Sanayi devrimi kapitalizmi vahşi dönemine doğru götürürken burjuvaziyi daha çok üretim ve kâr hırsıyla arsızlaştırıyor, sayıları hızla artan ama artık ölüm çukurlarında yaşamaya mahkûm edildiklerini gören işçilerin öfkesi birleşerek büyüyordu. Bu arada kapitalizm ilk büyük bunalımlarıyla yüz yüze kalmaya, Victoria Çağı’nın İngiltere’si kendi sanayi bunalımını yaşamaya başlamıştı ki bunlar dünya çapında ilk büyük bunalımın haberini veriyordu. İşçiler o güne dek bilmedikleri sorunlarla karşılaşıyordu. Bir yandan durmadan üretiyor, ortalıkta ürün bolluğu yaşanıyor ama elleriyle ürettikleri ürünleri alacak paralarının olmadığını fark eden işçiler artık daha çok yoksullaştıklarını görüyordu. Gelgelelim sanayileşmenin İngiltere’de 1840’lara doğru makineleşmeyle birlikte tırmanmaya başlaması, ardından Fransa’da başlayan makineleşme işçileri bir sınıf olarak ortaya çıkarıyor, sanayi proletaryasının doğumunu hızlandırıyordu.
Proletaryanın tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu.
1836’da Londra İşçileri Derneği’nin kuruluşuyla birlikte bir seçim reformu programı olarak hazırlanan Çart adlı belgeyle birlikte başlayan Çartizm hareketi işçilerin artık kendilerini bir sınıf olarak, hem de güçlü biçimde göstermesinin yollarını açtı. İşçilerle burjuvaların bir aradalığı artık son bulmuştu. Burjuvaziye nezaket dönemi kapanmış, yollar bütün bütüne ayrılmıştı. Yüz binlerce işçinin katıldığı gösteriler sonunda 1847’de, yani uzun mücadele yıllarından sonra, parlamento 10 saatlik işgünü yasasını çıkarmak zorunda kaldı. İşçiler artık bir arada daha büyük topluluklar halinde çalıştıklarını, birbirine benzer işlerin oluşturduğu üretim sürecinin dişlileri olduklarını, ayrı ayrı üretilen parçaların bir düzenek içinde bir araya gelerek kendilerini daha çok ezen makinelere dönüştüğünü görüyorlardı. Bu çalışma biçimi işçileri kendiliğinden bir araya getiriyor, birbirine bağlıyordu, çıkarları ortaktı ve devrimci bir birliğin oluşmaya başladığı fark ediliyordu.
Fransa’da da çok kötü koşullarda yaşayan işçiler 1831 ve 1833’te isyanlarını silahla bastırmak isteyen devlet güçlerine karşı iki kez silaha sarıldı, ilkinde Lyon’u ele geçirdiler ama yenildiler, kılıçtan geçirildiler, ikincisinde gene Lyon’da ayaklandılar. Bu iki ayaklanma Fransa’da da işçileri artık bir sınıfa dönüştürmüştü. İşçiler daha sonra da Almanya’da 1844’te ayaklandı ve devlet güçleri tarafından gene bastırıldılar. Artık çan sesleri Avrupa’nın üç büyük ülkesinde proletaryanın kendi tarihini yazmaya başladığını duyuruyordu. İşçiler küflü çıplak evlerinden çıkıyor, sönmeye yüz tutmuş ciğerlerini temiz havayla dolduruyordu. Tek sorun, onları her zaman ayakta tutacak devrimci partilerin ayaklanmalar içindeki yokluğuydu.
***
İşçi sınıfının kendiliğinden ayaklanmalarıyla geçen 1840’larda kapitalizm bunalımın eşiğine gelmişti. Engels 1840’ların sonlarında bir büyük bunalım öngörüyordu. Kriz erken geldi. İngiltere kapitalizmin beşiği olarak 1841-1842 yıllarında ciddi bir ekonomik çöküntü yaşarken Engels’in öngörüsü devrimci bunalım olarak 1848’de patlak verecekti. Ve 1840’lar sosyalist mücadeleler tarihimizin art arda gelen sıra dışı yıllarını kapsayacaktı. İşçi sınıfı İngiltere’de sonuçları daha sonra görülecek bir kıpırtı içindeydi.
Tam o sıralarda Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’nu yazıyordu. Bizde bu kitap Marksist akademisyenlerin çalışmalarına sıkışmıştır ve doğrusu genç Marksistlerin ilgi alanına hemen hiç girmez. Eric Hobsbawm, bu kocaman kitabı yazdığı zaman yirmi dört yaşında olan Engels için beni duygulandıran şu sözleri ediyordu: “Bu konuyu araştırabilecek tüm niteliklere fazlasıyla sahipti.” Ve bir “şaheser” olarak nitelediği İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu için, “vazgeçilmez bir eser ve insanlığın kurtuluş kavgasında bir köşe taşı olarak varlığını korumaktadır” diyordu.1 Gerçi yirmi dört yaş, o yaşa kadar Marksizmin pek çok klasiğini okumuş, sonra da 12 Eylül’ü göğüslemiş bizim 78’liler Kuşağı için erken bir yaş sayılmazdı; sanırım 1840’larda da oldukça yetişkin bir yaş aralığıydı. Üstelik Engels de iki yıl önce, 1842’de komünist olduğunu ilan etmişti.
Engels bu benzersiz kitabında İngiltere’de işçilerin yaşadığı inanılmaz sefaleti anlatan romanlardan ve onların yazarlarından söz etmez. Onun edebiyatla yakın ilişkisini biliyoruz ama sanırım o yıllarda o yazarları daha okumamıştı. Sözgelimi Mrs. (Elizabeth) Gaskell’in (1810-1865) North and South (1855) romanında sınıf kavgasını, işçi sınıfının yoksulluğunu ve bilinçlenme sürecinin sonunda örgütlenme zorunluluğunu nasıl anlattığını Mina Urgan o benzersiz İngiliz Edebiyatı Tarihi kitabında anlatır. 2 Büyük yazar Charles Dickens (1812-1870) da işçilerin korkunç hayatlarını kaygıyla gözler. Dickens’ın olgunluk dönemi romanlarından sayılan Kasvetli Ev’de (1853) anlatılanlar, adeta İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ndan alınmıştır: “Upuzun, kapkara yılanları andıran dumanlar, gece gündüz yükselir fabrika bacalarından. Kentin içinden geçen nehir, sanayi artıkları yüzünden leş gibi kokar. Yüksek kapıların kararmış pencereleri, makinelerin homurtusuyla sürekli zangırdar.”3 Arada anmadan geçemeyeceğim: Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, Türkiye sosyalist hareketinin –sayıları ne yazık ki çok olmayan– bana kalırsa ilk büyük Marksist düşünürünün kitaplarını yakın çevremde bulunan ve benden yaşça büyük arkadaşlarımın ısrarlı önerileriyle 1974 yılında okumaya başlamıştım. Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu’nda aynı yılları o kendine özgü benzersiz ve tuhaf üslubuyla anlatıyordu: “İşsizlikle pahalılığın doğurdukları birinci ucube çocuk YOKSULLUK, ikinci ucube çocuk KRİZ (BUHRAN)dır. Bütün nimetler işverene, bütün külfetler işçiye düşünce; modern toplumun teknik ve ürün bolluğu ortasında çalışan sınıflar için uzun süre nisbî kıtlık (YOKSULLUK) birikiyor; bunun en sonunda keskin kıtlık (BUHRAN=KRİZ) geliyordu.”4
Burada bir parantez açalım: Moses Hess (1812-1875) o sıralarda Paris’te yaşasa da Almanya’daki politik çevrelerde sosyalizmin ilk savunucularından bir genç-Hegelci ve –bugüne kalmış bir etkisi olmasa da– o sırada parlak bir entelektüel olarak görülüyor. Hess, Engels’i kendisinin komünizmle tanıştırdığını söylüyor. Aynı zamanda Marx’la da birlikte çalıştıkları Rheinische Zeitung gazetesinde tanışıyorlar. Hess’in neden sonra bir ideoloji olarak benimsediği Siyonizm, onu komünizmden ve Marx ile Engels’ten uzaklaştırmıştı. 1848 Devrimleriyle ilgili olarak Alexander Herzen’e yazdığı mektupta (Herzen ile tanışıyor olmaları da ilginç), kendilerinin ayaklanmaları daha doğru değerlendirdiğini, oysa Marx’ın düşüncelerini “zamanın kayasına” zorla kazıdığını belirtiyor. Marx da 1844 Elyazmaları’nda Hess’in yazdığı makalelerden hem yararlandığından söz eder hem de onun “soyut komünizm” anlayışına küçük bir polemik notu düşer. Hess zamanla Marksist bir düşünür olarak geride kalmıştı ve üstüne daha çok düşünmeye gerek olmadığı için, bu parantezi kapıyorum.
Benim değerli hocam Eric Hobsbawm o yılları çekici ayrıntılarla anlatıyor. Marx’a gelince o 1843’ün ikinci yarısına, yani yirmi beş yaşına kadar komünizmle iç içe geçmiş değildi. Öte yandan iyi bilinir, Engels ve Marx ütopyaların içinde yaşayan düşünürlere de ilgi duymuş, sosyalizmin ütopyacı biçimi üstüne de düşünmüşlerdi ve sonunda önce aklın, sonra eylemin yaratıcılığına ve dönüştürücülüğüne bağlı olarak Aydınlanma düşüncesine gelmişlerdi. Sosyalizm asıl olarak sınıflar arasındaki çelişkileri anlama düşüncesi olarak da aklın ve eylemin yaratıcılığından besleniyordu.
Bu arada işçi sınıfı nerede duruyordu? Marx ve Engels komünizm düşüncesinin işçileri etkilemeye başladığını, bu kıpırtıyı fark ediyor ve etkileniyorlardı. Komünizm adı artık daha çok benimseniyordu.
***
Avrupa’nın ilk yükselişini çoktan tamamlamış büyük şehirlerinin taş yollarını sarsan, alanlarını çepeçevre kuşatan, sokaklarının bir ucundan girip öbür ucundan çıkan devrimci dalganın Avrupa halklarını ayağa kaldıran ruhu sosyalizmin bayrağını yükseltmiyordu belki ama Halkların Baharı 1848’de büyük bir uyanışı başlatıyordu. Barikatlarda ulusal bayraklar yükselirken sokak savaşçıları belki de neden sonra gerçekleşecek devrimlere nasıl savaşılması gerektiğini gösteriyordu. Siyasal iktidarlara korkulu günler yaşatıyor, burjuvazinin aklını alıyordu işçiler. Çürümeye başlayan köhne rejimler İtalya’da ateşe verilmişti, sonra Paris’te büyüdü, Berlin’de, Viyana ve Prag’da, Roma’da ve Avrupa’nın pek çok ülkesinin başkentinde işçiler ayaklanıp yürüdü, aşılması zor barikatlar kuruldu ve gösteriler… sonra öğrenciler işçilere katıldı. Adeta burjuvazinin eşitsizliği, rezilliği, yoksulları daha da yoksullaşmaya mahkûm eden şiddeti işçileri ayaklanmaya zorluyordu. İktidarların sürdürmeye çalıştığı reformlar gözden düşüp geride kalmaya başlayınca toplumsal devrim düşüncesinin şehirlerin üstüne düşen gölgesi artık proletaryada vücut bulmuş, hayatın tam orta yerinde yaşayan bir gerçeğe dönüşmüştü.
O günler şimdi coşkulu sözlerle anlatılabilir ama 1848 Devrimleri sonunda kanla bastırıldı, karşı ateşler yakılıp devrimlerin öfkesi durduruldu, sonra ayaklanan halkın üstüne askerleri sürdüler, korku içindeki siyasal iktidarlar halkı kıyıma uğratmaktan başka çareleri olmadığını gördüler, sayısız insan sürgünlere gönderildi. Ocak 1848’de başlayan devrim, Avrupa’nın elli ülkesini yerinden oynattıktan sonra Ekim 1849’da sönümlendi.
Yenilginin nedeni neydi? Bir: Devrimin amacı belirsizdi. İki: Devrimin güçleri birleşik olamadı, enternasyonalist dayanışma bilinci daha yeni uyanacaktı. Üç: Burjuvazinin pek çok ülkede yığınlara sunduğu liberal iyileştirmeler de etkili olmuştur. Dört: Devrimi ayakta tutacak bir devrimci parti yoktu, vardı ama yoktu. Ve hiç kuşku yok ki Avrupa’da bir toplumsal devrim için koşullar henüz oluşmamıştı.
Hemen o başlangıç günlerinin sarsıntıları içinden çıkılırken 1 Şubat 1848’de Komünist Manifesto yayımlandı. Neden sonra tarihin büyük bir altüst oluşa uğrayacağını haber veren Manifesto, bir hayaletin küllerinden doğuşunu haber veriyordu. İşçi sınıfının, karşı devrimci kimliğini keşfettiği burjuvaziye karşı direnme ve ayaklanma ruhunu canlandıran bir metin olarak Manifesto, işçilere ve onların yanında duran halka zincirlerini koparma cesareti aşılıyordu. İşçiler, Avrupa’nın hangi ülkesinde olursa olsun, kapitalizmin daha çok kâr hırsını keşfettiği o ilk vahşi döneminde, o günleri anlatan bütün hikâyelerde anlatıldığı gibi, korkunç koşularda çalışıyor ve yaşıyordu.
***
Marx ve Engels 1847 yılında aldıkları çağrıyla komünizmi benimseyen Adiller Birliği adlı bir örgüte girdi. Birlik 1847 ilkbaharından yaza doğru komünizm düşüncesiyle daha çok iç içe geçince haziran ayında Londra’da yapılan kongrede adını Komünist Birlik olarak değiştirdi. Komünist Birlik, Manifesto’dan da önce, “Bütün ilkelerin işçileri, birleşin!” sloganını öne çıkarıyordu ki bu da Birlik’in Marx ve Engels’in düşüncelerine bağlılığını gösteriyordu. Temel amaç da neydi: Burjuvazinin devrilmesi, proletaryanın egemenliği, özel mülkiyetin kaldırıldığı ve onun yerine ortak mülkiyetin getirildiği yeni bir toplum biçiminin kurulması. Yani komünizme giden yol gösteriliyordu. Birlik daha baştan Marx ve Engels’in bir “Manifesto” hazırlamasını istiyordu.
Fransız siyaset bilimci Tocqueville, 1848’de tam Komünist Manifesto’nun yayımlandığı günlerde, işçi sınıfının durumunu şu olağanüstü sözlerle anlatıyor, adeta haykırıyordu: “Patlamaya hazır bir yanardağın üstünde uyuyoruz… Dünyanın yeniden titremeye başladığını görmüyor musunuz? Bir devrim rüzgârı esiyor.”5
Karl Marx’ın “güzelim devrim”i Avrupa’yı bir baştan öbür başa büyük bir yangın yerine çevirirken, hatta ta Avustralya işçilerini etkilemişken duyulan heyecan ne kadar büyüktü acaba, içinde yaşayanlar neler hissetmişti. Atlı askerlere karşı kılıcını çeken işçiler nasıl heyecanlanmıştı… Sevinç, mutluluk, korku insanın özündeki haliyle bugün nasıl yaşanıyorsa öyle yaşanıyordu herhalde ama zaman farklı, hayat, kültür, hatta insan. Demek ki 1848 Devrimlerinin nasıl yaşandığını her şeyiyle bilmemiz olanaksız belki ama şundan eminiz: O devrim çağı Avrupa’nın eksenini oynatmıştı.
Sonunda devrim acılarla söndürüldü ama burjuvazi ile proletarya arasında artık uzlaşmaz bir açıklık olmuştu ve için için yanan ateş kıvılcımlarını bir kez daha, bu kez Paris’e sıçratacaktı. Bazı kaynaklara göre 1848 Devrimlerinde yaklaşık 100 bin kişi öldürülmüştü. O güne dek iktidar ve yönetme deneyimi olmayan işçiler, burjuvaziye karşı topyekûn mücadele içinden çıkınca, kendisi için sınıf olma bilincinin uyandığını da görüyordu. Öte yandan, sınıfın sınıf olması için bağımsız bir partiye sahip olmak gerekiyordu. Bugün o günlere bakınca Komünist Birlik elbette primitif bir örnek değildi ama bir ilkörnekti, örgütlerden bir komünist örgüttü. Ve 1848 Devrimlerine öncülük etmekten uzak durumdaydı. Marx ve Engels bile 1848 Devrimlerini bütünüyle yakalayamamıştı.
Bu bir deneyimdi ve önemliydi. Marx 1850’de bu kez kendine kapanık gördüğü Komünist Birlik’in daha çok dışarıya dönük bir örgütlenme anlayışı benimsemesi gerektiğini açıkladı. Bunları Komünist Birlik Merkez Komitesi Mart Tebliği’nde yazıyordu Marx, öteki partiler daha yaygın örgütlenirken işçilerin partisinin dayanabileceği zemini kaybettiğini ve etkinliğini küçük burjuva demokratlara kaptırdığını belirtiyordu. Dolayısıyla işçilerin partisi “en örgütlü, en birleşik ve en bağımsız tarzda hareket etmelidir”.6
Aslında partinin bir kitle partisi olması gerektiğini anlatıyordu Marx. Bugün dile getirdiğimiz anlamda bir sosyalist kitle partisi mi, değil elbette, aradan 175 yıl geçmiş, dünyanın bütün toplumların başını döndürdüğü uzun mu uzun bir zaman ama bugün devrimci sosyalist bir parti, on yıllar önce çok iyi bilinen, denenmiş ve yaşanmış parti anlayışından bambaşka bir sosyalist kitle partisi tasarısını ortaya koyuyorsa, o anlayışın ilk ipuçları gene de Marx’ın o sözlerinde bulunabilir.
Şu var ki 1850’den hemen sonra yeni bir devrim dalgasının gelmeyeceği görülünce, daha doğrusu bu görülmekle birlikte, Birlik içindeki bir grubun yapay bir devrim komplosu ardına düşmesi örgütü bozmaya ve bölünmeye uğratmaya başlamıştı ki Marx Birlik’ten istifa etti ve Birlik dağıtıldı. Bir devrim dogması yaratanların karşılıksız iradeciliği, işçi sınıfının toplumsal bir devrim için daha uzun yıllar mücadele içinde yaşaması gerektiği düşüncelerinin benimseneceği koşulları artık görmüyordu Marx.
Avrupa’nın yaşadığı bu büyük deneyim içinde görülmüştü ki, Marksizmin işçi sınıfının mücadelesindeki rolü ancak bilinirlik düzeyinde kalıyordu ve arada daha yakın bir ilişki için ikinci ve daha olgunlaşmış bir toplumsal devrim döneminin içine girilmesi gerekiyordu. Bundan 150 yıl önceki toplumun eğitim ve kültür donanımının hali düşünülürse Marksizm gibi yepyeni bir gelecek düşüncesinin toplumsallaşması herhalde kolay değildi ve bundan daha doğal ne olabilirdi. Hem de o topluma, işçilere, emekçilere sosyalizmi anlatıp benimsetecek bir Marksist partinin olmadığını da düşününce.
Marx hemen ardından Kasım 1850’de yazdığı yazıda, burjuvazinin güçlenip topluma refah getirmeye başladığı koşullarda gerçek bir devrimin olmayacağını savundu ve yeni bir devrimin ancak derin bir krizin sonucu olabileceğini belirtti. Belirtti ama o aynı zamanda yeni bir krizin yaklaşmakta olduğunu da görüyordu. Engels de Marx’la hemen aynı düşünceleri paylaşıyor ve yeni bir devrimci durumun oluşması için derin bir ekonomik bunalımın beklenmesi gerektiğini savunuyordu.
***
1848 Devrimlerinin içinde Komünist Manifesto var. Onu o günlerin içinden okursak, o zaman onun devrimin içinden ileriye doğru nasıl sıçradığı daha iyi anlaşılabilir. Devrim dalgasının ülkeden ülkeye atladığı günlerde kızıl bir bayrak gibi elden ele dolanan Manifesto, burjuvazinin insan tanımaz düzenini yıkmak için ayağa kalkan, kendisi için yıkıp yaratmaya karar veren işçi sınıfının elinde bu sefer burjuvaziyi yakacak bir ateş topuydu.
Manifesto’nun parlak bir zekâyla kurulmuş üslubundan, incelikli dilinden, mizahından da çokça söz edilir. Çünkü Marx, Shakespeare’i, Schiller, Goethe ve Dante’yi, Cervantes, Dickens, Thackeray, Balzac ve Charlotte Bronte’yi okumuştu, ne kadar okuduğunu tam bilmemiz olanaksız ama Heine’yle Goethe’yi ezbere bildiğini, sık sık onlardan parçalar okuduğunu Paul Lafargue anlatıyor. Bütün Avrupa ana dillerini bildiğini de ekliyor Lafargue. Öte yandan Engels de en az Marx kadar meraklıydı edebiyata ve onun da pek çok yazarı derin yapılarına girerek okuduğunu, hatta onlardan yararlandığını biliyoruz.
Manifesto Marx ile Engels’in ortak çabasının ürünüydü ama metne son halini Marx’ın verdiği de bilinir. Manifesto Şubat 1848’de 23 sayfalık bir metin olarak yayımlanmış, art arda üç baskı daha yapmış, Deutsche Londoner Zeitung’da dizi olarak yayımlanmış. 1848 Devrimleri sırasında sokakta bildiri olarak dağıtılmış. Sonra da 1848’in Nisan ya da Mayıs aylarında gözden geçirilip otuz sayfa olarak yayımlanmış.7
Manifesto üstüne okuyup yazdığımız zaman bunlardan daha çok söz ederiz. Marx’ın “güzelim devrim” ateşi, üstüne kızgın demirler atılarak söndürüldüğünde bile, Manifesto artık uluslararası işçi sınıfının devrimci partisinin, bütün ülkelerdeki komünist partilerin programı olmuştu. Bizim için önemli olan buydu, Kutup yıldızı Komünist Manifesto’ydu artık.
***
Birinci Enternasyonal elbette 1848 Devrimlerinin mirasını değerlendirerek 1871’de bütün ülkelerin işçi sınıfının partisi gibi tasarlanmaya başlamıştı. Londra Konferansı’nda alınan kararda, proletaryanın ancak bir siyasal parti kurarak bir sınıfa dönüşeceği belirtiliyordu. Daha sonra Marx Birinci Enternasyonal’in her ülkede ayrı partiler kurulması gerektiğini bildiriyordu.
Demek ki Birinci Enternasyonal kuruduğunda da devrimci bir işçi sınıfı partisinin, bir komünist partinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili düşünceler tam anlamıyla oluşmamıştı.
Ne ki 1860’larda ekonomik krizin kendini iyice göstermeye başladığı ve yerinde duramayan işçilerin grevleriyle toprağı bir kez daha titretmeye başladığı Birinci Enternasyonal yıllarında, yeni bir devrimci durumun oluşmaya başladığı seziliyordu ve Marx bunu elbette görüyordu.
Sonunda tam 1871’deki Londra Konferansı’nda kabul edilen Tüzük değişikliğiyle proletaryanın bütün eski köhne partilerden apayrı bir siyasal örgütlenme yaratarak kendisi için sınıf olacağı ve toplumsal devrimin zaferinin ancak böyle zafere ulaşacağı saptanıyordu.
Bu düşüncelerin ortaya atıldıkça yeri göğü nasıl sarstığını düşünmeden edemiyorum. Enternasyonal bir uluslararası komünist parti gibi değildi, bunu amaçlamadı ama Marksist, devrimci parti anlayışının temeli atılıyordu. Artık her ülke kendi sosyalizm ve devrim programını kendisi oluşturacaktı.
* Bu yazı Marksist Parti üstüne dünden bugüne gelen bir dizi kuramsal yazının başlangıcı gibi okunmalı.
1 Eric Hobsbawm, Dünya Nasıl Değişir-Marx ve Marksizm Yazıları, Türkçesi: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, Şubat 2014, ss. 101-114 2 Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Kasım 2006, 4. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, Delta-2, ss. 974-981 3 Mina Urgan, a.g.k., s. 1026. 4 Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, Sosyal İnsan Yayınları, Ekim 2008, s. 34 5 Aktaran: China Miéville, Bir Hayalet Kol Geziyor-Komünist Manifesto Üstüne, İngilizceden çeviren: Utku Özmakas, Yordam Kitap, Mart 2025, s. 57 6 John Molyneux, Marksizm ve Parti, Türkçesi: Yvuz Alogan, Belge Yayınları, Mart 1991 7 Eric Hobsbawm, a.g.k., ss. 116-117