Gençler Neden Tutuklandı? Nasıl Özgür Kaldı?

Erkan Yıldız28 Aralık 2025

Siyasi saiklerle tutsak edilen arkadaşlarımızla ilgili, “onları geri alacağız” iddiası, onların özgürlüğü için mücadele eden herkesin ezberi. Bu ezberin, dışarıda kalanlara bir sorumluluk yükleyerek verilen mücadeleyi diri tuttuğu ve tutsaklığı bireysel olmaktan çıkarıp politikleştirmeye katkı verdiği inkâr edilemez elbette. Fakat bu iddianın nesnel koşullarda çoğu zaman bir karşılığı olmadığını kabul etmek gerekir. Maalesef bugün yargı erki, siyasi davalarda, konuya aşina birinin kolayca takip edebileceği bir kataloğu istikrarla uyguluyor. Hangi eylemin gözaltı, hangi eylemin tutuklama sonucu doğuracağı, açılan hangi davadan mahkumiyet kararı çıkacağı hukuki ölçütlerden tamamen bağlantısız kriterlerle tayin ediliyor. Saray tarafından siyasetin kamusal alanda yer tutmasına ne kadar tahammül edileceğinden ibaret olan bu kriterler, 2016 senesinden beri, parmakla sayılabilir istisnalar haricinde hiç esnetilemedi. Bu doğrultuda kalp kırıcı hakikat şu ki, çoğunlukla arkadaşlarımızı geri almıyoruz, ilk gününden ne zaman tamamlanacağı belli hapis cezalarına dönüşmüş tutuklamaların sonlanmasıyla onları karşılıyoruz.

Devletin güvenlik aygıtında yeknesaklık sağlayabilmiş olması, köşeye sıkışan iktidarın en ufak hareketlenmeye darbe paranoyasıyla karşılık vermesi ve ana akım muhalefetin sokak ile direniş mefhumlarını kriminalize etmesi, eylemcinin elimizdeki tablodan doğrudan sorumlu tutulamayacağı faktörlerdir elbette. Lakin bu tabloyu besleyen bir şey daha var: birçok eylemin, devletin güvenlikçi reflekslerine bedel biçtirecek ölçüde bir siyasi nitelik taşımıyor olması. Kabaca, eylemciyi tutsak etmenin serbest bırakmaktan daha ağır politik sonuçlar doğurduğu bir tablo çoğu zaman oluşturulamıyor. Bu döngüyü kıracak bir referans noktası belirlemek amacıyla, bu yazıda, Türkiye İşçi Partili öğrencilerin Yusuf Tekin’e yönelen protestolarının bahse konu genel duruma aykırı bir örnek oluşturduğunu ve gençlerin özgür kalmış olmasının, bizzat yaptıkları eylemin doğal politik sonucu olduğunu iddia edeceğim.

Bu iddiayı sınamak için, sarayın güvenlik aygıtının hangi eylemleri ‘safi şiddet kullanarak bastıramayacağı’ hususunu tartışmak gerekiyor. İlk olarak, toplumda çoktan şekil bulmuş bir taraflaşmanın sözcülerine uygulanan şiddetin ülke siyasetinde kendiliğinden hatırı sayılır bir zemin kayması oluşturamayacağını kabul etmek gerekir. Bu gibi eylemlerin kıymetini azaltmamakla birlikte, iktidarın bu tarz rutinleştirilmiş eylemleri bazen daha da görünür kılmaya gayret ettiği bir hakikat. Üstelik, yalnızca güvenlik aygıtı değil, sarayın propaganda ağı da bu sınıflandırmaya girecek eylemlere nasıl karşılık vereceğini çok iyi biliyor. Elbette siyasi eylem yalnızca taraf değiştirme amacı taşımaz. Taraf olanları daha aktif, daha politik kılmak için de bedel ödemek göze alınabilir. Ancak bu husus bu yazının tartışmasının konusu değil.

İkinci olarak; yargı ve güvenlik mekanizmasını ezberlerinden uzaklaştıramayacak bir başka eylem biçimi de öne sürdüğü talep açısından radikal olmasına rağmen devletin gözünde geniş kitleler arasında yarılma oluşturamayacak eylemlerdir. Türkiye’nin tam ortadan ikiye bölünmesini hedefleyen bir kimlik gerilimine yaslanan mevcut iktidarın, bizzat bu ikiliğin kendisini tehdit etme salahiyeti ya da derdi olmayan, tarafların öncelik sıralamasında geri planda kalacak taleplerin seslendirilmesini de kurduğu düzene tehdit görmesi söz konusu değildir. İki kutbun da kesişen ilk öncelikleri arasına girmeyen tüm talepleri kapsayabilecek bu tarz eylemler, ya sınırları içerisinde tutularak toleransla karşılanıyor ya da karikatürize edilerek söz edilen kutuplaşmaya alet ediliyor.

Türkiye’de uzun bir zamandır, yukarıda açıklanan iki kategoriden birine girmeyen kampanya, grev, boykot veya sokak eylemi neredeyse yok. Sıkça tekrar edildiği üzere, saray rejiminin en önemli kabiliyeti girdiği kavgaları kazanmaktan çok hangi kavganın verileceğini tayin etme tekelini elinde tutması.  Bu sebeple, sarayın kimi ne süreyle hapsedeceğine korkusuzca karar verdiği bu döngüyü kırmak için, bahsedilen eylem alışkanlıklarıyla çelişen ve bununla yetinmeyip somut alternatifi de ortaya koyan çıkışları aramak gerekir. Türkiye İşçi Partili 16 gencin tutuklanması ile sonuçlanan MESEM protestosu, bu niteliği taşıyan, daha önemlisi söz konusu kısır döngüyü kırmak amacıyla başarıyla planlanmış bir eylemdir bu yüzden. Dahası, aynı gençlerin 19 Mart’ta Saraçhane barikatını yıkan gençlerden olması, bu eylemi tekil bir vaka ya da tesadüf yerine ortaya koyulacak her direniş pratiği için yöntem kabilinden bir referans haline getiriyor.

1: Neden MESEM?

Sarayın yargı ve propaganda aygıtının, bu eyleme karşılık verirken bocalamış olmasının birinci sebebi, Türkiye’de düzen siyasetinin MESEM diye bir gündemi olmaması. Milyonların yakıcı sorunlarının ana akım siyasetin gündemine girememesi bir istisna değil. Fakat, Bahçeli’nin 2024 Ekim’deki açıklamalarından bugüne, siyasi tarihimizin ana akım gündemler ile halk gündeminin en kopuk zamanını yaşadığını söylesek sanırım çok abartmış olmayız. Bu doğrultuda, 15 yaşında çocukların devlet eliyle atölyelerde ölüme gönderildiği bir sistemin yaratıcıları, yazımızın konusundaki son eyleme kadar asla köşeye sıkıştırılamadılar. Dahası, iktidar tüm odağını bu sistemi savunmaya vermiş olsaydı dahi, ayda 6000 TL’ye, ölümle burun buruna çocuk çalıştırmak reklama daha fazla para harcayarak aklanabilecek bir iş değil. En önemlisi, bu yakıcı gündemin seküler/muhafazakâr ayrımına tahvil edilerek tartıştırılmasının, doğası gereği mümkün olmaması. İktidarın odağını tamamen sınır ötesine, muhalefetin ise dayatılan varoluş krizi ile iç gündemlere verdiği bir atmosferde sahipsiz kalan halkın gündelik dertleri, siyasi temsilini bulduğunda elbette duvarda çatlak açacak. Fakat MESEM de dahil olmak üzere, bu gibi dertler ilk kez bir eylemin konusu edilmiyor. Peki bu örneği özel kılan, camdan gündem tavanını kırmasını sağlayan faktör neydi?

2: Metot, Hedef, Odak

Yukarıda söz ettiğimiz cam tavanı kırmamıza engel en önemli stratejik hatalardan biri, eylemlerin muhatabının, basınç odağının fazlasıyla geniş seçilmesi. Hayat pahalılığına, düşük ücretlere veya ağır iş koşullarına karşı düzenlenen bir eylemde, sorumlu tutulanların kapitalizm ya da sermaye gibi özelleştirilmemiş tanımlarla ifade edilmesi. Bir ihtiyacı öfke ve enerjiye dönüştürmek şöyle dursun, var olan öfkeyi de bir çıkmaz sokağın duvarına çarptıran bu tercih, eylemlerin tutum ilanından ibaret kalmasına sebep oluyor. Halbuki, işçilerin eti ile kemiği ile gözleri önünde gördükleri bir patrona karşı başlattıkları bir grevde, öğrencilerin gökten inmiş bir rektörde somutladıkları atanmış nefretinde, ormanı katledilen köylülerin kepçesinde şirketi bulduğu direnişlerde aynı kriz söz konusu dahi değil. Yani kitleler, yalnızca bir dertle dertlenince değil, o derdin müsebbibini, gözünün önünde bir fani olarak canlandırabildiğinde harekete geçer. Çocukların üç kuruş için iş cinayetlerine kurban verilmesi elbette bu toplumun bir derdidir. Ancak bu dert kitlesel öfkeye ancak Yusuf Tekin’in sorumluluğu öne çıkarıldığında dönüşmüştür. Yusuf Tekin’in kaybettiğimiz çocukların ölümlerindeki sorumluluğu, TİP’li öğrencilerin eyleminden önce, aynı partinin sözcüsü Sera Kadıgil tarafından, bakanın bakanlığının bütçe talep ettiği komisyon toplantısında ortaya koyuldu. Bakanın komisyon toplantısını terk etmek zorunda kalmasıyla ülke gündemine gelen konuşmayı yazının okurları hatırlıyordur mutlaka. Yani Yusuf Tekin’in ilgili protesto eyleminde hedef alınması süreci, bir zaman cetveli ile takip edilebilecek bütünlüklü bir kampanyanın da ürünü. Dahası, Yusuf Tekin’in iktidar içerisindeki gerilim sebebiyle, partisini bir bütün olarak yanında bulamayacağı faktörü de hedef tayinini haklı çıkarıyor.

Bakanın sorumluluğunun öne çıkarılması kadar, eylemin kelimenin tam anlamıyla bir ‘patron konforu ütopyası’na karşı gerçekleştirilmesi, derdini anlatmasına büyük katkı verdi. Gerçekten de kasten oluşturulmuş bir Yeşilçam filmi klişesi gibi, çocukların en iyi ihtimalle şans eseri hayatta kalacakları bir sistemin çalıştayı, lüks bir otelde, üst düzey bir patron toplantısına yaraşır şıklıkta bir salonda, seçkin hizmet ve imkanlarla gerçekleştiriliyordu. Haliyle eylemin sıkça paylaşılan görüntülerindeki, bu patron ütopyasının yerle bir edilmesi, eylemle duygusal ortaklık kurulmasını kolaylaştırdı. Diyebiliriz ki, devrilen bir masanın söylenen tüm sözler ve atılan sloganlardan daha çok akılda kalması bu eylemle ilgili doğru her şeyin özeti. Bakanın, projenin safını inkâr edilmesini imkânsız kılan, projenin en katı destekçilerinin dahi kafasını karıştıracak bu görüntü sonucunda elbette karşılık kontrolsüz, hazırlıksız ve orantısız oldu. Panikle tutuklama gerekçesi bulma arayışı, boyayı silah saymaya kadar varan bir akıl tutulmasını tetikledi. Nihayetinde eylemin haklılığını bir de savcılık tasdik etmiş oldu. Bu manzara, gençlerin tutuklanması sürecini ve eylemin muhatabında oluşturduğu tahribatı açıklayabiliyor. Fakat, bu kadar kararlı bir sert karşılığı, neden gençlerin haftalar sonra özgür kalmasının takip ettiği sorusu hala yanıtsız. Üçüncü başlıkta gerekçeleriyle yanıtlanacak bu sorunun kısa cevabını buraya bırakalım: gençleri tutuklamak, MESEM gündemini kapatamadı.

3: Bütünlük ve Süreklilik

Eylemin planlama ve metot açısından başarısını vurgularken, bu eylemin ses getirmiş olmasının sebeplerini eşit faktörler olarak listelemekten kaçınmak gerekir. Bu süreci diğer her faktörün toplamı kadar etkileyen, MESEM’in iktidarın aşil topuğu olduğu hakikati. Neredeyse her gün bir çocuğunu iş cinayetine kurban veren bir toplumun işin bu tarafını tartışmasını beklemek belki gerçekçi değil ama, MESEM ülkede sermayenin gözü dönmüşlüğü kadar sarayın sıkışmışlığını da ortaya koyuyor. Her seçimden sonra emekçiye kemer sıktırmanın ve sermayeye servet transferinin bir yolunu bulup, seçim yaklaştığında kör göze parmak bir seçim ekonomisi ile kaynakları oy kaygısıyla kullanıp, tüm bunları üretim kapasitesini arttırmadan, dikkate değer bir sanayi sıçraması türetmeden gerçekleştirmek, ancak ve ancak MESEM gibi radikal sömürü pratikleriyle mümkün.

Türkiye, çok uzun zamandır ekonomi başlığında tercihlerini, farklı finansal -ekonomik değil- anlayışlara sahip maliye bakanlarını nöbetleşe işin başına getirerek uyguluyor. Erdoğan’ın görevde kalması için o gün hangisi gerekiyorsa uygulanan bu formüllerin sürdürülebilirliği, ücretsiz emeğe ulaşmanın gayrinizami bir yolunu bulmakla mümkün. Bu doğrultuda, siyaseten ne kadar yara alırsa alsın, Saray’ın mevcut perspektifiyle MESEM’den vazgeçme “lüksü” de yok. Bu başlıkta siyasi manevra alanını oldukça daraltan bahse konu olgu, meselenin ana akım siyasette tartışılan dertlerden biri olmasının, düzen için kolay aşılmayacak bir engel teşkil etmesine sebep oluyor. Her ne kadar saray, arkadaşlarımızın tutuklanmasını takiben neredeyse tüm medya unsurlarıyla kampanya yürütmüş olsa da; “on yıldır çalışıyorum” diyerek bir kameraya konuşan 15 yaşında bir çocuğu projenin haklılığına delil gösterme çabasının kifayetsizliği en başından aşikardı.[1] Dahası, gençlerin tutsaklığı çocuk işçi hakikatini her gün hatırlatan bir gündeme evrilmişti.

Saray için bu kazanılabilecek bir polemik değil; bir bakana doğrudan yönelen protesto eyleminin cezasız kalmayacağını ispat etme kaygısının, MESEM hakkındaki algının daha da kötüye gitmesi korkusuna bir noktada mağlup olacağı, tam da bu aşamada ortaya çıktı. Elbette maddi ispatı mümkün değil ancak, bu tutsaklığın 11. yargı paketi tartışmalarına tesadüf etmesinin de süreci hızlandırdığı öne sürülebilir. Keza, arkadaşlarımızın özgürlüğü için yürütülen kampanya çerçevesinde, iktidarın ülkedeki suç epidemisine karşı yetersizliği ile ‘çocuk ölümlerine ses çıkardı’ diye hapsedilen gençler arasındaki çelişki ısrarla ve güçlü bir biçimde vurgulandı. Elini kolunu sallaya sallaya gezen katiller, tecavüzcüler, uyuşturucu tüccarları bir yanda; sıra arkadaşları için ses çıkardı diye hapis yatan yaş ortalaması 19 olan gençler bir yanda…

Gündemden düşürmenin bir yolunu bulamazsanız, bu çelişki, topluma uzun zaman kabul ettirebileceğimiz bir çelişki değil. Elbette bu anlatının kuvvet bulabilmesinin en önemli sebebi, tutuklu arkadaşlarımızın, dışarıda ailelerinin ve arkadaşlarının gösterdiği dirayet. Bu sayede, tutuklamanın ilgili eylemi sonlandıramadığı, arkadaşlarımızın tutsaklığının, çocuk yaşta hayattan koparılan kardeşleri için yükselttikleri sesin devamı olduğu artık inkar edilemez bir duruma dönüştü. Özetle, uzun zamandır başarılamayan bir şey başarıldı ve eylemcileri tutsak etmenin maliyeti serbest bırakmanın maliyetinden yüksek hale getirildi. Yani, özgüvenle söyleyebiliriz ki, bu sefer onlar bırakmadı, biz geri aldık.

Tüm bu anlatılanlar, tek başımıza arkadaşlarımızın özgürlüğüne kavuşmasına sebep olmuş olsaydı dahi başlı başına mutluluk vericiydi. Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken şey, bu eylem pratiğinden sonra solun protesto, direniş ve halk hareketi anlayışında geriye döndürülemeyecek bir kırılma doğacağıdır. Tüm sıkışmışlıklarını AKP ve uyguladığı şiddetin yoğunluğuyla açıklama konforuna sığınmış bir sol yılgınlığın bu eylemden sonra işlemeyen ezberlerde ısrar etmesinin ikna edebileceği kimse yok. Halkın her gün burun buruna yaşadığı dertleriyle dertlenmenin, yüksek siyasetin anlamsız polemiklerinden sıyrılıp ölüm kalım mücadelesi veren insanlarla dayanışmanın, gündem olanın peşinden sürüklenmeyip işçi sınıfının kendi gündemini dayatmanın yıllardır aradığımız mucizevi ilaç olduğunu artık herkes biliyor. Bu eylemin ardından, ortaya koyulacak her direniş pratiği için nirengi noktası, arkadaşlarımızın özgürlükleri pahasına bu yılın sonuna çektikleri çizgidir.

Sözün özü, bu su artık geriye akmaz. Bizi karaya çıkarıp çıkarmayacağını ise buradan alınan dersi uygulamakta ne kadar inatçı olduğumuz belirleyecek.

Buz kırdınız, yol açtınız. Hoşgeldiniz arkadaşlar!

[1] Devlet güdümünde olduğu bilinen birçok “konsept haber hesabı”, eylemi takip eden günlerde sürekli olarak “3 yaşından beri sanayide icat yapan tosun çocuk işçi” videolarını eşgüdümlü olarak dolaşıma soktu. Bu videoların dolaşıma sokulması, belki de normalde olmayacak biçimde, ciddi bir öfkeyle karşılandı.