Türkiye’de LGBTİ+ hareketi ile sosyalist Siyaset arasındaki ilişkiye dair kafa yorma, buna dair bir şeyler yazma arzusu, mücadelenin kesişim noktalarını ve ortak bir mücadele geleceği kurma arayışımıza ilişkindir. LGBTİ+ hareketi ve sosyalist siyaset arasındaki ilişkiye dair ayrıntılı bir çözümleme, Türkiye’de aslında yeni toplumsal hareketlerle sosyalist siyaset arasındaki ilişkiye dair de incelemeleri içermek durumundadır. Buradan yola çıkarak LGBTİ+ hareketinin seyrini ve bu seyirde sosyalist siyasetle ilişkilerini inceleyeceğim. Bunu yaparken, LGBTİ+ hareketinin sosyalist siyasetle buluşma imkanlarını ve bugüne dair umudumuzu besleyen nesnel koşulları tartışmayı hedefliyorum.
Yeni toplumsal hareketlerin bir bileşeni olarak LGBTİ+ hareketinin Türkiye’de 1980lerde filiz verdiğini, 90lar itibariyle düşünce ve eylem alanında varlığını göstermeye başladığını söyleyebiliriz. İçerisinde kendini solcu/sosyalist tanımlayan özneler olsa da hareket kendini her zaman sosyalist siyasetle belli bir mesafede tutmuştur. Aslında bu genel olarak siyasi partiler üstü bir tavır geliştirmeyi ve tüm siyasetlerle belli bir mesafede durmayı tercih etmekle de ilişkiliydi. Bu tercih bir varoluş inadı olarak da okunabilecek bir yan barındırmaktadır. Herhangi bir siyasi özne içerisinde “ehlileşmek”ten kaçınma anlamına da gelen bu yaklaşımın harekete olumlu ve olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. Bir yandan siyasi iç dengelere, ayrışmalara sol içi tartışmalara karşın hareketin görece kendi yolunda yürüyebilmesini sağlarken, Türkiye kapitalizminin ideolojik ve fiziki baskısına karşı da kırılgan olmasına neden oldu. Elbette bu argümanların daha ayrıntılı tartışılmasına ihtiyaç var, fakat bu yazının kapsamını aşıyor.
“Bağımsız Bir Kanal Yaratma”
Türkiye’de LGBTİ+ hareketinin kamusal alandaki ilk görünürlüğü 1987 yılında Gezi Parkında başlayan ve 10 gün süren açlık grevi olmuştu. Polis baskısı ve şiddetine karşı 27 Nisan 1987’de aktivistler Gezi parkında açlık grevine başlamışlar ve birçok aydın da dayanışma göstermiş destek ziyaretlerinde bulunmuştu. 90’lı yıllar bir araya gelme ve örgütlenme arayışlarının olduğu yıllardı. 1993 yılında yasal bir Onur Yürüyüşü düzenleme girişimi, yasaklamalar, baskınlar ve tutuklamalarla sonuçlanmıştı. 90’lı yıllar örgütlenme ama aynı zamanda baskı ve işkence yılları olarak da kayda geçecekti. Hortum Süleyman’ın ortaya çıkışı ve sonra tekrar 1996’da Habitat kongresinin düzenleneceği dönemde Ülker Sokak’ın boşaltılması ile eşcinseller ve translar yine 1987’dekine benzer şekilde insan hakları gasplarıyla gündeme gelecekti.[1]
LGBTİ+lar bir hareket olarak tanımlanabilecek siyasi örgütlenme ve eylemliliğe ancak 2000’li yıllarda kavuşabildi. Hareketin nüve olarak ortaya çıktığı süreçlerde Türkiye’de sol hareket 1980 darbesi sonrası dağılmayı yaşıyor ancak toparlanmaya çalışıyordu. Radikal sol yeşil parti çevresinde bir araya gelen eşcinseller olsun, daha sonrasında ÖDP’nin kuruluşu ile orada örgütlenen soldan politize olmuş LGBTİ+ özneler olsun yine de hareketin sol siyasetle temasının sınırlılığını aşmada etkili olmadı. Sol/sosyalist hareketle ayrı kanallardan ilerleme bir özörgütlenme durumu olarak ortaya çıktı ve nesnelliğin bir sonucu olarak ortaya çıksa da bir süre sonra hareket için bir tercihe de dönüşecekti. Bağımsız bir kanal yaratma, kendi kaderini tayin etme gibi öz örgütlenme arayışı ve kararlılığı LGBTİ+ hareketinin özgün tarihini de yaratmış oldu ve özörgütlenme aracı olarak dernekleşme süreçleri özgün tarihsel bir deneyim yarattı.
İlk Dernek Kuruluşları
1993’te İstanbul’daki ilk Onur Yürüyüşü denemesi ile bir araya gelenler İstanbul’da Lambdaİstanbul inisiyatifi olarak, daha sonra Ankara’da da Eylül 1994’te KaosGL dergi çevresi olarak bir örgütlenme içerisine girdiler. 1993’ten 2005’e kadar Lambdaİstanbul, Kaos GL aslında bir örgütlenme olmakla birlikte formel, kayıtlı bir yapısı yoktu. 2005 yılında Kaos GL’nin yasal bir dernek olarak kurulması ile özörgütlenme, kendi derneklerini ve örgütlerini yaratma fikri LGBTİ+ hareketinde bağımsız bir şekilde var olma fikrinin yaygınlaşması söz konusu oldu.[2]
Bağımsız bir hareket olma meselesi feminist hareketle temas, yeni toplumsal hareketlerin geleneksel sol-sosyalist hareketi arkaik ve mesafeli bulması da önemli etkenlerdi. Özerk, katılımcı ve doğrudan eyleme dayalı bir tarz benimseniyordu. Aynı zamanda Türkiye’de feminist hareketin siyasi partilerden bağımsız kendi gündemini özerk bir şekilde taşıma çabası ve LGBTİ+ hareketinin feminist hareketle politik teması da etkiliydi. Bağımsız bir hareket olma gerekliliği ile ilgili tezler arasında Marksizmin cinsiyet körü olması, sosyalist deneyimlerin patriyarkal düzenle yeterince mücadele edemediği vardı, ayrıca Türkiye sosyalist hareketinin yeni toplumsal hareketlerle arasına koyduğu mesafe de önemli bir etkendi. ‘Partiler üstü’ bağımsız bir tavır arayışı siyaset dışı, egemen iktidar mefhumlarına dayanan parti politikalarının sahasını boş bırakmak anlamına gelmemekteydi. 12 Eylül Darbesi sonrası yasal zeminde gerçekleşen ilk yürüyüş 17 Mayıs 1987’de Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü, kadınların düzenleyip örgütlediği; dayağın meşrulaştırılmasına karşı ses yükseltilen ve trans kadınların kürsüden söz aldığı ilk örneklerden biridir. Devlet tarafından açıkça onaylanan (karnından sıpayı, sırtından sopayı sözünün mahkeme kararına geçmesi) erkek şiddetine karşı düzenlenen yürüyüş, trans kadınların da söz ve görünürlük hakkı talep ettiği, ortak bir direniş zemini olmuştu. Bu yıllardan itibaren Türkiye’de feminist hareket ve LGBTİ+ hareketi arasındaki ilişki her daim birbirinden etkilenen ve etkileşen bir dinamiğe sahip oldu.
Sosyalist hareketle mesafeli ilişkide Marksizmle eşcinsel özgürlük hareketi arasındaki “inişli çıkışlı” ilişkinin etkilerinin de ortaya dökülmesine ihtiyaç var. Marksist literatür tarandığında konuyla ilgili karşımıza Marx ve Engels’in kişisel mektuplaşmasından başka bir şey çıkmıyor. Mektuba konu olan şey Ulrichs’in eşcinselliğin yasak olmaktan çıkarılması ile ilgili talebiydi. Karl Heinrich Ulrichs açık bir eşcinsel olarak ceza yasasından eşcinsellikle ilgili yasağın kaldırılmasını istiyordu ve Marx ile de bağlantı kurarak derdini anlatıyor ve bildiğimiz kadarı ile kitabını gönderiyor. Bunun üzerine Marx ve Engels arasında yayınlanma amacı olmayan kişisel bir mektuplaşmada konu pek de politik olmayan bir şekilde ele alınıyor ve geçiştiriliyor.[3] Ustaların umursamazlığı ve viktoryen ahlakçı tutumlarının yanında Çin ve Sovyetler deneyimlerinin iyi örnekler yaratsa da inkâr ve kısıtlayıcı uygulamaları da genel bir eleştiri konusu olmuştur.
Diğer yanda, İkinci Dalga feminizmin Marksizmle ilişkisini masaya yatırdığı sürecin ve bunun Türkiye’ye yansımasının da etkisi vardır. İkinci Dalganın Türkiye’de etkisi 90’lı yıllarda görünür olmaya başlamıştı. Özellikle Heidi Hartmann’ın ‘Marksizmin Feminizm’le Mutsuz Evliliği’ makalesi ile simgeleşen bir mesafeden bahsedebiliriz.[4] Hartmann, patriyarka ile kapitalizmin birbirinden ayrı ama etkileşim hâlindeki sistemler olarak ele alınması gerektiğine dikkat çeker. Hartmann’a göre patriyarkanın maddi temeli gerek üretim ve gerekse yeniden üretim ve cinsellik alanında kadınların emek güçleri üzerindeki erkek denetimidir. Kadınlar kapitalizmin üretim ilişkileri içinde de ezilir, fakat kapitalist sömürüye karşı Marksizm bir kılavuz olurken, patriyarkaya karşı feminizmin ancak kullanışlı bir mücadele aracı olabileceğini ifade eder. Marksizmin cinsiyet körü olduğu ve cinsiyetle ilgili çözümlemelerde yetersiz kaldığını ileri sürer. 1981’de yayınlanan makale Türkçeye 1992’de çevrilir. Bu makale ve benzeri yazın Türkiye feminist hareketinde ve onunla serpilen LGBTİ+ hareketinde Marksizmin “cinsiyet körü” olduğuna dair yer eden bir iz bıraktı. Türkiye’de İkinci Dalga feminizmin genel ortak mottosu patriyarkaya karşı ayrı bağımsız bir feminist mücadeleye ihtiyaç olduğu ve bağımsız bir kanal yaratmak gerektiğiydi.
Dernek yapılanmasının partiler üstü daha kapsayıcı bir yapıya sahip olduğu, genele seslenebilme ve tüm özneleri kapsayabilme imkânı verdiği de genel bir kabul oldu. Sonraki yıllarda giderek profesyonelleşen dernek yapılarının aktivizmden uzaklaştığı, giderek fon sıkıntısı ve baskılar nedeniyle etkisizleştiği görüldü. Fakat bugün tüm sınırlı faaliyet alanlarına rağmen yine de dernek yapılanmasının daha kapsayıcı ve çoğulcu bir yapısı olabileceği fikri genel kabul görmeye devam ediyor. İlk dönem aktivist bir ruhla yola çıkılan 2000lerin başında, AB uyum süreci rüzgarının yarattığı kısmi rahatlama, kalabalıkların dernek çağrılarıyla bir araya gelmesine imkân verebiliyordu. Ama bugün etkisizleşen dernek örgütlenmeleriyle genç LGBTİ+ların daha fazla siyasi partilerde örgütlenmeyi tercih ettiğini görüyoruz.
Sosyalist Hareketin Mesafesi/Dışsallığı
Sosyalist hareketin LGBTİ+ hareketi ile arasındaki mesafede kimi zaman ahlakçı yaklaşımların etkisi olsa da meselenin siyasi politik bir mesele olduğunu görmek gerekiyor. Sosyalist hareketin mesafesinin arkasında uzun bir zaman yeni toplumsal hareketlerle tarif ettiği ilişki olmuştur. 90’lı yıllarla başlayan neoliberalizm dalgasının özellikle 2000’li yıllarla beraber yeni toplumsal hareketlerin birtakım özneleri ile girdiği ittifak, sosyalist siyasetin belli açılardan yeni toplumsal hareketlerle arasına bir mesafe koymasına neden oldu. Özellikle Türkiye’nin AB’ye adaylığıyla yaratılan “özgürlükçü” hava ile bazı liberal kesimlerin AKP ile siyasi teması da bu mesafelenmede etkili oldu.
Yeni toplumsal hareketlerin Türkiye’de açılan sivil toplum alanındaki faaliyetlerinin örgütlenme pratikleri açısından yarattığı erozyon da yine bu tartışmanın bir parçası olarak ele alınmalıdır. Sivil toplum alanını tamamen siyasi örgütlenmeyi ikame edecek bir araç olarak gören liberal tutumlarla bu alanı tamamen emperyalizmin Truva atı olarak tarif eden yaklaşımlar, dernek örgütlenmelerini de ya yeni mücadele zemini ya da foncu emperyalist aparata indirgeyen anlayışları aynı anda sahneye sürdü. Ayrıca genel olarak sol kulvarın muhalefet yapma alışkanlığı sol/sosyalist yapıların yeni toplumsal arayışların yarattığı imkan ve olanakları görme eğilimlerini zayıflattı. Sonuç olarak sosyalist hareket dernek ve sivil toplum kuruluşları (STK) ile sağlıklı bir ilişkilenme kuramadı. Diğer taraftan geleneksel komünist partilerin yeni toplumsal hareketleri kapitalizm içi ‘reformist’, radikal aktivizmi ise ‘irrasyonel’ olarak tanımlaması da yine başka bir etken olarak yazılabilir. Bu ‘reformist’ bahsini biraz daha aşağıda açmaya çalışacağım.
Nancy Fraser’in “ilerici neoliberalizm” olarak tanımladığı dönemden, yani neoliberalizmin özgürlükler alanını bir ittifak olarak görüp kimlik siyasetine, bazı reformist çıkışlara alan açtığı bir dönemden bahsedebiliriz. Bu neoliberal politikaların işçi sınıfına karşı açtığı yeni saldırı döneminde özgürlükler alanını sırf otorite karşıtlığı ve devlet kapitalizmini hedefleyen politik çıkışlar üzerinden kapsama alanına almaya çalışması da sosyalist hareketin mesafelenmesinde önemli bir etkendi.[5] Kapitalizm, bu süreçte neoliberal politikaların yancısı olarak tanınma taleplerini öne çıkarırken yeniden dağıtım taleplerini gündemden uzak tutmaya çalışıyordu.
Bugün neoliberal genişleme döneminin kapitalizmin krizi ile sona erdiğini söyleyebiliriz. Bunun en önemli yansıması yeni toplumsal hareketlerin bir kırılma yaşaması ve önemli bir bölümünün kapitalizm dışı siyasi arayışlara girmesi olmuştur. Türkiye’de özellikle Gezi Direnişi ile denk gelen bu dönemde, AKP’nin liberal kesimleri yarı yolda bırakması ve özgürlükler alanını doğrudan hedef alması ise yeni toplumsal hareketlerin daha radikal bir arayışa yönelmesini sağladı.
Burada bir kısa parantez açmaya ihtiyaç var. Gezi öncesinde Halkların Demokratik Kongresi’nin kuruluş süreci LGBTİ+ hareketinin dernekler ve STK’lar çatısı ile siyasi öznelerle bir araya gelme imkânı yarattı. Kürt özgürlük hareketi ile ezilen kimlikler şemsiyesi altında siyasallaşma ve LGBTİ+ örgütlenmelere HDK bileşeni olabilme imkânı tanınması LGBTİ+ hareketinde Gezi öncesi ve sonrası önemli bir süre HDK çevresinde toplanma eğilimi yarattı. Diğer taraftan Gezi Direnişi ile sosyalist siyaset yeni toplumsal hareketlerle ve aynı zamanda LGBTİ+ hareketi ile de organik bir temas kurabildi, LGBTİ+ öznelerle temasa geçti ya da en azından bu özneler arasında sosyalizmin bir düzen dışı alternatif olarak gündeme gelmesini sağladı. Gezi sonrasında İstanbul, 2013-2015 yılları arasında Türkiye tarihinin en kalabalık Onur Yürüyüşlerine şahit oldu. Yürüyüşler Türkiye’de Gezi sonrası bir araya gelmiş tüm muhalif kesimlerin yer aldığı, sosyalist hareketin içindeki öznelerin de açıldığı özgün bir süreci işaret ediyordu. Sosyalist hareketin yeni toplumsal hareketlere ve özgürlükler alanına politik yaklaşımı da yeniden gündeme geldi.
Gezi sonrasında AKP/Saray Rejimi’nin yeni bir baskı ve zor dönemini yaşadık. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada otoriter ve sağcı iktidarların yarattığı bir saldırı ve mücadele anlamında bir gerileme dönemindeyiz. Bugün neoliberal politikalara bir tepki, ama aynı zamanda otoriter gücünü arttıran kapitalizmin siyasi aracı olarak ortaya çıkan toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin ve onların temsilcisi sağ politikacıların saldırısı ile karşı karşıyayız. Otoriterleşmenin hâkim olduğu ve sağ popülizmin yükseldiği ülkelerde kadın düşmanı politikalarla LGBTİ+ karşıtı politik söylem ve eylemler birbirine eklemleniyor. Bunlarla beraber bir “bir küresel LGBTİ komplosu” ile karşı karşıya olunduğu ve bazı ülkelerin vatandaşlarının özellikle de gençliğinin ele geçirildiğine dair bir söylem de eşlik ediyor. Bu toplumsal cinsiyet karşıtı aktivizm, Türkiye’de de dışarıdan dayatılan ‘toplumsal cinsiyet ideolojisi’ ile küresel güçlerin toplumu cinsiyetsiz, “aile düşmanı” bir yapı ile esir alacağına dair de çeşitli argümanlar üretiyor. Genellikle devletlerin kendi elleriyle alevlendirilen bu hak karşıtı kampanyalar, dikkatleri sadece özgürlükler bağlamına çekerek son krizinden halen çıkamamış dünya kapitalizminin sosyal haklar, göçmen sorunu ve yoksullaşma gibi meselelerin ekonomik ve sınıfsal temelleriyle anlaşılmasına ve bu yönde oluşacak tepkilere karşı bir hedef saptırma görevi görüyor. Bu açıdan özgürlükler ve temel yurttaşlık haklarının, eşitliğin sınıf siyaseti ile beraber ele alınmasına yakıcı bir şekilde ihtiyaç var. Bugün anti-kapitalist olmayan bir özgürlükler alanı tarif etmek imkânsız hale gelmiştir.
AKP/Saray Rejimi için LGBTİ+ düşmanlığı, aynı zamanda muhafazakâr oyları konsolide etmek için en önemli enstrümanlardan biri olarak kullanılıyor. LGBTİ+ hareketi ve yeni toplumsal hareketlerin kapitalizm içi çözüm arayışının sınırlarını gördükleri ve ciddi bir saldırıyla karşı karşıya oldukları bir evrede sosyalist siyasetin özgürlükler alanına dair ciddi bir politika yapma potansiyeli vardır. Sosyalist siyasetin işçi sınıfı ittifakı olarak yeni toplumsal hareketlerle ilişkisini dönüştürme potansiyeli LGBTİ+lar için de eşit ve özgür bir yaşama dair umut olarak değerlendirilmelidir. Adil ve eşit bir dünya hayalini diri tutabilen sol politikalar, aynı zamanda toplumsal iyimserliği güçlendiren bakış açıları için sahiciliğini de ortaya koyacaktır.
Bu umudu büyütmek için LGBTİ+ hareketinin de temsiliyet, mücadele ve kurtuluş için her zamankinden daha çok sosyalist siyasete ihtiyacı vardır. Özellikle AKP/Saray Rejimi’nin öne sürdüğü yeni LGBTİ+ karşıtı yasa tasarısına karşı mücadeleyi acilen büyütmek için birbirini besleyen bir biraradalığa ihtiyaç var ve biz tüm mümkünlerin kıyısındayız.
[1] Ahmet Güneş, Göğe Kuşak Lazım, Sel Yayıncılık, 2016. [2] Ali Erol, Eşcinsel Kurtuluş Hareketinin Türkiye Seyri, Cogito, Bahar 2011, s. 431. [3] Sherry Wolf, Cinsellik ve Sosyalizm: LGBT Özgürleşmesinin Tarihi, Politikası ve Teorisi, Sel yayıncılık. Türkçe baskı 2012, Sayfa 73. [4] Heidi Hartmann, Marksizm’le Feminizm’in Mutsuz Evliliği, Agora Kitaplığı, Türkçe baskı 2006. [5] Nancy Fraser, Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu, Çeviren: Gizem Kurtsoy, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, Sayı 09, Ekim 2009.