Ekolojik kriz, sadece doğayı değil; toplumları, ekonomiyi ve siyaseti dönüştürme gücüne sahip tarihsel bir kırılmadır. Kapitalist üretim biçiminin emekle olduğu kadar doğayla da kurduğu sömürü ilişkisi, ekolojik meseleyi sınıfsal bir mesele haline getirmiştir. Türkiye’de ise bu kriz, sadece çevrenin değil, halkın yaşam hakkının, geçim kaynaklarının ve geleceğinin tehdit edilmesiyle iç içe geçmiştir. Buna rağmen çevre hareketleri, siyasal alanda kalıcı ve güçlü bir temsil bulamamış, yerel çaptan ulusal düzeye geçememiştir. Bu yazı, ekoloji mücadelesinin Türkiye’de neden hâlâ siyasi bir adres bulamadığını ve bu temsil edilememenin nasıl aşılabileceğini tartışmaya açarak bir öneri getirmektedir.
Ekolojik yıkımın arkasında, doğayı bir kaynak ve atık deposu olarak gören sermaye mantığı yatmaktadır. Bu mantık, sadece ormanları ya da dereleri değil, aynı zamanda emekçilerin yaşam alanlarını da hedef almaktadır. Mega projeler, enerji ve maden yatırımları, kentsel dönüşüm uygulamaları doğayı tahrip ederken, emekçi sınıfların barınma, beslenme ve sağlık haklarını da gasp etmektedir. Bu nedenledir ki, ekolojik kriz sadece çevreci bir hassasiyetle değil, toplumsal adalet perspektifiyle ele alınmalıdır.
Ancak Türkiye’de çevre hareketleri genellikle yerel düzeyde, olay bazlı, küçük çaplı ve parçalı bir görünüm sergilemiştir. Bazı büyük mücadeleler kamuoyunun yoğun ilgisini çekmiş, uluslararası boyuta ulaşmış olsa da, bu hareketler genellikle siyasi arenada güçlü bir temsile dönüştürülememiştir. Yeşiller Partisi gibi girişimler ya yapısal engellere takılmış ya da devletin baskı mekanizmalarıyla sönümlendirilmiştir.
Biri Eş Sözcülük olmak üzere ikisinin içinde bulunduğum Yeşiller Partileri de üç kere denenmesine karşın istenen seviyeye gelememiştir. Hatta son Yeşiller Partisi girişimi bizzat devlet ve İçişleri Bakanlığı’nın koridorlarında boğdurulmuş ve bu sürece tepki de diğer adaletsizlikler, hukuksuzlar yanında bir dava dosya numarasına dönüşmüştür. Yeşiller Partisi’nin sönümlenmesi sonrasında bırakın bu alanı temsil etmeyi; temsil etme iddiasında bir siyasi yapı dahi ortada kalmamıştır. Bu, Türkiye gibi doğasını yağmalayarak büyüyen; doğasını yağmalayarak ekonomik krizlerden çıkmaya çalışan bir ülke için büyük bir eksikliktir.
Bu boşluk, ekolojik taleplerin siyasi arenada kalıcı çözümlere dönüşmesini engellemiştir. Ekolojik krizin sınıfsal boyutu göz ardı edildiğinde, temsil edilememe hali, ekolojik taleplerin ya teknokratik birer görev olarak algılanmasına ya da siyasi programlarda sembolik yerler edinmesine neden olmuştur.
Şu soru bugün daha acil ve yakıcı hale gelmektedir: Ekolojik taleplerin siyaset alanında karşılığı nerede? Yerel direnişler kitleselleşmeden, ulusal platformlarla buluşmadan, karar mekanizmalarının dışında kalmaktadır. Oysa Kazdağları’ndan Akbelen’e, Gerze’den Hasankeyf’e kadar her ekolojik direniş, aynı zamanda bir yaşam mücadelesidir. Bu mücadelelerin siyasal karşılığını bulamaması, sadece doğayı değil; halkın direncini de yalnızlaştırmaktadır.
Yeni bir temsil modeli, sadece doğayı korumayı değil; emeği, kadınları, kırsal yaşamı ve geleceği savunan bütüncül bir siyaseti önermek zorundadır. Bu siyasetin adresi hangi parti olur, kim omuzlar sorusu bugün açık bir tartışmadır. Ancak tartışılması gereken şey, bu ihtiyacın ciddiyeti ve içinde bulunduğumuz anın ve mücadelenin bu soruya verdiği yanıttır.
Ekoloji mücadelesi, ancak sınıfla, toplumsal cinsiyetle ve demokrasiyle bağ kurduğu ölçüde siyasal bir nitelik kazanabilir. Aksi takdirde çevre mücadelesi teknik raporlara, etkinlik takvimlerine ve sessizce kuruyan derelere sıkışır. Bu yüzden soruyu yeniden sormakta fayda var:
Ekolojik taleplerin siyasetteki adresi nerede?
Türkiye’deki ekoloji direnişlerinin ortak noktası, doğrudan yaşam alanlarına dönük müdahalelere karşı ortaya çıkmalarıdır. Yani bu mücadeleler çok büyük oradan soyut çevre hassasiyetlerinden değil, gündelik yaşamın ve geçim alanlarının korunmasından doğmaktadır. Ancak bu mücadelelerin çoğu, siyasal bağlamdan yoksun bir şekilde yalnızlaştırılmakta, hatta zaman zaman kriminalize edilmektedir. Direnişin yaygınlaşması, kamuoyu desteğiyle sınırlı kalmakta; karar mekanizmalarına etki edecek kurumsal bir güce dönüşememektedir.
Bu noktada ekoloji hareketlerinin iki yönlü bir görevle karşı karşıya olduğu söylenebilir: Hem kendi iç örgütlenmesini güçlendirmek hem de siyasetin doğayla kurduğu ilişkiyi dönüştürmek. Çünkü doğa savunusu, yalnızca çevre mevzuatıyla değil; ekonomi politikasıyla, mülkiyet rejimiyle, enerji stratejileriyle ve kentsel planlamayla da doğrudan ilgilidir. Bu nedenle ekoloji mücadelesi, makro politikayı dönüştürmeden ve ona eklenmeden kalıcı bir zafer kazanamaz.
Ekolojiyle siyasetin yolları daha fazla kesişmeli. Bu yalnızca doğa için değil; toplumun bütün ezilenleri için gereklidir. Bu tarifin içinde doğa, emek ve özgürlük bir araya gelmeden, hiçbir gerçek temsilden söz edemeyiz.
Bu noktada yeni bir temsil modeli geliştirmek, yalnızca bir siyasi ihtiyaç değil, aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur. Bu modelin temelinde üç ilkenin yer alması gerekir:
Birincisi, ekolojik krizin sınıfsal karakteri açık biçimde tanınmalı ve doğa mücadelesi emek mücadelesiyle bütünleşmelidir. Yani çevreyi korumak ile sınıfın ürettiği alanları savunmak arasında kurulan bağ netleştirilmelidir. Emek mücadelesini sadece fabrikalarla sınırlamadığımı, çok daha geniş ve emeğiyle geçinen herkesi içine eklediğimi söylemekte sakınca görmüyorum.
İkincisi, temsiliyetin biçimi demokratik, katılımcı ve yerelden beslenen bir yapıya kavuşturulmalıdır. Yerel direnişlerin ulusal karar alma süreçlerine bağlanması, doğrudan demokrasinin önünü açar. Fakat şimdiye kadar yapılan en büyük hata ve en büyük çıkmaz, bu ilişkinin tek taraflı düşünülmesidir. Yerelden beslenmek çok kıymetlidir; ancak bu beslenmenin karşılığında merkezin sözü ve yönelimi de yerelde ciddiyetle takip edilmediği sürece, siyasal bütünlük kurulamaz. Bu ilişki sadece teknik bir eşgüdüm değil; yerelin bilgisini, deneyimini ve hakikatini karar mekanizmalarına taşıyan, aynı zamanda merkezi politikanın yönünü yerele taşıyabilen çift yönlü bir politik bağ olmalıdır.
Üçüncüsü, toplumsal cinsiyet eşitliği, ekolojik temsilin ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Kadınların ve LGBTİ+ bireylerin ekoloji mücadelesindeki belirleyici rolü tanınmalı, görünür kılınmalı ve karar alma süreçlerinde eşit söz hakkı sağlanmalıdır. Çünkü patriyarkal sistem yalnızca toplumsal cinsiyetleri değil, doğayı da sömürmektedir. Ev içi emeğin görünmezliği ile tarımsal emeğin değersizleştirilmesi aynı ideolojik damarların ürünüdür. Bu nedenle eşitlik mücadelesi olmadan ekolojik mücadele, yalnızca doğayı değil, toplumsal yaşamın adaletini de yitirme riski taşır.
Bu ilkeler etrafında şekillenecek bir siyasal yönelim, yalnızca doğanın değil, toplumun bütün ezilen kesimlerinin haklarını da içerecek yeni bir temsil ufku açabilir. Bu temsilin nasıl kurulacağı, kimler tarafından taşınacağı sorusu ise hâlâ tartışmaya açıktır. Ancak bu soruları sormaya cesaret eden bir toplum, hem doğayla hem de kendisiyle kurduğu ilişkiyi dönüştürme şansına sahiptir.
Yazının başında sorduğumuz sorunun yanıtı giderek daha netleşiyor. Türkiye İşçi Partisi, bu tartışmaların tam merkezinde yer alıyor. Emek odaklı politikası, yerel mücadelelerle kurduğu bağ ve ekolojik krizi sınıfsal temelde kavrayan yaklaşımıyla TİP, bu temsilsizlik sorununa güçlü bir yanıt olabilir.
Elbette bu hâlâ gelişen, zaman zaman eksik kalan bir süreçtir. Ama aynı zamanda kurucu bir olanaktır. Çünkü ekoloji mücadelesi yalnızca çevreyi korumak değil, var olan düzeni sorgulamak, değiştirmek, yerine yenisini koymaktır. Bu ise programlı, örgütlü ve cesur bir siyasal özne gerektirir.
Türkiye İşçi Partisi, bu rolü üstlenmeye adaydır. Ama bu yalnızca bir adaylık değil; aynı zamanda bir sorumluluktur. Ekolojik taleplerin siyasette bir karşılık bulması gerekiyorsa, bu yalnızca söylemle değil, doğrudan müdahale ile, yerelden genele taşınan bir hatla ve sistemle hesaplaşan bir kararlılıkla mümkündür.
Doğayı, emeği ve eşitliği ortak zeminde buluşturacak bir siyasal tahayyül gerekiyorsa, bunun sorumluluğu artık boşlukta değildir. O sorumluluk bugün TİP’in omuzundadır.