlerin, protestoların yasaklanmasında, sendikal hakların fiilen tanınmamasında, eğitim ve sağlık hizmetlerinden eşitsiz biçimde yararlanılmasında vd. somutlaşır. Ancak yalnızca devletin siyasal işleyişinde değil, gündelik hayatın her alanında da hissedilir: Kadın cinayetlerinde, nefret saldırılarında, azınlıklara dönük linç girişimlerinde, doğa katliamlarında, yangınlarda devlet ortada yoktur. Ama boykot edilen bir zincir kahve dükkanının mal varlığı tehlikedeyse…
Dolayısıyla, Sera Kadıgil’in “halkın bir devleti yok” sözü, bu tarihsel ve sınıfsal hakikatin popüler bir ifadesi; bir zamanlar “akılcı”, “sınıflar üstü” iddialarıyla pazarlanmaya çalışan devletin, dayanışmacı toplumu değil, bencil atomik bireyi gören neoliberalizmin egemenliğiyle, proletaryanın devletsizleştirilmesinin tamamlanma sürecinin altının çizilmesidir. Kapitalist devletin önceliği insan değil, artık değerin kesintisiz akışı, düzenin “ebedi” kılınmasıdır.
Proletaryanın Devletsizleştirilmiş Olmasıyla Yüzleştirilmesi
Kapitalist toplumda devlet, yalnızca baskı aygıtı değildir, aynı zamanda, Michael Parenti’nin dediği gibi,[15] bir “gerçeklik inşa etme” makinesi olarak işler. Yalnızca zorla değil, aynı zamanda düşünceyle, tahayyülle, alışkanlıkla hükmeder. Bu bağlamda, burjuva devletin emekçi sınıflar nezdinde gerçek karakterini ilk bakışta gizleyebilmesine yardımcı olan en güçlü silahlarından biri Staatsbewusstsein, yani halkta “devlet bilinci” yaratma yeteneğidir. Bu bilinç, yurttaşın devletle özdeşleşmesini, onu doğal, tarafsız bir varlık olarak görmesini; tıpkı Platon’un idealar kuramında olduğu gibi, devleti zaman ve mekânın ötesinde, değişmez ve yüce bir hakikatin cisimleşmiş hali olarak tahayyül etmesini sağlar. O çok işittiğimiz liberal safsatası “Devlet ayrı şey, hükümet ayrı şey” tam olarak buradan kaynaklıdır. Devlet, sanki tüm toplumun ortak iradesini temsil ediyormuş gibi sunulur; oysa bu, egemen sınıfın çıkarlarının ideolojik yeniden üretiminden başka bir şey değildir. Engels’in sözünü ettiği “yanlış bilinç” (falsches Bewusstsein), tam da bu ideolojik işlevi tanımlar. Yurttaş, kâğıt üzerinde eşitlik ve hak sahibi olduğunu düşünürken, gerçekte, yalnızca sömürüyü içselleştirir ve kendisini ezen düzenin yeniden üretimi için gönüllü olur.
Bugün “bir devletimiz yok” gerçeğinin bu kadar yankı bulması tesadüf değildir. Bu, nesnel bir siyasal çöküş kadar, öznel bir bilinçlenmeye açıklığın da göstergesidir. Bu Momenti örgütlü devrimci müdahaleyle sınıf lehine çevirmek gerekmektedir. Bu nedenle, sosyalistlerin en önemli görevlerinden biri, burjuva devlet teorisinin ve onun zihinlerdeki yanılsamalarının teşhiridir. Bu teşhir, en yalın ve en çarpıcı biçimiyle yapılmalı; emekçi halklara, bu düzende neden gerçek anlamda devletsiz oldukları kavratılmalıdır. Devletsizlik, kader değildir; ancak işçi sınıfı iktidara gelene kadar bu boşluk doldurulamaz. Bu nedenle teşhir, bir soyut eleştiri değil, örgütlü bir devrimci ajitasyonun parçası olmalıdır.
Bugün halkın yüreğinde yankı bulan şey yalnızca, kendini devlet tarafından terk edilmiş, adeta “öksüz” hissettiğinden ötürü hissettiği öfke değil, aynı zamanda bir aidiyet arayışıdır. Bu da, yurt hakkı arzusudur. Mart Direnişi’yle ayyuka çıkmış toplumsal direnç, bu ülkede yaşayan, çalışan ve kaynaklarını yaratan, fakat bugününde ve geleceğinde söz sahibi olması sistemli biçimde engellenmiş insanların, bu ülkeye eşit bir bütünün parçası olarak ait olma özleminden doğmuştur. “Ülkeyi, içinde yalnızca üretip tükettiği değil; birlikte dönüştürdüğü, değiştirdiği ve bu sayede sahiplendiği bir yurda kavuşturma”[16] arzusu, bu direnişin özüdür.
Bu nedenle, devletsizlik bilinci yaratmak, yurttaşlarda umutsuz bir yıkım veya çaresizlik hali yaratmanın değil; yurt hakkını savunmanın, eşit yurttaşlık iddiasında bulunmanın ve işçi sınıfı iktidarını talep etmenin zorunlu zeminidir. Burjuva devletin sınıfsal niteliği netleştikçe ama özellikle, inatla ve açıkça teşhir edildikçe, işçi sınıfı iktidarına duyulan ihtiyaç da daha belirgin hale gelecektir.
Sosyalistlerin görevi bu bilinci yaymak, bu Momenti örgütlü devrimci bir hatta dönüştürmek ve işçi ve emekçi halkı, bir “kurtarıcı”yı bekleyerek edilgenliğe hapsolmaktan çıkarıp, devletinin gerçek kurucu öznesi olmaya çağırmaktır.
[1] Can Soyer, “Yokluk Deneyimi: Utanç ve Öfke” https://www.ayrim.org/guncel/yokluk-deneyimi-utanc-ve-ofke/, 7 Ekim 2024 [2] “Devlet, daha çok belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; bu toplumun kendisiyle çözülemeyen bir çelişkiye düştüğünü, uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünü ve bunları ortadan kaldırmak için güçsüz olduğunu kabul etmektir. Ancak bu karşıtlıklar, çelişen ekonomik çıkarları olan sınıflar, kendilerini ve toplumu verimsiz bir mücadelede tüketmemeleri için, çatışmayı yatıştırmak ve ‘düzen’ sınırları içinde tutmak için toplumun üzerinde duran bir güç gerekli hale gelmiştir; ve bu, toplumdan ortaya çıkan, ancak onun üzerinde duran, ona giderek yabancılaşan güç, devlettir.” Friedrich Engels, Der Ursprung der Familie, des Privateigenthums und des Staats. Bulunduğu Eser: Karl Marx/Friedrich Engels: Werke, Band 21, Dietz Verlag, 1975, s. 165 [3] Burada kastım, başlıca Sera Kadıgil (https://x.com/tipgenelmerkez/status/1947958748749664479#m) ve Fırat Çoban’ın (https://x.com/tipgenelmerkez/status/1948144451026616805#m) 23 Temmuz, Erkan Baş’ın (https://x.com/tipgenelmerkez/status/1949075371799761256#m) ise 26 Temmuz 2025 tarihindeki röportaj ve basın açıklamalarında “halkın devleti olmaması hali”ne yaptıkları vurgulardır. [4] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. Bulunduğu Eser: Karl Marx/Friedrich Engels, Ausgewählte Werke, Verlag Progress, Moskova, 1975, s. 107 [5] Vladimir İlyiç Lenin, Die Differenzen in der europäischen Arbeiterbewegung. Bulunduğu Eser: W.I. Lenin, Ausgewählte Werke in Sechs Bänden, Band II, Verlag Marxistische Blätter, Frankfurt am Main, 1970, s. 308-9 [6] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. s. 131 [7] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. s. 106 [8] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. s. 106-7 [9] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. s. 108-9 [10] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. s. 125 [11] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. s. 118 [12] Karl Marx, Der Achtzente Brumaire Des Louis Bonaparte. s. 139 [13] Vladimir İlyiç Lenin, Staat und Revolution. Bulunduğu Eser: W.I. Lenin, Ausgewählte Werke in Sechs Bänden, Band III, Verlag Marxistische Blätter, Frankfurt am Main, 1970, s. 469 [14] Can Soyer, “Yokluk Deneyimi: Utanç ve Öfke” [15] Burjuva ideolojisinin ve sermaye denetimindeki medya aygıtlarının, toplumsal gerçekliği olduğu gibi yansıtmak yerine, onu ideolojik olarak kurgulaması, yani gerçeği halk sınıfları aleyhine inşa etmesi. Michael Parenti, Inventing Reality: The Politics of News Media, 1992 [16] Cenk Saraçoğlu, “Ülkeyi Yurt Kılmanın Peşinde: 2025 Baharından Geleceğe Bakmak” https://www.ayrim.org/guncel/ulkeyi-yurt-kilmanin-pesinde-2025-baharindan-gelecege-bakmak/, 7 Nisan 2025