1970’lerden itibaren dünya ölçeğinde yükselen neoliberal dalga, yalnızca emek rejimini değil, emeğin yeniden üretim alanlarını da köklü biçimde dönüştürdü. Reagan ve Thatcher dönemleriyle simgeleşen bu süreçte, kamu hizmetlerinin tasfiyesi, konutun metalaştırılması ve kent mekanlarının küresel sermayeye açılması, sınıflar arası eşitsizlikleri derinleştiren başlıca mekanizmalar haline geldi. Barınma ve kent mekânı, mülksüzleşme yoluyla birikim süreçlerinin bir parçası olarak sermayenin doğrudan saldırısına maruz kaldı [1].
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu dönüşüm emeğin yeniden üretim alanlarında derin kırılmalara yol açtı. AKP döneminde, sağlık, eğitim ve bakım hizmetlerinin hızla ve etkili bir biçimde piyasalaştırılmasına paralel olarak, konut rejimindeki dönüşüm de bu sürecin en belirgin halkalarından biri haline geldi. Kapitalist üretim yalnızca ücretli emeğe değil; ev içi emek, mahalle ölçeğindeki kolektif yaşam ve barınma koşullarına da dayanmaktadır. Bu nedenle konutun metalaştırılması, sınıfın yeniden üretim maliyetlerini artıran ve yoksulları disiplin altına alan bir araç işlevi görmektedir. Dolayısıyla, kent hakkı mücadelesinin en önemli unsurlarından biri olan barınma hakkı mücadelesi, basitçe bir çatı meselesi değil; emeğin yeniden üretim alanlarının sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesine karşı verilen bir sınıf mücadelesi alanıdır. Bugün AKP iktidarının yatırım amaçlı konut alımlarını teşvik eden politikaları sonucunda güvenli konuta erişim giderek zorlaşmış ve kent ölçeğinde derin bir barınma krizi ortaya çıkmıştır. Özellikle büyükşehirlerde, kentsel yaşam alanlarının sürekli yeni inşaat projelerine açılmasıyla birlikte siteler ve rezidanslar hızla yükselmekte, ancak bu yapıların önemli bir kısmı boş bırakılmaktadır.[i] AKP’nin rant odaklı politikalarının sonucu olarak, kira fiyatlarının fahiş biçimde artması ve emekçilerin alım gücünün sürekli düşmesi, deprem tehdidi ile birleşince güvenli barınma hakkı çok boyutlu bir mücadele alanına dönüşmekle birlikte bu yazının odağını; barınma krizinin en görünür biçimde yaşandığı yoksul mahallelerdeki yıkımlar ve bu yıkımlara karşı gelişen direniş oluşturmaktadır. Barınma hakkı mücadelesinin diğer boyutları ise daha kapsamlı başka bir tartışmanın konusu olacaktır.
Türkiye’nin Son 30 Yılı
1980’lerden itibaren Türkiye’de serbestleşen finansal düzen, 2000’li yıllarla birlikte gecekondu bölgelerinin birer ‘arsa deposu’ olarak görülmesi üzerinden kentsel toprak rejimine taşındı. Göçle nüfusu artan yoksul mahalleler, 1990’larda emekçi sınıfların ve devrimci hareketlerin konumlandığı bölgeler haline gelirken, 2000’lerin ortalarından itibaren Sulukule, Ayazma, Gülsuyu-Gülensu ve Dikmen Vadisi gibi mahallelerde başlatılan yıkım projeleri, kentin emekçi nüfusunu merkezden dışa doğru sürme politikasının bir parçası olarak öne çıktı. Aynı dönemde inşaat tekellerinin kurumsal temsilcisi görevi gören AKP iktidarı tarafından TOKİ’ye olağanüstü yetkiler tanınması, neoliberal kentsel rejimin yerel ölçekte kurumsallaşmasının simgesi oldu.
Kentte dönüşümün yasal zemini, 2000’li yıllarla birlikte art arda çıkarılan kanunlarla şekillendi. 2005’te yürürlüğe giren 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, adının aksine tarihi yapıları korumak ya da yaşatmak yerine, şirketlerin devlet desteğiyle yoksul mahallelerde yurttaşların evlerine el koymasını kolaylaştırdı. Sulukule ve Tarlabaşı bu sürecin en bilinen örnekleri haline geldi. 2010’da ise 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde yapılan değişiklikle “kentsel dönüşüm geliştirme alanı” kavramı mevzuata girdi. Bu uygulama sınırlı kaldı; ancak Fikirtepe örneğinde görüldüğü gibi deprem güvenliği sağlanmadığı gibi, getirilen yoğunluk artışı kentsel altyapıya ağır yükler bindirdi [2]. Kentsel alanlardaki dönüşüm, yalnızca fiziksel mekânın el değiştirmesiyle sınırlı kalmayıp, kent merkezlerindeki yoksulların sürgün edilmesi ve mahallelerin soylulaştırılması süreçlerinin bir parçası olarak gerçekleşti.
Bu hikâyenin kritik dönüm noktası, 2012’de yürürlüğe giren 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun oldu. Başlangıçta ‘afet riskini ortadan kaldırma’ gerekçesiyle meşrulaştırılan kanunla, kısa sürede depreme dayanıklı konut üretmektense kent merkezlerinde mülksüzleştirmeyi ve sermaye birikimini hızlandırmayı amaçlandığı görüldü. İzleyen yıllarda ise kanun, orta-üst gelir bölgelerinde rant üretmenin, dar gelirli mahallelerde ise kamulaştırma tehdidiyle yoksulların yerinden edilmesinin aracı haline geldi [3]. Kanunun 6/A maddesi ile AKP, yalnızca deprem riski taşıyan alanlarda değil, “terör” veya olağanüstü hâl kararları gerekçe gösterilerek yurttaşların rızası aranmaksızın işlem yapma yetkisine kavuştu; bu yetkinin ilk uygulaması hendek sürecinden sonra Sur’da görüldü. Sur İçi’nin bizzat Bakanlık tarafından hazırlanan master planda deprem riski olan yapıların oranın %6,04 olmasına rağmen, riskli alan kararı ile yapıların %82’sine el konması mümkün hale getirildi.[ii]
Kanun yürürlüğe girdiği andan itibaren hem ‘riskli alan’ hem de ‘rezerv yapı alanı’ kavramını içeriyor olsa da 2012–2023 yılları arasında, AKP’nin kentleri sermayenin ihtiyaçlarına göre dizayn etme sürecinde en etkili araç olarak, daha çok riskli alan kararları kullanıldı. 2023’ün sonlarında yapılan düzenleme ile rezerv yapı alanı tanımı genişleterek hem yeni hem de mevcut yerleşim alanları rezerv yapı alanı olarak belirlenebilmesinin önü açıldı ve rezerv yapı tespitiyle ilgili neredeyse tüm kısıtlamalar ortadan kalktı. Böylece rezerv alan uygulaması, kentleri dönüştürmede, teknik bir dayanağa ihtiyaç dahi duymayan, daha işlevli bir araç haline gelerek mahallelerdeki dönüşüm baskısını arttırdı ve yüz binlerce insanın yaşam alanı, tek bir idari tasarrufla tasfiye edilebilir hale geldi. Bu değişiklik, yalnızca hukuki bir detay değil; barınma hakkı mücadelelerinin seyrini belirleyen temel faktörlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Çünkü rezerv alan ilanı, klasik uygulamalardan farklı olarak tüm yerleşimi kapsamakta ve ‘acele kamulaştırma’ mekanizmasıyla birlikte işletildiğinde, mahallelerin çok kısa süre içinde rıza ya da çoğunluk onayı aramaksızın boşaltılması mümkün olmaktadır. Bu durum, direniş ve örgütlenme için zamanın daraldığı, ani baskınlarla karşı karşıya kalınan bir tablo yaratmaktadır. 2024 yılının sonlarında yapılan imar transferi düzenlemesi ise, bir bölgedeki imar haklarının başka alanlara aktarılmasına imkân tanıyarak, kentsel dönüşüm rejiminin kapsamını ve etkisini genişleten bir araç olarak varlık kazandı.
Tüm bu süreçle, 1990’ların gecekondu yıkımlarıyla başlayan dönem, 2010’ların ‘kentsel dönüşüm’ rejimiyle kurumsallaştırıldı.[2] 2020’lerde ise bu kurumsallaşan rejim, dönüşüm baskısını her alana yayarak etkisini hızlandırdı ve derinleştirdi. Bugün geriye dönüp bakıldığında, Ankara Dikmen’den İstanbul Sulukule’ye, Gaziosmanpaşa’dan Gülsuyu’na ve Türkiye’nin daha birçok bölgesine uzanan yaygın direniş hattı, farklı örgütlenme deneyimlerine ve sonuçlarına sahip olarak mücadelenin belleğini oluşturmakta, neoliberal kent rejiminin en kırılgan alanlarında dahi kolektif örgütlenmenin neler mümkün kılabileceğini göstermektedir.
Barınma Hakkı: Kentin Kalbinde Sınıf Mücadelesi
Kent, yalnızca taş ve betondan oluşan bir mekân değil; emeğin yeniden üretildiği, toplumsal ilişkilerin kurulduğu ve kolektif belleğin şekillendiği bir alandır. İşçi sınıfı için konut ve mahalle, üretim alanlarının ötesinde, yaşamın sürdürülebilirliğini mümkün kılan temel bir sosyal altyapıyı temsil eder. Bu nedenle barınma hakkı, salt konut sahipliği meselesi olmanın ötesinde, emeğin ekonomik ve toplumsal olarak yeniden üretimini güvence altına alan bir hak alanıdır. Evinden edilen bir kişi, yalnızca fiziki mekanını kaybetmez; dayanışma ağlarını, gündelik yaşam pratiklerini ve mahallenin kolektif hafızasını da yitirir.
Kapitalizm, her krizinde mekânı yeniden üreterek yol alır ve Türkiye’de bu süreç 6306 sayılı yasa ile kurumsallaşmıştır. Yasanın sunduğu ‘kentsel dönüşüm’ çerçevesi, sermaye birikim rejiminin mekansal aracı olarak işlev görmektedir. Bugün sermaye için kentsel toprakların değeri hızla artarken, emekçiler için yaşanabilir bir kent mefhumu giderek uzaklaşmaktadır. Şehrin yer yerinde gökdelenler ve lüks konut projeleri yükselirken, emekçiler deprem riski ve yıkım tehdidi altında yaşamaya zorlanmaktadır. Bu çelişki, kentsel mekânı sınıf mücadelesinin en görünür düzlemlerinden biri haline getirir. Bu bakımdan barınma hakkı mücadelesi de devrimci siyasetin sınıf mücadelesiyle bağlamında ele alması gereken stratejik bir cephedir. Bu mücadeleyi emeğin yeniden üretim alanlarının savunusu üzerinden kavramak yerine ‘rant artırma’ perspektifiyle ele almak, mücadele hattını arsa bölüşümü ya da metrekare pazarlığına indirger; böylece hak bilincini ve sınıf perspektifini zayıflatır, dayanışmayı bozar ve mücadele sürecini tıkar. Benzer biçimde, ‘politik’ yapıların kendi siyasal ihtiyaçlarını mücadelenin ihtiyaçlarının önüne koyması mahalle halkının özneleşme imkanını gölgeleyerek mücadelenin süreç içinde sönümlenmesine yol açar. Barınma hakkı mücadelesi muhtevası gereği; sınıf perspektifiyle ve mahallenin özne olduğu ve süreç içinde siyasallaştığı bir yaklaşımla örgütlenmezse başarısızlık kaçınılmaz olacaktır. Mahalle dinamiklerine, örgütlenme süreçlerine ve kullanılacak araçlara bu bağlamda yaklaşmak zorunludur. Çünkü barınma hakkını savunmak, yalnızca mevcut evleri korumak değil; sınıfın öz gücüne yaslanarak, kendi meclislerini ve öz örgütlenmelerini inşa etmesini sağlamak anlamına gelir. Bugün mahallelerde yükselen direniş deneyimleri, yalnızca neoliberal kent rejimine karşı bir savunma değil; aynı zamanda geleceğin eşit ve özgür kentlerinin nasıl inşa edilebileceğine dair soru işaretlerini ortaya koymakta ve belli noktalarda ipuçlarını da taşımaktadır.
Barınma Hakkı Meclisleri ve Öz Örgütlenme
Bugüne kadar yaşanan deneyimlerde, barınma hakkı mücadelesinin en güçlü damarını, halkın kendi öz örgütlenmelerinin oluşturduğu görülmektedir. Bu örgütlenmeler, siyasal yapılardan bağımsız ancak onlarla dayanışmaya açık bir biçimde gelişmiştir. Çünkü burada esas mesele, halkın kendi iradesiyle kendi meclisini kurması, kendi kararlarını alması ve kendi hakkı için mücadele etmeyi deneyimlemesidir.
Mücadelenin şekillendiği asli zemin olarak öne çıkan öz örgütlenme, sınıfsal bir yaklaşımla sürdürüldüğünde direnişin sürekliliğini ve kazanıma giden süreci mümkün kılmaktadır. Buna karşın, -politik olarak hangi noktada durduğundan bağımsız- örgüt kimliğini öne çıkaran platform tarzı yapılar, mahallelerin öz örgütlenme kapasitesini gölgeleyerek karar süreçlerini mahalleden uzaklaştırabilir ve kolektif özneleşmeyi zayıflatma riski taşımaktadırlar. Ankara Dikmen Vadisi’nde yıllar süren barınma hakkı direnişi, öz örgütlenmenin somut örneklerinden biridir. AKP’nin yıkım tehditlerine karşı kurulan mahalle meclisleri, hukuki mücadeleyi sokak eylemleriyle birleştirerek direnişi sürdürülebilir kılmıştır. Sözün doğrudan vadi halkından çıkması, mücadelenin yalnızca bir konut meselesi olmaktan çıkarak örgütlenmenin en yalın biçimi olarak tarihe geçmesini sağlamıştır.[iii] Benzer biçimde, 2010’ların başında Gaziosmanpaşa Yenidoğan Mahallesi’nde örgütlenen Barınma Hakkı Meclisi, halkın kendi karar mekanizmalarını kurarak belediye ile yapılacak sözleşmelere müdahale etmesini mümkün kılmış, ilçedeki barınma hakkı mücadelelerinin çehresini değiştirmiştir.
AKP’nin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda İstanbul’un kuzeyinde başlattığı 3. Köprü, yeni havalimanı, Kuzey Marmara Otoyolu, Kanal İstanbul ve Yenişehir Rezerv Alanı projeleri yalnızca ekolojik değil, kentsel yıkımı da beraberinde getirmiştir. Yeni havalimanı sonrası bölgede planlanan dönüşümle, halkın evlerinden çıkarılarak bu evlerin lüks konutlarla değiştirilmesini hedeflemektedir. İmrahor Mahallesi bu süreçte hakkı kaybına uğrayan ve buna karşı mücadele eden mahallelerden biri olarak direnişi, İmrahor Barınma Hakkı Meclisi aracılığıyla sürdürülmekte ve diğer Barınma Hakkı Meclisleri ile dayanışmasını devam ettirmektedir.
Kanal İstanbul güzergahında yapılacak yıkıma karşı direnen Şahintepe Mahallesi’nde ise mücadele, yalnızca barınma hakkı için değil; aynı zamanda Kanal İstanbul’a ve Sazlıbosna su havzasının imara açılmasına ve yerleşim yeri olmayan alanlarda yapılan yapılaşmaya da karşı sürmektedir. Şahintepe Barınma Hakkı Meclisi’nin sınıfsal bir yaklaşımla sürdürdüğü mücadele, yalnızca başını sokacak çatıyı değil, şehrin kamusal alanlarını savunmayı da öğretmektedir. Çünkü kent ve ekoloji mücadelesi ayrılmaz bir bütündür ve bu alanlardaki tahribat, diğer tüm toplumsal sorunlar gibi en çok yoksulları etkilemektedir. Dört yıldır direnen Şahintepeliler, bugün Sazlıbosna’da inşaatı sürdüren TOKİ’nin yarın yeniden kendi evlerini yıkarak artık barınamayacakları yeni bir kent inşa etmek isteyeceğinin farkındadır. Bu nedenle Sazlıbosna’ya sahip çıkmak, onlar için ‘kendi damlarına’ sahip çıkmaktan farksızdır.
Deneyimden Örgütlenmeye
Başta da belirttiğimiz gibi, barınma hakkı mücadelesi, yıkımlara karşı emeğin yeniden üretim alanlarını koruyarak mahallede kolektif irade ve dayanışma ağları üzerinden halkın kendi karar mekanizmalarını inşa etme sürecidir ve bu süreç, pek çok farklı toplumsal dinamiği de harekete geçirir. Mücadelenin aktif unsurlarının büyük çoğunluğunu sınıf mücadelesinin ezilen kesimleri oluşturur ve bu durum, emeğin üretim alanlarıyla yeniden üretim alanlarını birbirine bağlayan bir perspektif geliştirme olanağı sunar. İşçilerin barınma hakkına sahip çıkma deneyimleri, işyeri mücadeleleri ile birleştirilerek sınıfsal bilinci yayma ve örgütlenme kapasitesini artırma imkanına sahiptir. Mücadelenin bir diğer dinamik unsuru olma potansiyeli taşıyan gençler ise, özellikle sokak eylemleri ve dijital alanlardaki etkinlikleriyle sürece önemli katkı sunabilirler. Özellikle liseliler, mahallelerinde hem okul hem de sosyal çevre aracılığıyla güçlü bir iletişim ağına sahip olarak temel yaşam alanları üzerinden hareket edebilir ve gençlik ve eğitim hakkı mücadelesinde içinde de özneleşebilirler.
Gündelik yaşamın örgütlendiği alanlar, kadınların tarihsel olarak en yoğun emeği sunduğu ve kolektif dayanışmayı kurup sürdürdüğü mekanlardır. Bu nedenle barınma hakkı mücadelesi, kadınların özneleştiği ve örgütlenme ile dayanışma ağlarını güçlendirdiği pratikleri de beraberinde getirir. Kadınlar yalnızca evlerini korumakla kalmaz; mahallede kolektif karar alma süreçlerine katılarak dayanışma biçimlerini zenginleştirir ve sosyal ile politik yaşamın yeniden üretimine aktif katkı sunar. Yeniden üretim alanlarını savunurken iktidar karşısında mücadele etmeyi öğrenen kadınlar, süreç içinde tüm tahakküm biçimlerine karşı durma kapasitesini de geliştirir.
Tüm bu dinamikler bir araya geldiğinde, barınma hakkı mücadelesi işçilerin, gençlerin ve kadınların deneyimlerini ortaklaştıran; AKP’nin baskıcı ve neoliberal kent politikalarına karşı kolektif özneleşmeyi ve dayanışmayı güçlendiren bir örgütlenme zemini olarak öne çıkar. Önümüzdeki dönemde, bu alanın yalnızca bir savunma hattı olarak değil, aynı zamanda deneyimlerin ve stratejik örgütlenme imkânlarının somutlaştığı bir siyaset sahası olarak kavranmasına ihtiyaç vardır. Tarihsel olarak farklı biçimlerde yeniden ortaya çıkan barınma hakkı mücadelesi, bugün de sürekliliğini koruyarak, sermaye ve devletin artan baskılarına rağmen, biriken deneyim ve kolektif örgütlenme kapasitesi sayesinde devrimci siyaset için verimli bir zemin yaratmayı sürdürmektedir. Mücadele, farklı toplumsal kesimlerin bir araya gelerek ortak hareket etmesine olanak tanırken, sosyalistler açısından da kökleşmenin ve siyasetin somut gerçeklikler üzerine oturmasının zeminini yaratır.
Uzun yıllardır süren mücadelelerin oluşturduğu deneyimler, mücadelenin yönünü netleştirerek artacak rezerv alan kararları ve yıkımlara karşı yol gösterici bir birikim yaratmaktadır. Bu birikimden hareketle önümüzdeki dönemde, emeğin yeniden üretim alanlarını da üretim alanlarıyla birlikte sahiplenmek; barınma hakkı mücadelesini neoliberal kent politikalarına karşı güncel bir sınıf hattı olarak konumlandırmak ve dönemin ihtiyaçlarını gözeten temel mücadele başlıklarından biri haline getirmek, sınıf mücadelesinin derinleşmesi ve kökleşmesi açısından zorunludur.
[1] Harvey, D. (2005). The new imperialism. In Power and inequality (p. 288). Oxford University Press. [2] Atalay, C. (2023, Mart). ‘Kentsel dönüşüm’ ne değildir? BirGün Gazetesi. https://www.birgun.net/haber/kentsel-donusum-ne-degildir-423524 [3] Atalay, C. (2020, 11 Kasım). Deprem güvenliği: 123 yıla tamam inşallah! Sosyal Hukuk. https://www.sosyalhukuk.org/2020/11/av-can-atalay-yazdi-deprem-guvenligi-123-yila-tamam-insallah/ [4] İstanbul Büyükşehir Belediyesi. (2020). İstanbul kentsel analiz raporu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları. [5] İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı. (2023, Mayıs). İstanbul’da 450-750 bin boş konut. Bianet. https://bianet.org/haber/ibb-genel-sekreter-yardimcisi-istanbul-da-450-750-bin-bos-konut-var-278065 [6] SAMER. (2017). Sur İçi Ali Paşa ve Lale Bey mahallelerinde başlayan [rapor]. Saha Araştırmaları Merkezi. [i] İBB tarafından Eylül 2020’de yayınlanan İstanbul Kentsel Analiz Raporu’nda boş konutların sayısı 250 binden fazla olarak belirtilmiştir [4]. İBB Genel Sekreter Yardımcısı Buğra Gökçe, Mayıs 2023’te yaptığı açıklamada İstanbul’da 450 bin ile 750 bin arası boş konut olduğunu ifade etmiştir [5]. Boş konutların sayısındaki artışa rağmen barınma hakkından mahrum kalan yurttaşların sayısının her geçen gün artması bize bu durumun sistemli bir politikanın bir parçası olduğunu göstermektedir. [ii] Sur İçi’nde hendek sürecinin hemen ardından, 6306 sayılı Kanun’un 6/A maddesi uyarınca 140 hektarlık alan acele kamulaştırıldı; bu karar ile 50 bin kişinin yaşadığı toplam 7714 parselin 6292 adedine, yani %82’sine el konulması mümkün hâle getirildi [6]. [iii] Dikmen Vadisi’nin 12 yıllık mücadele deneyimi kapsamlı bir değerlendirme gerektirmekte olup, bu yazıda yalnızca öne çıkan önemli barınma hakkı meclisi deneyimlerinden biri olması bakımından değinilmiştir.