Dogmatik Anti-Dogmatizm ve Marksist Ortodoksi Üzerine Sesli Düşünceler

Ege Aydın28 Aralık 2025

Yazının başlığı, daha en baştan bir yel değirmeni ile dövüştüğümüz izlenimini verebilir. Bir şey aynı anda nasıl hem dogmatik hem de anti-dogmatik olabilir? Gelgelelim hem sosyalist düşünce tarihine hem de daha geniş bir perspektifle toplumsal mücadeleler ve siyasi düşünce tarihine baktığımızda, bir şeye karşıtlığın bizzat o şeyin kendisine saplanıp kalmaya yol açabilmesinin örnekleri şaşırtıcı derecede sık görülür.

Örneğin revizyonizm korkusu ile Marksist klasiklere kutsal birer metin muamelesi yapıp bu metinleri her türlü yaratıcı geliştirmeden koparan bir yaklaşımın, bu sebeple “dogmato-revizyonizm” olarak nitelenebilecek yeni bir revizyonizm türüne vücut verdiği yönünde saptamalar yapılmıştır.[1] Yine bir örnek olarak kapitalizmin kökeni tartışmaları bağlamında Ellen Meiksins Wood’un belli yaklaşımları “Avrosentrik anti-Avrosentrizm” olarak nitelemesi verilebilir. Buna göre yola çıkarken temel kaygıları Avrupa merkezci tarih yazımını yıkmak olan yazarlar, bu çabalarını bizzat yıkmaya çalıştıkları Avrupa merkezci varsayımların tuzağına düşerek sarf ederler.[2]

Yukarıdaki örneklerde dile getirilen saptama ve eleştirilerin tümüyle doğru olduğu iddiasında değilim. Esasen bu yazı bağlamında bu eleştiri ve tezlerin doğruluk değerinin ne olduğu hususu pek de mühim değil. Fakat bu örneklerde geliştirilen argümanların saptadığına benzer bir mekanizmanın, bu yazının konusunu oluşturan mesele bağlamında da kendisini gösterdiğini düşünüyorum. Bir eğilimle, fikirle ya da kuramsal veya siyasal bir sorunla mücadele etmek, onun karşı tezini üretmek maksadıyla yola koyulanlar, bizzat kendilerine hedef seçtikleri sorunu yahut eğilimi yeniden üretebilir, onun tam teşekküllü bir emsali haline gelebilirler. Nietzche’nin tabiriyle “canavarlarla dövüşen bir insan, kendisi de bir canavar olmamaya dikkat etmelidir. Ve eğer bir uçurumun derinliklerine bakacak olursanız, uçurum da size bakacaktır.”[3]

Dogmatik anti-dogmatizm dediğim olgu da esasen böyle bir şeye işaret eder. Daha açık olmak gerekirse bu kavramı, dogmatizmle mücadele etmeyi mefkure edinerek yola çıkanların, tam da bu çabalarındaki tavizsizliklerinden ötürü kendisi de dogmatik olan bir pozisyona saplanıp kalmalarını ifade etmek için kullanıyorum. Özellikle de “Ortodoks Marksizm”in dogmatikliği ve “yeni yaklaşımlar”ın bu dogmatizmi ikame etmesi gerekliliği bağlamında dile getirilen görüşlerin sıklıkla bu dogmatik anti-dogmatizme saplandığını söylemek gerekiyor. Zira en geç 1980’lerin ortasından bu yana süregelen ve 90’larda reel sosyalizmin dağılması ile alevlenen bu tartışmalar çeşitli vesilelerle ara ara gündeme gelse de bu tartışmalarda Marksizme yöneltilen eleştirilerin içeriği pek değişmiyor. Fakat bu meseleye girmeden önce “Ortodoks Marksizm”in ne olduğu konusunda birkaç kelam etmek gerekiyor.

Öncelikle Ortodoks Marksizm kavramının, ilk başta göründüğünden çok daha sorunlu ve sınırları çok daha muğlak bir kavram olduğunu not etmek gerekir. Örneğin yirminci yüzyılın ikinci yarısında Marx ve Engels’in toplu eserlerinin gün yüzüne çıkarılması ve derlenmesi projesiyle dirsek teması içerisinde gelişen Neue Marx Lekture hareketi, değer kuramı başta olmak üzere Marksist kuramın çeşitli yönlerine “geleneksel” olandan farklı bir okuma getirdikleri için heterodoks mu olmuş oluyorlar, yoksa kapitalizmin analizini bizzat Marx ve Engels’in sözlerinin “doğru” yorumundan türetmeye çalışarak “Ortodoks” bir pozisyon mu takınmış oluyorlar?

Kendisini “geleneksel sol” ya da Marksist-Leninist geleneğin bir parçası olarak gören ama Marksizmin kapitalizm sonrası komünist toplum konusundaki tasavvurlarını anarşizan olmakla eleştiren Domenico Losurdo mu daha “Ortodoks” bir pozisyon takınmış oluyor, yoksa onu tam da bu “revizyonları” sebebiyle mahkum etmek isteyen ama “geleneksel sol”a çok daha mesafeli duran Ross Wolfe mi?

Yirminci yüzyılın başlarında Marksist ortodoksinin çizgisi İkinci Enternasyonal’in ve Kautsky’nin tezleri üzerinden çekilirken, felsefe dahil olmak üzere pek çok başlıkta İkinci Enternasyonal’den açıkça kopan Lenin’in yaptığı “Ortodoks” Marksizm miydi?

Örnekler ve sorular çoğaltılabilir. Marksizm kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış, bu kadar çok sayıda aydın tarafından benimsenip işletilmiş, bu kadar farklı konu başlıklarına uygulanmış ve bu kadar çok toplumsal öznenin eylemine kılavuzluk etmiş bir geleneğin net ve dar bir “ortodoksisinin” çıkarılmasının zor olması da gayet doğaldır. Üstelik “Ortodoks Marksizm” ibaresinin, sahiplenilecek bir müktesebatı anlatmaktan çok karşıtları tarafından bir küfür olarak kullanılan bir ifade olduğunu söylemek de mümkündür. Belli bir entelektüel seviyeye varıldığında zannedildiği kadar dar bir ortodoksinin hiç var olmadığı da söylenebilir. Örneğin yukarıda ismini andığımız Ellen Meiksins Wood, Türkiye’de çokça tanınmasını sağlayan ve çeşitli postmodern/post-Marksist akımlarla hesaplaştığı Sınıftan Kaçış çalışması ile oldukça “Ortodoks” bir yere otururken, kapitalizmin kökeni tartışmalarında Robert Brenner’ı takip etmesi ve burjuva devrimi kavramını terk etmesi ile hiç de “Ortodoks” olmayan bir pozisyon takınmaktadır. Bu durumda E. M. Wood, “Ortodoks” bir Marksist midir? Yahut emek-değer kuramı başta olmak üzere siyasal iktisada ilişkin başlıklarda Marksizmin “Ortodoks” önermelerini destekleyen ampirik ve kuramsal çalışmalarıyla tanınan Paul Cockshott, Hegelciliği ve diyalektiği topyekun reddedip açıktan “mekanik” bir materyalizmi benimsediğinde Ortodoks mu yoksa heterodoks bir Marksist mi olmuş oluyor?

Ancak ille de bir ortodoksi tanımı yapılacak ve daha sonra bunu sahiplenmeye ya da reddetmeye karar verilecekse, az çok işe yarar bir ortodoksi tanımı yapılabilir.

İşe Macar Marksist Gyorg Lukacs’ın meşhur tespitleri ile başlayalım. Lukacs’a göre Marx’ın araştırma sonuçlarından her biri tek tek çağdaş bulgular tarafından yanlışlanmış olsa dahi, kişi Marx’ın tezlerinin tümünü reddederek son derece Ortodoks bir Marksist olmaya devam edebilir. “Dolayısıyla Ortodoks Marksizm, Marx’ın araştırmalarının sonuçlarının eleştirel olmayan bir şekilde kabul edilmesini ima etmez. O, şu ya da bu teze ‘inanmak’ yahut ‘kutsal’ bir kitabın tefsiri değildir. Bilakis, Ortodoksiden kasıt yalnızca ve yalnızca yöntemdir.”[4] Buna göre bir Marksistin ortodoksluğu Marx’ın araştırmalarından neşet eden şu ya da bu sonucu benimsemesi değil, Marx’ın çalışmalarına kılavuzluk eden yöntemi hakikate giden yol olarak kabul etmesinde yatar. Bir Marksist icabında Marx’ın ortaya attığı tezlerin tümünü reddederek de gayet “Ortodoks” bir Marksist olarak kalabilir.

Lukacs’ın ortaya koyduğu çerçevenin ruhu itibariyle son derece önemli olduğuna inanıyorum. Marksizmin yaşayan bir disiplin olduğu, şu veya bu spesifik teze indirgenemeyecek ve yöntemsel çekirdeği sayesinde kendisini yenilemeye müsait bir müktesebatın üzerine kurulu olduğu gerçeğini son derece çarpıcı bir biçimde ifade etmesi bakımından Lukacs’ın bu sözlerini önemsiyorum. Fakat Lukacs’ın ortaya koyduğu haliyle bu formülasyonda kantarın topuzunun kaçtığını söylemek yanlış olmayacaktır. Sözgelimi sömürüye, sınıf mücadelesine, kapitalizmin aşılmasına ilişkin tezleri terk eden bir dünya görüşünün, kendi çapında ne denli “diyalektik” ya da “materyalist” olursa olsun, herhangi bir tür Marksizm olarak adlandırılması mümkün görünmemektedir. Diğer bir deyişle, en azından bazı “araştırma sonuçlarının” bırakın Ortodoks olmayı, herhangi bir anlamda Marksist denilebilecek bir düşünce öbeği açısından olmazsa olmaz nitelikte olduğunu teslim etmek zorundayız. Dolayısıyla Lukacs’ın bu formülasyonunun özü korunarak rötuşlanması, bazı eklemelerle tahkim edilmesi gerekir.

Bu tahkimatı yapmak üzere Metin Çulhaoğlu’nun sözlerine kulak vereceğiz. “[…] Marksizm’le ilgili olarak söylenenin özü şudur: İnsanlar, tarihin akışına belirli bir mantık atfetme, sınıf mücadelelerini tarihin başlıca itici gücü olarak görme; kapitalist üretim tarzının ve sermayenin hareket yasalarının belirleyiciliğini, proletaryanın özgül konumunu ve komünizme geçişin alternatifsizliğini kabullenme anlamında Ortodoks Marksist olabilirler. Başka bir deyişle, bunlar Marksist Ortodoksluk için gerekli ve yeterlidir.”[5]

Lukacs’tan ve Çulhaoğlu’ndan yaptığımız alıntılar ışığında diyalektik yöntem, materyalist tarih okuması, kapitalizm çözümlemesi, sınıf mücadelesi ve proleter sınıf zemininde komünist siyaset başlıkları etrafında bir “ortodoksi” çerçevesi çekebiliriz.

Ortodoksluğun sınırları bir kez belirlendiğinde, onu birtakım soruların ve sorgulamaların nesnesi kılmak için daha meşru bir zeminimiz olabilir. Böyle bir kuramsal yapıyı iki yönden “dogmatizm” testinden geçirebiliriz.

Bunlardan ilki, yukarıda işaret ettiğimiz sınır noktalarının, yani “Ortodoks” Marksizme karakterini veren yöntem ve tezlerin yanlışlanmış olup olmamasıdır. Şayet artık bu tezlerin yanlışlığı net bir şekilde ortaya çıkmış ya da eskiden geçerli olan bu önermeler zaman içerisinde geçerliliklerini yitirmişlerse, bu tezlere inatla sarılan insanların bu itibarla dogmatik bir tutum içerisinde oldukları söylenebilir. Fakat burada ispat yükünün, Marksizmin temel önermelerinin yanlışlığının su götürmezcesine ayyuka çıktığını iddia eden taraf üzerinde olduğunu saptamak gerekir. Üstelik sosyal bilimlerde ve felsefede bir ekolün bu kadar topyekun bir şekilde çürütüldüğüne epey nadir rastlanır (benim aklıma mantıksal pozitivizmin terk edilmesi haricinde bir örnek gelmiyor). Bu bakımdan karşı tarafın altına girdiği bu ispat yükünün, altından kalkmayı epey zorlaştıracak ölçüde ağır bir yük olduğu ortadadır.

Öte yandan bugün “Ortodoks” Marksizme karakterini veren yöntemin veya temel tezlerin geçerliliğinden herhangi bir şey kaybettiğini söylemek için bir neden yoktur. Kapitalizm biçimsel olarak tanınmayacak ölçüde değişmiş olabilir, özü itibariyle ise aynı ve Marksist kategorilerle çözümlenmeye dün olduğu kadar bugün de duyarlıdır. “Daha açık bir deyişle, Marx’ın özgün yöntemiyle vardığı sonuçların ve ileri sürdüğü savların yanlışlanması her zaman olası olsa da şu ana kadar bunların çok büyük bir bölümü ne yanlışlanmış ne de geçersizleşmiştir. Marx, sadece yöntemiyle değil, kuramı ve eylemiyle de hâlâ çok şey anlatmaktadır.”[6]

İkincisi, her ne kadar şu veya bu spesifik tezin yanlışlığından söz edilemeyecek olsa da bu tezler ve yöntem etrafında şekillenen öğretinin kuramsal mimarisi ve iç yapısı itibariyle dogmatik olduğu öne sürülebilir. “Ortodoks” Marksizm, böyle bir dogmatizm testinden alnının akıyla çıkabilir mi?

Peşinen teslim edelim, Marksizmin kendisine ilişkin nihai hüküm ne olursa olsun, Marksizmi “Ortodoks” biçimde savunma iddiasındaki herkes bu dogmatizm testinden geçemeyecektir. Pek çok sosyalist, geldiği geleneğe bağlı olarak Marx, Engels, Lenin, Troçki, Stalin, Mao, Enver Hoca vb. figürlerin bazılarını kapsayan, bazılarını da dışlayan bir kümelenmeyi siyasal ve teorik önderleri kabul eder. Bunda kendi içinde yanlış bir şey de yoktur, fakat bu vesileyle belli bir isimler ve metinler “kanon”unun oluştuğu doğrudur ve bu “kanon”a zaman zaman gerçekten de kitabı mukaddes muamelesi yapılabilmektedir. Bu bizi Moufawad-Paul’un “komünist ilahiyat” dediği yere götürür.

Gelgelelim, muhatabımıza teslim edeceğimiz alan bunun ötesine geçemez. Zira Marksizmin klasiklerini ve temel tezlerini kutsal öğreti mertebesine çıkararak onu kelimenin tam anlamıyla dogmalaştıranların olması, bir öğreti yahut kuram olarak Marksizmin kendisinin böyle bir dogmacılığa cevaz verdiği manasına gelmez. Marksizmi sahiplenmenin dogmatik ve teolojik yolları olduğu kadar “bilimsel” yolları da vardır. Sürekli hareket halindeki bir dünyaya müdahaleyi hakikatin esas ölçütü kabul eden bir kuram için başka türlüsü de mümkün olmazdı. “Teoriyi mistisizme götüren bütün gizemler, rasyonel çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar”.[7] Bilimsel bir faaliyet olarak Marksist çözümleme, şeylerden değil süreçlerden oluşan organik bütünün hareketi ve değişimini nesne olarak alır.[8]

Bu şekilde kavrandığında “Ortodoks” Marksist bir bakış açısının son derece verimli ve yaratıcı bir şekilde çeşitli konu başlıklarına uygulanması ve geliştirilmesi mümkündür. Nitekim öyle de yapılmaktadır. Burada ilginç olan, “Ortodoks” Marksizmin dogmatikliğinden veya geri kalmışlığından dem vurmak için başvurulan söylemlerin kendilerini 1985 yılından bu yana hiç yenilememiş gibi görünmesidir. İşte bu noktada anti-dogmatizmi şiar edinenlerin söylemleri nur topu gibi birer dogmaya dönüşmektedir.

Sözgelimi ekoloji alanında, Marksizmin üretimci ve ekstraktivist olduğu, Marksist perspektifin ekoloji alanını ıskalayarak büyük bir boşluğa düştüğü gibi tezler hala büyük bir ciddiyetle dile getirilebiliyorsa burada en bağnaz “Ortodoks”u kıskandıracak bir dogmatizm olduğundan söz etmek gerekir. Bugün ekoloji üzerine üretilmiş Marksist yazın, kendi içinde farklı eğilim ve ekolleri barındıran koca bir külliyat haline gelmiştir. John Bellamy Foster, Paul Burkett, Anitra Nelson, Jason W. Moore, Alyssa Battistoni, Andreas Malm, Matt Huber, Kai Heron, Kohei Saito, Salvatore Engel-Di Mauro, Richard Seymour, Victor Wallis, Ian Angus ve daha sayılabilecek pek çok Marksist, doğrudan doğruya ekoloji konusunu masaya yatıran çalışmalar yapmışlardır ve yapmaya devam etmektedirler. Samir Amin’den Alex Callinicos’a pek çok Marksist kuramcının çalışmalarında kapitalizm ve iklim krizi ilişkisi ve iklim krizinin dünyayı sürüklediği yer büyük resmin kilit bir parçası olarak arz-ı endam eder. Türkiye’de de Fikret Başkaya ve Haluk Yurtsever gibi yazarlar iklim krizini Marksist bir perspektiften gündemleştirmektedirler. Marksist yayınların en sık gündeme aldığı, Marksist siyasi yapıların en fazla önem verdiği konu başlıklarından biri iklim krizi ve ekoloji iken, Marksizmden mülhem eko-sosyalist literatür bir insanın ömrü boyunca tüketemeyeceği boyutlara ulaşmışken hala 1960’lardaymışçasına “Marksizmin ekolojiyi göz ardı ettiği” eleştirilerinin dillendirilmesinde bir dogmatizm yok mudur? Marksist literatürde hiç değilse son kırk yıldır yaşanan gelişmelere göz ucuyla dahi olsa bakmış birinin hala bu iddiada ısrar etmesi mümkün müdür?

Gerek kadın mücadelesi, ırkçılık, ulusal baskı vb. “kimlik” konularında, gerekse de günümüz kapitalizminin getirdiği otomasyon, yapay zeka, dijitalleşme vb. başlıklarda Marksist gelenek ayakta ve gayet canlıdır. Çeşitli Marksist ekoller bu alanlarda gerek akademi içinden gerekse de dışından halihazırda ciddi bir yazın üretmiştir ve üretmeye de devam etmektedir. Bu bakımdan yukarıda sergilendiği şekliyle “ortodoksluk” gayet meşru bir entelektüel ve kuramsal pozisyon sayılmalıdır. Burada bir dogmatizm varsa, o Marksizmin temel karakteristiklerinde ve doğrularında ısrar etmek değil, bilakis Marksist literatürün temel doğrularına bağlı kalarak üretilen düşünce ve eylem çokluğunu büsbütün görmezden gelerek, ilk post-Marksist “dalga”nın ortaya attığı eleştiri ve savları doğru dürüst güncellemeksizin ısıtıp önümüze koymaktır. Elbette kimse Marksizmi benimsemek, Marksizm adına bu alanlarda yapılan çalışmaları yeterli yahut geçerli bulmak zorunda değildir. Ancak bu birikime bir eleştiri yöneltilecekse dahi, bunun önkoşulu böyle bir birikimin varlığının farkında olunması, bunun varlığının teslim edilmesidir. Burada dogmatik anti-dogmatizmin dört dörtlük bir örneği ile karşılaşırız. Bu savlar kendileri birer dogma haline gelmiştir, çünkü Marksist müktesebat adına “yeni” olan ne varsa görmezden gelmekte, zamanı 1985 yılında dondurmaktadırlar. Marksistlerin bu müktesebata yöneltilen her itiraza sırf yeni oldukları gerekçesi ile itibar etmesi, eskiden bu yana doğru belledikleri her şeyi bir yana bırakıp yeni maceralara yelken açmaları beklenemez.

Üstelik böyle bir tavır pek “bilimsel” de olmaz, zira bilim her zaman yeni gelişmelere ve eski tezleri terk etmeye açık olsa da hiçbir zaman yeniliğin sırf yenilik için el üstünde tutulduğu bir “atış serbest” alanı değildir. Discovery Institute çevresinde toplanan yazar çizerler ne kadar “inovatif” argümanlar ortaya atarlarsa atsınlar, bırakın evrimsel biyolojiyi ıskartaya çıkarmayı, evrimsel biyologlar tarafından ciddiye alınmaları için dahi sadece “yeni” olmaktan fazlasını yapmaları gerekecektir. Bu bakımdan bilimsel düşünce ve pratiğin, eğer sevimsiz bir kelime kullandığım için beni bağışlayacak olursanız, “muhafazakar” bir yönünün olması da kaçınılmazdır. Bunu her zaman bağnazlık alameti saymak, esas olanın “yenilik” ya da “orijinallik” değil hakikat olduğunu ıskalamak demektir.

Bu elbette toplum bilimlerinin yahut felsefenin, doğa bilimlerine denk bir epistemik statüyü haiz olduğu anlamına gelmez. Üstelik Marksizmin, örneğin evrim kuramının modern biyolojide gerçekleştirdiği şekilde kendisini ispatlamış olduğunu da iddia etmiyorum. Fakat Marksizmin, yöntemi ve temel savları itibarıyla ayakta olduğunu ve bu çerçevede bilimsel bir pratik olarak kavranabileceğini çekinmeden söylüyorum. Öyle ise bilimsel bir faaliyet olarak Marksist düşünce ve eylemin, kendisini birtakım öncüllerin ortaya koyduğu kısıtlar içerisinde ifade etmesi de tabii ve meşrudur. “(…) tıpkı diğer disiplinlerde çalışan bilim insanlarının kendi bilim alanlarını diledikleri gibi yeniden inşa etmeyip (sözde bilim alanına sapmadıkları müddetçe) halihazırda tesis edilmiş hakikat prosedürlerine göre çalışmaları gibi, en iyi Marksist bilim insanı da bir bütün olarak Marksist bilimin geliştirdiği kısıtlar içinde çalışır. Her bilim, tarihsel kısıtlara, yani geçmiş bilimsel emek ve mücadele vasıtasıyla tesis edilmiş aksiyomlara sahiptir.”[9]

Diğer pek çok meselede olduğu gibi burada da sorun, “çubuğu bükme” sorunudur. Kimsenin bizi Dimyat’a pirince götürürken elimizdeki bulgurdan etmesine müsaade etme lüksümüz olmadığı gibi, dogmacılara kızıp orucumuzu bozacak halimiz de yoktur. Sanıyorum ki en doğrusunu merhum Bob Fitch söylemişti: “Vülger Marksizm, dünyada olup bitenin yüzde 90’ını açıklar”.

* İngilizce metinlerden yapılan alıntıların çevirileri bana ait.

[1] J. Moufawad-Paul, Critique of Maoist Reason, Foreign Languages Press, First Edition: Paris 2020, syf. 67.
[2] Ellen Meiksins Wood, Eurocentric Anti-Eurocentrism, Against the Current: A Socialist Journal, No. 92, May/June 2001
https://againstthecurrent.org/atc092/p993/
[3] Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Oda Yayınları, 2. Basım Ekim 2013, syf. 72
[4] Georg Lukács, History and Class Consciousness, Foreign Languages Press, Paris 2021, syf. 9
[5] Metin Çulhaoğlu, Ortodoksluğun Tanımı ve Sınırları, Sol.org.tr Aktaran: Alphan Telek, Ortodoksluğun Sınırsızlığı, Politika Dergisi https://www.politikadergisi.com/makale/ortodokslugun-sinirsizligi?page=8&quicktabs_son_yorumlar=1&quicktabs_en_son_erikler=2&quicktabs_editorya_seckileri=0 (Erişim tarihi: 22.12.2025)
[6] Can Soyer, “Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem”, Yordam Kitap, Birinci Basım: Aralık 2020, syf. 32
[7] Karl Marx, Theses on Feuerbach, 1845 https://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/theses/ (Erişim tarihi: 23.12.2025)
[8] Metin Çulhaoğlu, Marksizm: Bilimse, nerede ve nasıl?, İçinde: Marksizm Bilime Yabancı Mı?: Bilim Üzerine Marksist Tartışmalar, Editör: Alper Dizdar, Yazılama Yayınları, 2014, syf. 20
[9] J. Moufawad-Paul, agy., syf. 22