Türkçe’de kelimeler sadece anlamlarla değil, duygularla yüklüdür. Bu nedenle konuşmak, iletişim kurmak çoğu zaman anlaşmaktan çok, duygudaşlık kurmaya yarar. Her sözcük, sırtında taşıdığı duygularla anlam kazanır.
Kader… Gündelik Türkçe’de kaderi 2 anlamda kullanırız ki, duyguları da farklıdır. Bir anlamı uhrevidir. İmanın şartları arasında kadere inanmak da gelir. Müfessirler yüzyıllardır kaderin uhrevi anlamı üzerine düşünür dururlar.Fakat halkın zihninde kader müfessirlerin derinliğinden çıkar ve yalın bir anlam kazanır. Halkın tasavvurunda kader demek “yapacak bir şey yok” anlamına gelir. Bu aynı zamanda boyun bükülmesi gerekeni ifade eder ki, ‘umut yorgunu’ Anadolu halkı bu kelimenin duygusunu çok iyi tanır. Yapacak bir şey yok, kader…
Halbuki halkın kader bildiği çoğu zaman düzenin egemenleri tarafından dayatılandır. Egemen ki nasıl güçlü, nasıl muktedir… Yapacak pek bir şey yoktur, önerilenler de halkın gerçeği karşısında çocuksu hayallerdir.
Yapacak bir şeyin olmadığı koşullar altında, milyonlar kaderlerini yaşarlar. Gündelik hayatın dayattığı rutin mücadelelerle doludur ve mücadelenin kendisi aslında hayatta kalmak çabasından ibarettir. Çalışmadan olmaz, işe gitmek durumundasın, müdürün sözünden çıkmak olmaz, işinden olursun. Dayatılanların tümü hayatını tehlikeye atacak tehditler sayesinde işe yarar. Çalışmak zorunda olanlar, hayatta kalmak için çalışırlar.
Fakat hayatta kalmak için sadece çalışmak gerekmez. Gündelik hayat akıp giderken ertesi gün işe gidebilmek için de yapılacaklar listesi var.
Evvela başını sokacak bir ev gerekir. Akşam parkta uyuyan bir kişinin ertesi gün işteki verimliliği düşecektir. İşte lojman fikrinin 19’uncu yüzyılda ilk ortaya çıktığı zemin de budur.
Veya ısınmak gerekir. Kış soğuğunda evinde tir tir titreyen birinden verimli çalışmasını beklemek güçtür. Hastalandığında onu iyileştirecek bir sağlık sistemi de şarttır. Aksi halde basit bir hastalık bile iş verimliliğini düşürecektir.
Emeğin üretim alanı, fabrikalardır, tarlalardır veya plazalardır, ofislerdir. Ancak emek gücünün sahibi, ertesi gün bu alana yeniden gelebilmesi için emeğin yeniden üretilmesi gerekir. Emeğin yeniden üretim alanları, emekçinin evidir, hastalandığında gittiği sağlık ocağıdır, evladının gittiği okuldur. Kısaca barınma, eğitim ve sağlık, emeğin yeniden üretimi için gerekir.
20’nci yüzyıl refah devleti, emeğin yeniden üretim alanlarını piyasa despotluğundan korumaya çalıştı. İşçiler için lojmanlar inşa etti, eğitim ve sağlık sistemi kamusal olarak sundu. Bu tavır, düzenin insani tutumundan değil, emeğin verimliliğinin önemsenmesinden kaynaklıydı.
Fakat piyasa egemenliği veya 21’nci yüzyıl kapitalizmi, emeğin yeniden üretim alanlarını da piyasalaştırdı. Kirayı ve faturaları ödeyebilmek için, gündelik iaşesini karşıyabilmek için, sağlık harcamalarını karşılayabilmek için veya okula gitmek için çalışmak… Aslında ertesi gün işe yeniden gidebilmek için bugün çalışmak.
Bu çerçeveden bakıldığında görülecektir, bu koşullarda yaşayan milyonlar aslında bir ‘esir hayatı’ yaşarlar. Tıpkı bir esir gibi, yapmak zorunda olduklarını yaparlar geri kalanlar için “yapacak bir şey yok” derler. Bu gündelik rutin, halk için bir kader gibidir.
Emeğin yeniden üretim alanları piyasa despotluğuna bırakıldığı anda, halkın esareti derinleşir. Bu koşullar, halk kesimlerinin haysiyetlerini dahi koruyamadığı, giderek çürüdüğü, çürürken efendisine daha güçlü tutunmak zorunda kaldığı, böylece esaret hayatının bir kadere dönüştüğü fasit bir daire yaratır.
Çok açık ki, bu dairenin hem teşhir edilmesi hem de daireye gedikler açılması, halkı esir alarak semiren bu düzenin en son isteyeceği şey olur. İşte buna en basit anlamda “güvence” diyebiliriz. Güvenceleri elinden alınan bir halk esir gibi yaşar. Güvencesizleştirme, düzenin bu yüzden en etkili silahıdır.
Güvence deyince, SGK kaydından daha fazlasını anlamıyor halkımız. Halbuki güvence, gündelik endişelerden arınmış bir zihin demektir. Emekliliğimde ne olacak sorusundan akşam yemekte ne olacak sorusuna dek uzun veya kısa vadeli endişelerin ortadan kaldırılması mücadelesidir güvence.
Bu endişeler nedeniyle esaret hayatına “kader” diyoruz. Halbuki endişeler azalsa, belki de yapacak bir şey vardır.
Bu endişeleri azaltma çabası, düzeni değiştirmiyor, sadece düzene makyaj yapıyor gibi görülebilir. Halbuki tam tersi, endişeleri azaltma mücadelesi düzeni değiştirecek nesnel şartları hazırladığı için devrimcidir. Üstelik bu basit gibi görünen talepler, esaret hayatını içselleştirmiş kesimler için son derece meşrudur.
Banka promosyonlarına yasal güvence, Tip 1 Diyabet hastalarına glikoz ölçüm sensörü ya da evladı engelli olan annelere emeklilik hakkı, staj ve çıraklık sürecinin emekliliğe esas oluşturması gibi talepler, düzen içi reform talepleri gibi görünse de, aslında bir tür devrim talebidir. Bu tip gündelik talepler, bir program dahilinde ele alındığında görülür ki, aslında düzene alternatif oluşturur.
Bu talepleri uzatmak mümkün. Ama bunlar içinde yaygınlaştırmaya en uygun olanlarından biri “okullarda 1 öğün ücretsiz yemek” talebi. Bu sayede emeğin yeniden üretim alanı olan okul, bir masraf kapısı, çocuğunu okula gönderen aile için çocuğun iaşesi bir endişe kaynağı olmaktan çıkacaktır.
Korkularla terbiye edilen bir toplumun endişesini azaltma gayreti de devrimcidir. Ha bir öğün yemek istemişsiniz ha değişsin bu düzen demişsiniz. Her ikisinde de eşitlik ve özgürlük mücadelesine omuz vermişsiniz.




