İzmir Grevinin Düşündürdükleri

Emre Kırmızıtaş7 Haziran 2025

Yaklaşık on gündür İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı şirketlerde çalışan toplam 23 bin işçinin 29 Mayıs günü başlattığı ve geçtiğimiz günlerde sona eren grevini konuşuyoruz. İktidar cenahının fırsat bu fırsat deyip meseleye balıklama atlaması ve süreci manipüle etmeye çalışması zaten eşyanın doğası gereğiydi. Ama esas şaşırtıcı gelişme, başta CHP’li belediye başkanı Cemil Tugay olmak üzere kimi muhalif odaklar tarafından işçilere dönük olarak yapılan çarpıtmalar, karalamalar ve hedef göstermeler oldu. Üstelik bunlar muhalif kamuoyunda azımsanmayacak düzeyde karşılık da buldu. Tüm bu gelişmelerin gölgesinde geçen bir haftanın sonunda sendika ile belediye yönetimi bir şekilde anlaştı. Fakat sonucundan bağımsız olarak, bir haftalık grev süreci boyunca yaşananlar (bazısı ibretlik olarak tanımlanabilecek) önümüzde duran tehlikeleri ve kimi hatalı yaklaşımları göstermesi açısından önemli bir deneyim oldu.

Bu yazıda İzmir’deki grev vesilesiyle gün yüzüne çıkan, sınıf hareketinin geleceği açısından öyle ya da böyle ama hızlıca aşmamız gereken iki konu üzerinde durmak istiyorum. Birincisi; grevin başından itibaren özellikle sosyal medyada belediye işçilerinin hak arayışına yönelik hasmane tavırda kendisini somutlayan, Murat Sevinç’in “eşitlik korkusu” olarak tarif ettiği(1), neoliberalizmin on yıllara yayılmış ideolojik saldırısının toplumda yarattığı tahribatın doğrudan sonucu olarak bir tür sınıf inkârı hali. İkincisi ise yine bu süreçte ortaya çıkan ve daha ziyade sosyalistler arasında denk geldiğimiz, bir önceki cümlede bahsettiğim inkâr haline sınıf siyaseti cephesinden müdahale kaygısıyla yapılan fakat bunu yaparken meseleyi “orta sınıfın malum çıkmazları” veya “tuzu kuruların muhalifliğinin sınırları” olarak kodlayarak halihazırda sınıf içerisindeki suni ayrışmaları derinleştiren yaklaşım hatası.

İki konuyu önemli görüyorum çünkü bu mecrada yazanların da kendisine dert edindiği, “sınıfın iki yakasını birleştirmek” hedefini gerçekleştirmek istiyorsak önümüzdeki engelleri ve potansiyel riskleri en azından bir sonraki benzer momente kadar mümkün olduğunca azaltmamız gerektiğini düşünüyorum.

Tahribatı Gidermek

Gazeteci Kazım Kızıl’ın röportajında(2) belediye işçilerinden birisi greve yönelik tahammülsüzlüğü ifade ederken Platform filmine gönderme yaparak “o filmdeki gibiyiz, birbirimizle savaşıyoruz” diyordu. Bilmeyenler için, ilgili film çok kabaca yukarı katlarda bulunanların gereğinden fazla yediği için alt katlarda kalanların açlıktan birbirine düşmesinin, eşitsizliğin doğurduğu çatışmanın hikayesini anlatıyor. Neyse ki durumumuz öyle distopik düzeyde vahim değil ama pek iç açıcı olmadığı da ortada.

Neoliberalizm tarif edilirken bu sürecin yalnızca iktisadi veya kurumsal birtakım dönüşümlerle sınırlandırılamayacağı, toplumsal hayatı topyekûn kuşatmayı hedefleyen bir sistem olduğu haklı olarak sürekli vurgulandı. Ülkemizdeki tarihi açısından baktığımızda elli yıla yaklaşan bu sürecin toplum üzerindeki bozucu etkisini yaşanan son grevde yeniden görmüş olduk. Eşitlik fikrinin bu denli tehlikeli bulunması, hak mücadelesinin kendine “muhalif” diyenler tarafından bile hor görülmesi, işçilerin şımarıklıkla suçlanması, sermayenin ideolojik tahakkümünün aradan geçen yıllarda azımsanmayacak düzeyde kanıksanmış olduğunu gösterdi.

Elbette durumu böyle ifade ederek karamsarlığı yaymak peşinde değilim. Niyetim bu tablonun hepimiz için alarm zillerinin çalmasına vesile olması. On yıllara yayılmış karşı saldırının yarattığı toplumsal tahribatı giderebilmek tabi ki üç beş ayda olacak iş değil fakat buraya ideolojik ve fiili olarak kapsamlı şekilde müdahale etmenin araçlarını güçlendirmemiz, çeşitlendirmemiz gerekiyor. Aynı sömürü düzeni altında ezildiğimizi ve aynı sınıfın bileşenleri olduğunu inatla, sabırla anlatmak, öfkeyi sömürenlere veya işçi arkadaşımızın benzetmesiyle “yukarı katlara” yöneltmek, tüm bunları da sadece retorik düzeyinde değil bizzat sahada, eylemin içerisinde yapabilmek ve en önemlisi bunu siyasal çalışmalarımız içerisinde sürekli bir faaliyet haline getirmemiz şart. Önemli çünkü hem 19 Mart darbe girişiminin savuşturulması gibi toplumsal muhalefetin kısa vadeli hedeflerinin akamete uğramaması ve solun hegemonyasının bu hareket içerisinde ağırlığının arttırılması hem de sınıf siyaseti açısından olmazsa olmaz olan sınıfın birliğinin sağlanması yönünde mesafe alınabilmesi için bunu başarmak zorundayız.

“Orta Sınıf” Meselesi

Konunun çok daha az tartışılan diğer sorunlu kısmının ise grevdeki işçilere dönük haksız ithamları “orta sınıf” refleksi olarak görmek ve bu kesimlerin sınıf mücadelesine kazanılamayacağı ön kabulüyle hareket etmek olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bu çabalar yukarıda aktardığım kötümser tabloya iyi niyetli biçimde müdahale kaygısı gütse de sınıf hareketinin bütününe yaklaşımda yapılan temel bir hatanın bizi yanlış noktalara götürebileceğini, hatta özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile emek mücadelesinin ayrı kompartmanlar olarak değerlendirilmesine varacak kadar ciddi savrulmalara yol açabileceğini iddia ediyorum.

Aslında Gezi Direnişi sonrasında ve vesilesiyle “orta sınıf” tartışmasının en azından ülkemizde ciddi ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Gezi Direnişi, tam da o dönemlerde bazı sol çevrelerde prekarya(3), yeni orta sınıf veya yeni toplumsal hareketler(4) gibi kavramlar etrafında yapılan, esasında işçi sınıfının toplumsal gelişmenin motoru olarak görüldüğü tarihsel dönemin kapandığı ve “yeni devrimci sınıfların” döneminin açıldığı savı etrafında dönen tartışmaların ortasına denk gelmişti. Gezi’yi de bu “yeni sınıfsal haritada” bir yere yerleştirme arayışıyla başlayan tartışmalar nihayetinde direnişin sınıfsal muhtevasının gayet net bir şekilde ortaya konmasıyla sonuçlanmış(5) ve bugün “kent emekçileri” olarak tarif ettiğimiz bu kitlenin işçi sınıfının temel bileşenlerinden olduğu ortaya konulmuştu.

Aradan geçen yıllarda proleterleşme dalgası genişleyerek ve derinleşerek devam etti. İşçi sınıfının toplumsal işbölümü açısından uzun yıllar görece avantajlı pozisyonda kalan kesimleri de (kolay anlaşılabilmesi için profesyonel meslek sahipleri diyebiliriz; öğretmen, mühendis, hekim vb.) bu kervana katıldı ve bölüşüm şokunun en büyük kaybedenleri oldu. AKP’li yılların özellikle ikinci yarısında hızlanan bu süreç bahsedilen kesimlerin sınıfın geleneksel katmanlarına kıyasla çok daha örgütsüz olması ve mücadele hafızasının olmaması nedeniyle aynı kesimleri sosyal olarak bir tür sıkışmışlığa soktu. İzmir grevinde gördüğümüz de tam olarak bu sıkışmışlığın, biriken öfkeyi nereye ve nasıl yönlendireceğini bilememenin dışavurumu oldu.

Yazdıklarımdan İzmir grevi boyunca ortaya atılan tüm söylemleri mazur görelim anlamı çıkmasın elbette. Konuyu uzunca açmamın sebebi sınıfın birliğinin altını dinamitleyen bu tepkilerin kaynağını doğru tespit edebilmek ve açılan makası kapatabilmenin yollarını bulabilmek. Can Soyer’in aynı konuyla ilgili yazısında(6) belirttiği üzere, sınıfın bu kesimlerini “orta sınıf” torbasına atma, sınıf siyaseti açısından önemsizleştirme veya burayı örgütlemeye dair görevlerimizi erteleme gibi bir lüksümüz bulunmuyor. Aksine “büyük kaybeden” bu kesimleri sınıf mücadelesine kazanmaya yönelik örgütsel araçları geliştirme, oraya dönük propaganda faaliyetlerini süreklileştirme ve buradaki potansiyeli hakkıyla değerlendirme sorumluluğumuz İzmir grevinde açığa çıkan tablodan sonra çok daha fazla önem kazanmış durumda.

Ekmek ve Gül

Yine bir filmden alıntı yaparak toparlayayım. 1912 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Lawrence şehrinde greve çıkan kadın tekstil işçilerine atfedilen, İngiliz yönetmen Ken Loach’un 2000 yılında çektiği, göçmen işçileri konu alan aynı isimli filmin son bölümünde sendika adına konuşan temsilci, greve çıkmış işçilere şöyle bir konuşma yapar: “Ekmek istiyoruz ama gül de istiyoruz. Bütün güzellikleri, hayattaki tüm güzel şeyleri istiyoruz.”

Emekçi sınıflara yönelik 12 Eylül ile başlayan ve AKP’li yıllarda şiddetini arttıran proleterleştirme ve mülksüzleştirme dalgası insanca bir yaşamın neye benzeyeceği hususunda toplumsal algıda ciddi defektler yarattı. Yoksulluk sınırında ücret isteyen bir emekçiye “neyinize yetmiyor” demek işte bu bozulmanın sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Dibe doğru serbest düşüşü andıran bu sürecin bugün bizi getirdiği noktada sağlıklı ve güvenli koşullarda barınabilmek, yılda en azından birkaç günlüğüne tatile çıkabilmek, sinemaya, tiyatroya gidebilmek vb. tüm bunlar çoğunluğu emekçi olan azımsanmayacak sayıda insan tarafından birer lüksmüş gibi algılanıyor.

Oysa yaşamak sadece nefes alıp vermek veya temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilmek değil. Eşit, onurlu ve adil bir yaşam için bize dayattıkları ve alıştırmak istedikleri bu vasatı kabul etmeyeceğiz. Filmdeki sendika temsilcisinin dediği gibi, kırıntıları değil her şeyi ama herkes için istemeye devam edeceğiz. Tüm bunları alabilmenin koşulunun da sınıfın birliğini sağlamaktan geçtiğini bir an olsun aklımızdan çıkarmayacağız.

(1) Sevinç, M. (2025). Eşitlik Korkusu ve 12 Eylül Darbesinin Büyük Zaferi. Diken. https://www.diken.com.tr/esitlik-korkusu-ve-12-eylul-darbesinin-buyuk-zaferi/
(2) https://x.com/kazimkizil/status/1930161138584424610
(3) Standing, G. (2011). The Precariat: The New Dangerous Class. London: Bloomsbury Publishing.
(4) Therborn, G. (2013). 21. Yüzyılda Sınıf. Praksis Dergi, Dipnot Yayınları, Sayı 32: 91-113.
(5) Ergunalp, S. (2016). Gezi’den Sonra Sınıf: Neoliberal Sınıf Teorilerinin Eleştirisi. İstanbul: H2O Kitap.
(6) Soyer, C. (2024). Kentli Emekçiler: Lüks Değil İhtiyaç. Ayrım. https://www.ayrim.org/dosya/kentli-emekciler-luks-degil-ihtiyac/