İçimize Gömdüklerimiz

Önder Engindeniz10 Mayıs 2025

Utkan gideli altı yıl olmuş. Sanki o kara taş mezarda değil de hâlâ yüreğimizde saplı duruyor. İyiden doğrudan güzelden yana olan, ilerici demokrat devrimci ne çok insanımızı uğurladık. Hepsi birbirinden farklıydı ama tamamı tarihin tekerleğini ileri doğru zorlayan cesur kararlı insanlardı. Kimi barikatta düştü, kimi hain bir pusuda, kimisi de adanmış gizli kahramanlar olarak yaşadı ve aramızdan öylece ayrıldı. Hatırladıklarımız, unuttuklarımızın zekâtı bile etmez ama biraz düşünürsek uzun bir mezarlık yolu gibidir mücadele tarihimiz.

Örneğin Sırrı abinin cenazesi için 1977 1 Mayıs’ında yoldaşlarımızın vurulduğu Taksim’den yürüyüşe başladık, Hrant’ın öldürüldüğü apartmanın önünden geçtik. Böylece şehrin nerdeyse her caddesinin mücadele tarihimizden ve doğrudan yana olan o insanlardan izler taşıdığını gördük.

Evet, biraz duygusal bir giriş oldu…  Altı yıl geçmiş olsa da, can dostum Utkan’ın arkasından yazmak benim için hiç kolay değil. Ama asıl mesele bu değil, burada zaten duygular ve eylemlerimiz üzerine birkaç kelam etmek niyetindeyim.

Andrew Jolly’nin Seni İçime Gömdüm isimli romanı Meksikalı bir köylünün sevdiği Kızılderili kadını gömmek için verdiği mücadeleyi konu alır. Kabrero(Dağlı) içinde yaşadığı toplumun bütün kurallarına karşı gelerek Kızılderili bir kadınla evlenmiş, kasabadan ayrılarak eşiyle dağlara yerleşmiştir. İki yıl sonra eşi göğsünde büyüyen bir yara nedeniyle ölmüştür. Eşine doğru dürüst bir cenaze merasimi yapmak için onun tabutunu kasabaya götürmeye karar veren Kabrero; bu yolda kendiyle, doğayla ve haydutlarla mücadele eder. Kasabaya vardığında da zengin abisiyle kilisenin rahibiyle ve kasabalılarla mücadele etmesi gerekecektir.

Kabrero’nun yükü sadece sevdiğinin tabutu değildir anlayacağınız; Haydutlarla, ırkçılıkla ve dincilikle mücadele eder bu yolda.

Ne kadar tanıdık değil mi? Sevdiklerimizi değerlerimizi kaybediyoruz ama sürekli kötülük üreten bu düzen içerisinde durup yasımızı tutmakta bile zorlanıyoruz. Bazen neye üzüleceğimizi bilemiyoruz.

Ama bazılarımız çok erken gidiyor, hem de çoğunlukla en kıymetlilerimiz…

Nedenini en son giden anlatmış:

“İyiler erken ölür’ sözünün çok bilimsel bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bir kişinin bir diğerine ‘iyi’ diyebilmesi için onun topluma dönük bir iyiliğinin olması gerekiyor; başkalarının derdine koşmak, başkalarının derdiyle hemhâl olmak, başkalarına zaman ayırmak, imkânlarını başkaları için de tahsis etmek vs. Bu tür kani gönüllü insanların ki buradaki kani kelimesi önemlidir; zengin anlamına gelir ama başka türlü bir zenginliktir bu, içinde bereketi barındırır.

Bu iyi ve bereketli insanlar maalesef erken göçüyor işte. Sonuçta bu kalp dediğin bir kişinin, bilemedin iki kişinin yükünü kaldırabiliyor. Başkalarının dertlerini de sırtlanınca e bu terazi bu sıkleti bir yerde çekmiyor.”

Sırrı abinin bu sözleri üzerine biraz daha düşünmemiz lazım galiba; mesele tam da budur belki!

Sosyalist bir bireyin yaşamında siyasal mücadele, az ya da çok mutlaka görünürdür. Kişi eylem ve etkinliklere, örgütsel hedefler doğrultusunda katılarak sonuçlarını gözlemleyip değerlendirebilir. Bu kavganın bedeli de çoğu zaman ortadadır. Mücadeleye yeni bir insan katmak, yeni bir mevzi kazanmak; polis şiddeti veya özgürlüğünden mahrum bırakılmak… Kavganın bir de görünmeyen yüzü vardır. Bu, yavaş ve yıpratıcı bir süreçtir. İçeridedir. Bir yanda devrimci hayalleriniz, diğer yanda mecburiyetleriniz ve görevleriniz arasında bir cenderede nefes almaya çalışırsınız.

Bunlar arasına bariyerler çekmek de bir seçenek tabii: Bir yandan aldığınız siyasal sorumluluklarınızı sürdürürken günlük yaşamın gerekliliklerini de “akışına uygun” şekilde yerine getirebilirsiniz. Evet, çelişkili ama kuşkusuz daha az yorucudur. Moda tabirle söylersek “sürdürülebilir” bir yaşamdır bu.

“Eşit parasız eğitim” diye slogan atan bir öğretmenin okulun ihtiyaçları için öğrencilerden para toplaması olasıdır mesela.

İktidar aparatı gibi hareket eden bir okul müdürüyle çalışırken soruşturmaya uğramamak ya da maaş almaya devam edebilmek için uyumlu davranıp arkadaşınıza yapılan bir haksızlığı sineye çekebilirsiniz mesela.

Tüm yorgunluğunuza rağmen öğrenciler için ders zamanı dışında zaman ayırmak, emek vermek zorunda değilsiniz aslında…

Elbette yalnızca iş yaşamı değil; kişi, örgütlü yaşam içinde de benzer bir tutum sergileyebilir. Söz konusu insansa, orası da dikensiz bir gül bahçesi değildir.

Araba nasıl olsa gidiyor diyerek, çıkan arıza seslerini duymazdan gelebilirsin mesela.

Ya da bir yoldaşın istifasını dert edinip saatlerce mutfak dolabına bakarak düşünmek zorunda değilsindir…

Çoğaltılabilir, hele konu aileye ve sevdiklerinize geldiğinde zaman darlığı içerisinde umursamaz vurdumduymaz, gamsız olabilirsiniz kolaylıkla!

Evet, burada Utkan’dan bahsediyorum. O bunları yapmadı. Düşüncelerini ideallerini ve bunların gerektirdiklerini yaşamının her alanına samimiyetle taşımaya çabaladı.

Kendisi gibi düşünmeyen insanların bile sevgisini sempatisini kazandı.

“Para değilse de insan biriktirdik” derdi hayat arkadaşı Işıl’a. Uğurlarken de sonrasında da şahit olduk ki, hiç yanılmamış her yerde insan biriktirmiş.

Gerildi, yoruldu, bezdi, kızdı; bazen de kendine kapandı. Ama kendisi olmaktan hiç vazgeçmedi o.

Çok sevdiği Grup Dinmeyen’in şarkısında söylediği gibi “Kavganın ortasında yapayalnız kalsan da Yılgınlığa kapılıp köreltmedi direncini”
Ne var ki bir şeye inanmanız onu kolaylaştırmıyor her zaman. Mücadelelinin zorlukları yaşamın olağan yükleriyle birleştiğinde kişi kendinden azaltıyor. İsteklerinden, sevdiklerinden, bedeninden feragat ediyor.

Normal olan bu mu? Bir yere kadar belki!

Gittiklerinde bunca üzüleceksek mücadelesine inandığımız, sözlerine güvendiğimiz insanların yükünü paylaşmak konusunda daha çok çaba harcamamız gerekmez mi? Ya da şöyle soralım: Duygularımız kadar eylemlerimiz de ortaklaşsa her şey daha kolay, daha güzel olmaz mı?

Başlarken, yüreğimize çakılı mezar taşı demiştik!

Düven nedir, bilir misiniz? Eskiden köylerde kullanılırdı; harmanda ekinlerin tanelerini sapından ayırmak için kullanılan, altında taşlar çakılı olan insan boyunda bir tahtadır. İşte o mezar taşları da aynı işe yarıyor diyebiliriz. Belki de ürünü ortaya çıkarabilmemiz, bizim düven olmamızdan geçiyor. Evet, yüzlerce taş saplanmışken yüreğinize yürümek hiç kolay değil. Ama bizi biz yapan şey, en çok da o taşlar değil mi?

Hayır, o taşlar çıkmayacak. Çıkmasın da yüreğimizden!

Açtıkları yollar, ettikleri sözler, gösterdikleri hedefler; umutları, hayalleri, sevinçleri… Her şeyiyle dünyamıza kattıkları anlam yolumuzu açıyor.

İyi ki tanıdık, iyi ki aynı yolda yürüdük, yürüyoruz onlarla.

Eksilsek de azalmadık, Utkan’la çoğaldık.

Özlemle, sevgiyle…