İhtiyacımız Devrimci Bir 1 Mayıs: Taksim’de, Kadıköy’de ve Her Yerde

Onur Özgen30 Nisan 2025

2025 1 Mayıs’ına fırtınalı bir siyasal atmosferde giriyoruz. 19 Mart’tan bu yana tutuklamalar, kayyımlar ve yasaklarla tahkim edilen Saray Rejimi’nin saldırılarına karşı gençlik örgütlerinin öncülüğünde başlayan halk hareketi, henüz geriye itilemedi. Ama gerektiği kadar ileriye de götürülemedi. Bunun da esas sebebi, işçi sınıfının mücadelenin merkezine taşınamaması.

Yapılan boykot kampanyaları, sınırlı bir başarı elde etse de kapitalist ekonomide asıl gücün “tüketim” alanında değil, “üretim” alanında toplandığı bir kez daha görüldü. 12 Eylül’den bu yana işçi sınıfının sendikal örgütlenme ve grev hakkına yönelik yapılan sistemli saldırılar, hep böyle günler içindi. Bu yüzden “İşçi sınıfı nerede?” sorusunun yüzeyde görünenden daha derin yanıtları var.

Nerede olduğu merak edilen işçi sınıfı, son iki yılda neredeyse kural hâline gelen grev yasaklarıyla mücadele içinde.

Başpınar OSB’deki tekstil işçilerinin şubat ayındaki isyanı, BİRTEK-SEN’e yönelik polis ablukasıyla boğulmaya çalışıldı. İşçiler %30’u bile bulmayan sefalet zammına karşı direnişe çıktı; Valilik yasakları ve gözaltılar, bünyesindeki 130’dan fazla fabrikayı sarsan öfkeyi dindiremedi.

Metal sektöründeyse Birleşik Metal-İş’in grevleri “ertelemelerle” yasaklandı; işçiler yasağı fiilen yırtarak dört fabrikada zam ve sözleşme dayatmalarını püskürttü. “Yasak tanımıyoruz” diye meydan okuyan işçiler, grev çadırlarını aylarca ayakta tuttu. Sonucunda kazandıkları toplu sözleşme, MESS’in gelecek grup TİS’ine giden yolda sınıfın gerçek bir güç testini temsil ediyor.

TÜPRAŞ rafinerilerinde de Koç Grubu’nun sefalet sözleşmesine karşı Petrol-İş üyesi işçiler art arda tam gün eylemlere çıktı. TÜPRAŞ işçileri, %85’lik zam talebine karşın %21’lik dayatmayı reddederek binler hâlinde iş bıraktı; Aliağa, İzmit ve Kırıkkale’deki iş bırakma eylemleri rafineri bacalarını susturdu. Koç’un “yasa kalkanı” yapmaya çalıştığı özel grev yasağı, işçiler tarafından fiilen delindi. Sendikal bürokrasiye rağmen tabandan örülen grev komiteleri, jandarma kuşatmasını bozarak fabrikayı grev alanına dönüştürdü.

Tüm bu örnekler gösteriyor ki, işçi sınıfının taban örgütlenmelerinde kaynama mevcut; sorun bu enerjiyle toplumsal mücadelenin birleşik bir hatta buluşamamasında yatıyor. Engel yalnızca yasaklamalar ya da polis şiddeti değil, sendikal bürokrasinin “güvenli koridorları” da işçilerin önünde bir barikat işlevi görüyor. Grev kararını genel merkezin dar toplantı odalarına hapseden, fiili direnişi “toplu sözleşme masasının takvimine” kilitleyen kastlaşmış yapılar, işçi sınıfının inisiyatifine pranga vuruyor.

Bu nedenle emek cephesinin en acil gündemi, milyonlarca örgütsüz işçiyi kapsayacak sendikal ve siyasal bir seferberlik olmalı. Sendika barajlarının kaldırılması, grev yasaklarının anayasal güvenceyle mutlak biçimde ilga edilmesi ve taşeron-esnek istihdam modellerinin yasaklanması, işçi sınıfının toplumsal mücadeleye omurga oluşturmasının ön koşuludur. Sosyalistlerin görevi de işçi sınıfının bu acil taleplerini, demokrasi ve adalet sloganlarıyla ayağa kalkan gençliğin ve traktörleriyle yollara düşen Yozgatlı çiftçilerin feryadıyla birleştirebilecek bir eylem hattı kurmaktır.

Saray Rejimi iki silahı eşzamanlı kuşanıyor: Kültürel kutuplaşma, ekonomik baskıyla bütünleşiyor. İşçi sınıfının dini ve millî hassasiyetlerini, şehir-kır ayrımlarını kışkırtarak “elit-halk” ikilemi yaratmak, Erdoğan’ın on yıllardır yürüttüğü politika. Sendikal barajlar, grev yasakları ve taşeronlaştırma ise bu ideolojik bölünmüşlüğü maddi zemine çeviriyor. 17 milyon işçinin sadece %15’inin sendikalı olduğu bir ülkede; sendikasızlaştırma, politik hak gasplarının iktisadi ayağını oluşturuyor. Dolayısıyla 1 Mayıs’ta yükselecek her bir ses, soyut bir ajitasyondan ibaret olmamalı; birleşik bir anti-faşist, anti-neoliberal mücadeleyi somutlayacak işçi sınıfının acil taleplerine dayanmalı.

Birleşik cephe fikriyatı, kendiliğinden ortaya çıkmıyor. İşçi sınıfının ve gençliğin öfkesi ancak yanlış stratejiyle birbirine yabancılaşabilir; buna karşın doğru stratejiyle birleşip rejimin kurumsallaşan faşizmini sarsabilir. Sosyalistler için bugünkü tarihsel görev de bu doğru stratejiyi kurmaktır. Saray Rejimi, İmamoğlu’nu hapse atarak seçme hakkımızı gasp etti; aynı rejim metal işçisinin grevini yasaklayarak da ekmeğini gasp ediyor. Mesele bu kadar sarih. Adalet arayışı ile ekmek kavgası, demokrasi mücadelesi ile sınıf mücadelesi birbirine bağlanıyor. 2025 1 Mayıs’ı, işte bu bağı kitlelerin bilincinde somutlaştırma imkânı sunuyor.

Bu 1 Mayıs, 19 Mart’tan beri sokakta cisimleşen demokrasi arayışının, kurumsal siyasetle gençliğin dinamizmi ve politik özneleşme isteği arasındaki gerilimin bir adım öteye götürülmesine vesile olabilirse, işte o zaman işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü gerçek anlamını bulabilir. Şurası kesin ki, epeydir farklı sosyalist partilerin kendilerini gösterme yarışına dönen, sonunda kitlelere kürsüden sendika bürokratlarının nutuklarının ve sosyal demokrat masalların dinletildiği bir ritüele dönüşen 1 Mayıs’ın yeniden devrimcileşmesi gerekiyor. Taksim’de, Kadıköy’de ve her yerde.

Dolayısıyla bu 1 Mayıs’ta asıl soru, “Taksim mi, Kadıköy mü?” değil; 19 Mart’tan bu yana sokakta kazanılan meşruiyet alanının nasıl büyütüleceği olmalı. Gençliğin cüreti hepimize kan pompaladı. Türkiye’nin hangi meydanında olursak olalım, işçi sınıfını direnişin merkezine taşımak, gençliğin öfkesini işçi sınıfının talepleriyle buluşturmak ve yine gençlikten yükselen genel grev çağrısının altını örgütsel bir güçle doldurmak zorundayız. Bu iki damarı birleştirip örgütsel süreklilik kazandırmak, 2025 sonbaharının kaçınılmaz çatışmalarına hazırlanmanın tek yoludur.

Şayet bu birleşik mücadeleyi örmeyi başaramazsak, önümüze konulan bütün barikatların, her şeyden önce kendi tereddütlerimiz tarafından inşa edildiğini acı bir şekilde keşfedeceğiz. Oysa yeterince acı çekmedik mi? O hâlde tereddüdü değil, işçi-köylü-gençlik seferberliğinin cüretini büyütelim. Bu cüret her şeye muktedirdir.