Emniyette Reform mu, Tehdit mi?

Enes Keskin28 Aralık 2025

Modern ve demokratik devletlerde güvenlik kurumları, hukukun üstünlüğü ilkesine tabi, siyasi iktidardan görece bağımsız ve etkin denetime açık şekilde tasarlanır. Ancak yargı bağımsızlığının zayıfladığı, hukukun siyasal iktidar karşısında tarafsızlığını fiilen yitirdiği sistemlerde, güvenlik kurumlarında gerçekleştirilen idari dönüşümler teknik bir reform olarak değerlendirilemez. Bu tür dönüşümler, doğrudan rejimin niteliğini belirleyen ve siyasal iktidarın toplumu yönetme biçimini yeniden şekillendiren yapısal müdahalelerdir. Bu ve benzeri durumlarda kolluk gücü, yurttaşların haklarını koruyan bir kamu otoritesi olmaktan çıkarak, iktidarın siyasal ve ideolojik sınırlarını koruyan bir aygıta dönüşme eğilimi gösterir.

Türkiye’de Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “Emniyet Başkanlığı” modeline dönüştürülmesi yönündeki tartışmalar, güvenlik–özgürlük dengesinin hangi yönde yeniden kurulacağına dair açık bir rejim tercihini yansıtmaktadır. Son yıllarda öğrenci protestoları, işçi direnişleri, kadın hareketleri ve çevre mücadeleleri gibi barışçıl toplumsal eylemlere yönelik sert ve yaygın kolluk müdahaleleri, bu tercihin pratikte nasıl sonuçlar ürettiğini göstermektedir. Kolluğun bu süreçlerdeki rolü, kamu düzenini koruma sınırını aşarak, toplumsal muhalefeti bastırmaya ve kamusal alanı siyasal iktidar lehine daraltmaya yönelmiştir.

Hukukun bağımsızlığı, kolluk faaliyetlerinin meşruiyetinin vazgeçilmez koşuludur. Yargı denetiminin etkisizleştirildiği bir ortamda gözaltı ve tutuklama kararları keyfileşir; kolluk işlemleri hukuki güvence üretmek yerine baskının biçimsel araçlarına dönüşür. Toplumsal olaylar sırasında uygulanan yaygın gözaltılar, uzun süreli adli kontrol tedbirleri ve ceza tehdidi, yalnızca bireyleri değil, tüm toplumu hedef alan bir sindirme mekanizması işlevi görmektedir. Bu koşullar altında emniyet teşkilatının merkezî ve güçlü bir başkanlık modeliyle yeniden yapılandırılması, hukukun üstünlüğünün tamamen ikincilleştirilmesi ve güvenlikçi yönetim anlayışının kalıcılaştırılması anlamına gelir.

Öngörülen model, yetkinin dar bir merkezde yoğunlaştığı, hiyerarşik disiplinin mutlaklaştırıldığı ve karar alma süreçlerinin siyasal iktidarla doğrudan uyumlu hâle getirildiği bir idari yapıyı tarif etmektedir. Bu yapı, emniyetin kamu düzenini koruma görevi ile siyasal düzeni muhafaza etme işlevi arasındaki ayrımı fiilen ortadan kaldırır.

Yerel toplumsal ihtiyaçların ve demokratik taleplerin göz ardı edilmesi, kolluk müdahalelerinin tek tip, sert ve caydırıcı güvenlik refleksleriyle yürütülmesine yol açar. Özellikle Birim ve Daire Başkanlıklarının doğrudan Emniyet Başkanı’na bağlanması, yerel ve bölgesel inisiyatifleri sınırlar ve karar alma süreçlerini tamamen merkezileştirir. Böylece emniyet teşkilatı, hukuka bağlı bir kamu kurumu olmaktan çıkarak, siyasal iktidarın doğrudan tahakküm aracına dönüşür.

Personel rejimi bakımından da bu dönüşüm ağır sonuçlar doğurmaktadır. Atama ve terfi süreçlerinin merkezî ve siyasal denetime bağlanması, liyakat ilkesini işlevsizleştirirken, hiyerarşik sadakati mesleki etiğin önüne yerleştirir. Özellikle Daire Başkanlıkları ve birim şefliklerinin doğrudan üst yönetim tarafından atanması, yerel düzeydeki karar alıcıların bağımsızlığını ortadan kaldırır ve mesleki sorumluluk yerine hiyerarşik itaatin ön plana çıkmasına neden olur. Aynı zamanda baskıcı ve denetimsiz çalışma koşulları, polislerin psikolojik sağlığını tehdit etmekte; tükenmişlik, mesleği bırakma eğilimleri ve ağır psikolojik sonuçlar bu sistemin görünmeyen ama derinleşen insanî maliyetini ortaya koymaktadır.

Hukukun bağımsız olmadığı ve emniyetin aşırı merkezîleştirildiği bir düzende, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplantı–gösteri yürüyüşü hakları sistematik biçimde hedef alınır. Toplumsal olayları izleyen gazetecilerin engellenmesi, kolluk müdahalelerinin görüntülenmesinin fiilen önlenmesi ve kamusal bilginin kontrol altına alınması, yurttaşların gerçekleri öğrenme hakkını ortadan kaldırır. Barışçıl protestoların kriminalize edilmesi ve orantısız müdahalelerin sıradanlaşması, toplumda yaygın bir korku ve otosansür iklimi yaratır. Bu durum kısa vadede sessizlik üretebilir; ancak uzun vadede bastırılmış taleplerin birikmesine ve çok daha derin toplumsal kırılmalara zemin hazırlar.

Bu nedenle Emniyet Başkanlığı modeline geçiş, basit bir idari yeniden yapılanma değil; güç tekelleşmesinin kurumsallaştırılması, demokratik denetim mekanizmalarının tasfiyesi ve temel hakların kalıcı biçimde aşındırılması anlamına gelmektedir. Yeni model, birim-daire bazlı atama ve terfi mekanizmalarının tüm yetkileri merkezi yönetimde toplamasına olanak tanıyacak şekilde tasarlanmıştır; bu da idari kontrolün teknik boyutunu doğrudan siyasal otoritenin eline verir. Bu sürece karşı toplumsal, siyasal ve hukuki bir direnç geliştirilmediği takdirde, ortaya çıkacak sonuç yalnızca hak ihlallerinin artması değil, aynı zamanda demokratik kamusal alanın geri dönülmez biçimde daralması olacaktır.

Modelin savunucuları etkinlik ve hız argümanlarını öne sürse de, hukukun bağımsız olmadığı bir bağlamda bu tür bir “etkinlik”, yalnızca baskının daha hızlı ve daha koordineli uygulanmasından ibarettir. Demokratik meşruiyet üretmeyen hiçbir güvenlik politikası, kamu güvenliğini gerçekten sağlayamaz.

Gerçek kamu güvenliği; güçlü bir emniyet teşkilatından önce, bağımsız bir yargı, etkili denetim mekanizmaları ve haklarını kullanmaktan korkmayan özgür yurttaşlar gerektirir. Bu unsurların yokluğunda güvenlik aygıtları, toplumu koruyan değil, toplumu disipline eden ve siyasal iktidarın sınırlarını tahkim eden araçlara dönüşür. Emniyetin merkezîleştirilmesi bu hâliyle bir reform değil, demokratik çözülmenin kurumsal ifadesidir.