Güvenlik Siyasetinin Türkiye Siyasetinde Kırılımları

Alp Tanlası15 Ağustos 2025

2024 ABD başkanlık yarışında Donald Trump, Joe Biden’ı ulusal ekonominin içini boşaltmanın yanı sıra “Ukrayna yüzünden” ülkeyi bir dünya savaşına sürüklemekle suçlamıştı.[1] Demokratların iktidarı, ABD’nin jeopolitik gücünün zayıflamasına ve dünya piyasalarını etkileyen savaşları yönetememesine yol açmıştı. Donald Trump ise ABD’ye refah ve “ABD Dostlarına” barış vaat etmişti. Rusya’yla iletişim kuracak, ABD’nin dünyanın çeşitli yerlerine yaptığı askeri yatırımı azaltacaktı.

2025 yılı itibariyle iktidara geldiğinde kendisi de kısa sürede gidişata ayak uydurup yeni gerginliklerin parçası oldu. Donald Trump, Avrupa’da kendisine büyük bir kaygıyla bakan Almanya’daki sosyal demokrat Die Linke’den Birleşik Krallık’ın İşçi Partisi’ne kadar yayılan silahlanma akımına katıldı. Bugün, geriye dönüp bakıldığında 2024 yılında bile önceki yıla kıyasla %9,4 artan askeri harcamalar, Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana en büyük askeri harcamayı işaret ediyor. 2025 içinse çok daha fazlasını beklemekte bir gariplik yok.[2]

2023 Ocak ile 2025 Haziran arasındaki savaş ve çatışmaları inceleyen Evrensel Gazetesi dosyasına göre bugün 2 milyardan fazla insan savaş tehdidi altında yaşıyor.[3] Bu savaş tehdidi altında yaşama durumu; Ortadoğu’da İsrail’in sadece iki yılda Filistin, Lübnan, Yemen, Suriye ve İran’a dönük saldırganlığı, Rusya ile Ukrayna arasında süren savaş, Afrika’nın birçok ülkesinde bitmeyen isyan, darbe ve krizler ya da Hindistan-Pakistan arasındaki kronik sorunlara ek olarak ABD ile Çin arasındaki ekonomik gerilimle birlikte okunduğunda bugün doğrudan savaş coğrafyasında bulunmayan Avrupa’da dahi, “Yeni” dünya düzeninin ciddi bir tedirginliği söz konusu. Bu tedirginlik dünyayı ekonomik sıkışmalarla, yaşlanan nüfus sorunlarıyla, göçlerle geniş bir güvenlik tartışmasının içine çekiyor.

Bu yazıda güvenlik kavramı, güvenliğin kendisine gerçekten duyulan ihtiyaç ve onun sermaye sınıfı eliyle ne şekilde manipüle edildiğiyle birlikte, kullanım kapsamındaki yetersizlik ve bu yetersizliği sağlayanların yarattığı esas kriz etrafında tartışılacaktır. Türkiye’nin çevresi ve içindeki yansımalarla birlikte sermaye düzeninde güvenliğin mümkün olup olmadığı yazının esas tartışmasıdır.

Güvenlik tartışmaları ılımlı siyasi partilerin yerini daha radikal olanların alması, siyasi bloklar içi çıkar çatışmaları, işçi sınıfının haklarının yeni uzlaşılarla saldırıya uğraması gibi sonuçlarla kendisini gösteriyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de güvenlik tartışması sol/sosyalist hareket için temkinli yaklaşılan bir konu. Çünkü güvenlik, kaynağı kendisinden menkul bir sebep olarak siyaset alanında kitlelerin talep ve ihtiyaçlarını baskılarken yaşamlarını koruma kisvesi altında devletlerin kuralsızlığına bir alan açıyordu.

Öte yandan sermaye çıkarları için devletin kullanılmasını Neocleous şöyle anlatır: “Dünyanın tek süper gücünün şimdiki ‘teröre karşı savaş’ sürecinde izlediği güvenlik politikası, belli bir ‘ekonomik düzen’ vizyonuna dayalı liberal düzen inşası anlayışı ile desteklenmektedir… ‘Ulusal güvenlik’ kılığına bürünmüş ekonomik güvenlik (yani ‘kapitalist birikim’) bugün, gerektiğinde hala faşistlerle, çetelerle ve uyuşturucu kartelleriyle ittifak halinde gerçekleştirilen her türlü ‘müdahaleyi’ haklı göstermek için kullanılmaktadır.”[4]

Ancak bugün milyonlarca insanın gerçekten sorun olarak yaşadığı kaygı karşısında güvenliğin, sermaye sınıfı ve emperyalist devletlerce sömürülmesinin karşısında yeniden tanımlanma ihtiyacı hasıl olmaktadır. Bu ihtiyacı gidermenin yolu, güvenlik kavramını kırılımları ve sermaye sınıfı ile uzlaşmazlığı içinde tartışmakla başlıyor.

Güvenlik Tartışmalarının Türkiye’de Kırılımları: Otoriterlik ve Barış

Türkiye’de güvenlik tartışmalarını çoğu zaman aşan, bazense kesişen bir gündem kaosu yıllardır mevcut: Emekçilerin çalışma koşulları ve maaşlarına dönük vahşileşen sömürü koşulları, CHP’ye dönük siyasi operasyonlar, kadın cinayetleri, orman yangınları, üniversite ve lise sınav sonuçları, sokak hayvanları… Ve bunlardan daha farklı bir toplumsal bölünmeye yol açan, yeni “Barış Süreci”.

Barış tartışmalarının detayları, her geçen gün belirginleşmeye devam ediyor. Kürt Siyasal Hareketi ve AKP-MHP/Saray Rejimi haricindeki bütün farklı siyasi odaklar barış tartışmalarına çeşitli kapsamlarda itirazlarla veya şerhlerle müdahale etmeye çalışıyor. Tekrardan CHP’ye katılan Muharrem İnce’nin “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesini öne çıkartması ya da bazı DEM Partili siyasetçilerin “Kürtlüğün inkarı sona ermiştir” görüşünü belirtmesi gibi ulus tartışmaları da barış başlığı altında tartışılırken uluslararası politika da barış başlığından nasibini alıyor.

Öyle ki İsrail 13 Haziran’da İran’a ilk saldırıyı başlattığında, Devlet Bahçeli saatler içerisinde kamuoyuna “İran’a yapılan operasyon bir yönüyle Türkiye’ye verilmiş sinsi mesajdır. Aynı şekilde Türkiye Yüzyılı’na mühür vuracak kutlu hedeflere, terörsüz geleceğe ve ayağa kalkan diriliş ruhuna karşı dolaylı tepkidir” diyerek olayı Türkiye’nin güvenliğiyle ve barış tartışmalarıyla ilişkilendiriyordu.

Türkiye’de barış başlığına bu kadar kapsamlı konuların dahil edilebiliyor olması yapay bir gündem değil. Dünya çapındaki savaş tehdidi, Ortadoğu’da susmayan çatışma ve savaşlarla birleşince Türkiye’de güvenlik sadece harcamalar başlığına indirilemeyecek kadar önemli bir noktada yerini alıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürt Özgürlük Hareketi ile başlattığı barış süreci gibi, HTŞ’nin Suriye’de iktidara gelmesini de “ulusal güvenlik” kapsamında ele alıyor. Türkiye’nin güney sınırında “düşman” bırakmayan bu denklem, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türk-Kürt-Arap ittifakı tanımlamasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugüne dek ele aldığından daha geniş bir “yaşam alanı” güvenlik siyasetine etki ediyor. Klasik liberal güvenlik eleştirilerinin kapsamına çok uygun şekilde güvenlik siyaseti yeni düşman tanımlarının çok ötesinde, Diken tarafından şöyle tanımlanır: “Biyoiktidarın kurucu gücüne, düşmanın yaşam, üretim ve tüketim koşullarını, kısaca yaşam alanını belirlemesine ihtiyaç duyan bir güvenlik siyaseti söz konusudur.”[5]

Ortadoğu’nun Selameti

Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına bakışta kabaca iki görüş öne çıkıyor. Biri Türkiye’yi NATO politikalarının (diğer tüm üyeleri gibi) doğrudan uygulayıcısı olarak gören ve önümüzdeki günlerde Türkiye ile İsrail’in birlikte Suriye’yi paylaşacağına ya da İran’a saldıracağına dair iddialar da atan görüş. Diğeri ise, NATO içerisinde de uzlaşmaz çıkar çatışmaları bulunduğu için Türkiye ile İsrail’in yüksek bir gerginlik/örtük bir savaş halinde bulunduğu, karşılıklı gözdağı verme sürecinin de devam ettiğini savunan görüş. Ayrıca Türkiye, Suriye ve PKK-YPG güçlerinin de İsrail karşıtlığında bir cephe kurduğu iddiası da bu görüş kapsamında.

Ortadoğu’daki tüm tarafların aldığı çok keskin tavırlar göz önünde bulundurulduğunda, NATO içerisinde de uzlaşmaz olmasa dahi çıkar farklarının olduğu ve İsrail’in yayılmacılığına karşı NATO karşıtları haricinde de Türkiye, Suriye ve Suudi Arabistan gibi çeşitli ülkelerin birbirine daha yakın davrandığını söylemek mümkün.

Tabi ki bunların hepsi Ortadoğu’nun huzuru veya refahı için değil. Ancak öte yandan, Ortadoğu’ya dair atılan adımlar da yalnızca Türkiye Devleti veya sermaye sınıfının çıkarlarıyla kesişmiyor. Geçtiğimiz süreç yeterince iyi öğretmiş olmalı ki, Türkiye Ortadoğu’daki hiçbir gündemden bağımsız değil. Dolayısıyla gerçekten Türk, Kürt ve Arapların dirsek temasıyla huzur ve refah içinde yaşaması sağlanmadan Türkiye’nin hiçbir anlamda güvenliğinin sağlanması mümkün gözükmüyor. Ortadoğu’nun İsrail saldırganlığı, düzensiz göçler, mezhep çatışmaları ve benzeri çeşitli sorunlar karşısında güven içinde olabilmesi için Türkiye’nin de alması gereken sorumluluklar olduğu reddedilemez bir gerçek.

Ancak bu noktada, tüm bu tartışmaların eksenini tekrardan ele almak gerekiyor. Türkiye’de barış, ülkenin güvenliği ve Türk-Kürt-Arap halklarının dostça yaşayabilmesi verili koşullarda mümkün mü?

Sermaye Sınıfı ve Güvenlik

Türkiye ekonomisinin içinden geçtiği vahşi süreç, büyük sermaye gruplarına geniş bir birikim imkanı sağlarken küçük sermaye gruplarını sıkıştırıyor, ücretli çalışanlarıysa mülksüzleşmeyle, yoksullukla, işsizlikle terbiye etmeye çalışıyor. Aynı büyük sermaye grupları Saray Rejimi ile birlikte yıllardır Türkiye’nin doğal kaynaklarından tarımına, sanayisinden turistik kapasitesine hızlıca paraya dönüştürmek için özelleştirmeye, tüketmeye ve yok etmeye devam ediyor. Türkiye’nin uluslararası pazara açılması amacıyla atılan her adım, Türkiye’nin kendi kendine yeterliliğini olanaksız noktalara sürükledi.

En büyük tehdit olarak tanımlanan İsrail’le süren ticari ilişkilerden vazgeçmeyen sermaye sınıfı, İsrail’in en büyük 5. ihracatçısı olmanın yanında Genelkurmay Başkanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı gibi hassas noktalarda dahi veri güvenliği İsrailli şirketlere bırakılabiliyor.[6] Türk Telekom gibi büyük kurumlar, deprem zamanları iletişim hattının çökmesi gibi zafiyetlerle birlikte İsrail istihbaratı ile bağlantılı çalışan şirketler eliyle gözetleme faaliyetlerinde de bulunabiliyor.[7]

Sermaye sınıfının diğer tüm sayılanlarla birlikte, küresel sermaye ile kurduğu ülkeyi bağımlılığa sürükleyen işbirliğinin güvenlik zafiyeti olarak tanımlanması gerektiği bir gerçek. Çünkü sermaye sınıfının ülkesinden, halkından, adaletten, hukuktan veya herhangi bir şeyden daha çok önemsediği tek şey kendi çıkarları ve sermayelerini büyütme olanaklarıdır.

Sırtını sermaye sınıfına dayayan bir güvenlik tartışması, güvenlik kavramının en daraltılmış halini önümüze sürer. Halkın geniş kesimlerinin refahı sağlanmadan, adil bir düzen kurulmadan, sosyal güvenlik olmadan sadece sermaye sınıfının çıkarlarını güvenceye alan bir güvenlik anlayışının koruduğu alan verdiği zafiyetten küçüktür.

Ülke güvenliği konusunda halkı seçmeyenler, sermayenin kollarına düşer. Sermayenin kolları küresel sermayenin çıkarlarına ve onun siyasi tercihlerine uzanır.

Oyunun Kurallarını Seçmek: Teslimiyet yolu ya da AntiEmperyalist yol

Dünya tarihi, halkını seçmeyip halkına güvenmeyip güvenliği öncelemeye çalışan liderlerin yenilgileriyle doludur. Suriye’de Esad’ın yenilgisinde bu ayak izlerini görmek kolaydır. İç savaş süreci sonrası yerel ve bölgesel sermaye gruplarıyla denge bulmak isterken[8] halkın örgütlenmesine hiç odaklanmayan Beşar Esad, gücü teslim ettiği askeri yetkililerin uzlaşmasıyla bir hafta içinde ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır. Fehim Taştekin, sürecin iç ekonomisini öne çıkartarak şöyle yorumlamış: “ABD’nin Sezar Yasası ve AB’nin yaptırım kararlarıyla ekonomisi çöküşe sürüklenmiş, yeniden inşa bir yana günü idare edecek çareler geliştirememiş, halkı nefessiz bırakılmış bir ülkede herkes ‘Artık ne olacaksa olsun’ noktasına geldi. Yani Esad yönetiminin bekası ile ülkenin bekası arasında kurulan bağ çözüldü.”[9]

Daha yakın bir örnekte ise, bugün Cumhurbaşkanı olan Erdoğan ve içinden çıktığı Refah Partisi geleneği “Adil düzen” talebiyle sermayeyle emekçilerin aynı tarafta eridiği bir toplum hayal ederken, düzene dahil olmasıyla birlikte hızlıca hayallerini bir kenara bırakmıştır. “Adil düzen” sermayenin düzenine ideolojik olarak yenik düşmüş, yoksulları karşısına aldığı sermaye gruplarını terbiye etmek için bir araç olarak görecek biçimde evrimleşmiştir.

Bugün Suriye’de iktidara gelen Colani de Afganistan’daki Taliban da iktidara geliş sürecinde kendi yolları ve düzenin yolları arasında tarafını düzenden yana seçmiş, sermaye sınıflarına ideolojik olarak teslim olmuştur. İdeolojik teslimiyetleri, onları normlarını ve hedeflerini bir kenara bırakarak piyasanın normlarına ve çıkarlarına hizmete hazır hale getirmiştir.

En dar anlamda dahi olsa, NATO Bloku’nun herhangi bir unsuruyla karşı karşıya gelen veya çıkarları çatışan bütün güçler için uzun geçmişi olan bir yol ayrımı kendisini göstermeye devam etmektedir. Halkın örgütlenmesi üzerinden bir bağımsızlık yolu tarif etmeyen bütün güçler, sermayenin düzenine ve küresel sermayenin işleyişine teslim olmak mecburiyetindedir.

Sermayeye teslimiyet yolunu seçenler, oyunu kurallarına göre oynamadığında darbelerle, seçimlerle veya envai çeşit siyasi müdahale ile tarihin çöplüğüne gider. Emperyalist düzen içinde yol açmaya çalışan da çıkar çatışmalarında büyük balıkların karşısında kalır. Emperyalist düzene kafa tutmanın yolu, sermaye sınıfını karşıya almaktan geçer. Sermaye sınıfını karşısına alamayan hiçbir güç, daha büyük sermayenin olduğu taraftan paçayı kolayca kurtaramayacak, kendi sermaye sınıfının işbirlikçiliğiyle karşı karşıya kalacaktır.

Sonuç: Sermayenin Güvenliği Halkın Güvenliğine Karşı

Türkiye bugün dışarıya silahlanma şovu ve diplomatik güç gösterisi yapıyor. Türkiye’de silah endüstrisi TOGAN ve KAAN’larla piyasaya canlılık katmayı hayal ederken, SİPER ile hava savunmasını garantiye alıyor. Devlet, silahlanma dışında da geniş piyasalarda teşviklerle, yeni pazar arayışlarıyla, vergi aflarıyla, ek yatırımlarla ve hatta Merkez Bankası politikalarından grev yasaklarına yüzlerce yöntemle devletlik görevlerini sermaye sınıfı için itinayla yerine getiriyor. 

Oysa tam da yeni savaş modasına uygun geliştirilen bu ürünlerin arkasında ülke söndürülemeyen yangınlarla, yönetilemeyen enflasyonla, yaygın yoksullukla, suç şebekeleriyle halkın güvenliğinin en kırılgan olduğu zamanları yaşıyor. Devletin büyük huzur anlatılarının arkasında tedirginlik ve kaygı herkesi bir yerlerden yakalıyor, kimileri bir anda ilan edilen rezerv alanla yersiz yurtsuz kalırken kimileri hakkını yıllarca mahkeme kapılarında ararken aynı deneyimi yaşıyor.

Devletin güvenliğiyle sermayenin güvenliğinin özdeşleştiği yerde, devletlik görevlerinde sıra halka gelmiyor. Dünyadaki gerçek güvenlik riskleri ya da Ortadoğu’nun içler acısı durumu düşünüldüğünde güvenliğin de yeniden tartışılıp başa halkın ekonomik ve toplumsal güvenliğinin yazılması gerekiyor. Çünkü bunu yazmadan güvenlik; halkı örgütsüzleştirerek, sahip olduklarını elinden alarak sömürgeleştirmeyi sağlamaya yol açıyor.

Bu koşullarda, bir güvenlik ihtiyacıyla da vücut bulan yeni barış süreci, Kürt emekçilerine, yoksullarına, kadınlarına Türklere sunduğundan daha fazlasını sunmayacaktır.

Bugün Ortadoğu’nun selameti, Türklerin Kürtlerin ve Arapların geniş halk kesimlerinin birlikte sömürülmesinden ve savaşlara birlikte sürülmesinden değil, huzuru tesis etmek için birlikte ve en yaygın şekilde sorumluluk almasından geçmektedir.

Bugün Türkiye’de barış da Ortadoğu’da Türk-Kürt-Arap birliği de ihtiyaç duyulan olgular olmakla birlikte, sermaye sınıfıyla işbirliği içinde başarılamayacak veya daha büyük istismarlara hizmet edecektir.

[1] https://www.trthaber.com/haber/dunya/trump-biden-abdyi-3-dunya-savasina-goturuyor-689574.html
[2] https://www.sipri.org/media/press-release/2025/unprecedented-rise-global-military-expenditure-european-and-middle-east-spending-surges
[3] Evrensel Gazetesi, 22 Haziran 2025
[4] Neocleous, M. (2014) Güvenliğin Eleştirisi. Ankara: Notabene Yayınları s. 151
[5] Diken, E.T. (2015) “İmparatorluk”un Siyasi Coğrafyası içinde, Yeşiltaş M.,Durgun S., Bilgin P. Türkiye Dünyanın Neresinde (s.187). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları
[6] https://ydh.com.tr/d/21979/turkiye-nin-veri-guvenligi-siyonist-rejime-emanet
[7]https://haber.sol.org.tr/dunya/turk-telekom-israil-baglantili-sirketten-yardim-alarak-hepimizi-gozetliyor-173559
[8] http://harici.com.tr/sam-ve-riyad-buyukelcilikleri-yeniden-acmaya-hazirlaniyor/
[9] https://www.gazeteduvar.com.tr/bir-devrin-sonu-makale-1740965