Karşı-Devrim Olarak Faşizm ve Patriyarka: Aynı Cephede, Yeniden

Sinem Yıldız24 Temmuz 2025

Cenk Saraçoğlu’nun 7 Temmuz 2025 tarihli “Küresel Karşı-Devrim ve Yurt Mücadelesi: Faşizm ve Anti-Faşizm Üzerine Bugünden Notlar” [i] başlıklı yazısı, faşizmi günümüz kapitalist krizinin bir ürünü ve sermayenin yeniden yapılanma ihtiyacının karşı-devrimci bir ifadesi olarak kavramsallaştırması açısından süregelen faşizm tartışmalarına son derece önemli bir müdahale yapıyor. Özellikle “yurt hakkı” kavramı etrafında örülen öneri, ezilen sınıfların siyasal kurucu gücünü yeniden düşünmek açısından dikkate alınması gereken bir çağrı. Metin, Horkheimer’ın “Kapitalizmden söz etmek istemeyen faşizm hakkında konuşmamalıdır” önermesini merkezine alıp faşizmi biçimsel unsurlardan arındırarak tarihsel ve sınıfsal bağlamda düşünmeye davet ediyor. Bu yönüyle, “faşist olmak için maddeler” listesi üreten indirgemeci yaklaşımların dışına çıkarken, faşizmi bir rejim biçimi olarak değil, bir karşı-devrimci süreç olarak kavramlaştırıyor. Ancak bana kalırsa Saraçoğlu, yalnızca üretim ilişkileri ya da sınıf antagonizmalarıyla yetinmeyen, faşizmi küresel ölçekte bir karşı-devrim süreci olarak tanımlayan güçlü bir çerçeve sunarken bu çerçeve, faşizmin yalnızca bu çelişkilerin bir sonucu değil, aynı zamanda kadın düşmanlığı, ataaerki ve toplumsal yeniden üretim alanındaki iktidar biçimlerinin kurucu bir bileşimi olduğunu yeterince görünür kılmıyor. Oysa faşizm, sadece emekçilerin siyasal iradesini bastırmakla yetinmez; kadınların kazanılmış haklarına, özerkliğine, bedensel bütünlüğüne ve toplumsal görünürlüğüne yönelttiği sistematik saldırıyla da tanımlanır. Dikkat: tamamlanır değil; sonuçlanır değil; tanımlanır. Bedeni, emeği, arzuyu ve aile kurumunu tahakküm altına alarak, kadınları bir karşı-devrim nesnesi olarak yeniden kurar.

Bu noktada elzem olan, -az evvel ifade ettiğim ve muhtemelen birkaç kez daha tekrarlayacağım gibi- kadın düşmanlığının ya da kadının bedeni üzerindeki tahakküm biçimlerinin faşizmin sadece bir sonucu değil, onun kurucu özelliği, ayırt edici niteliği olmasıdır. Kadına yönelik tahakküm, faşist ideolojinin ve pratiğin marjında değil, merkezinde yer alır ve hatta faşizm koşullarının varlığını mümkün kılan toplumsal düzenin sürekliliği, tam da bu cinsiyetlendirilmiş tahakküm ilişkileri üzerinden kurulur. Bu nedenle faşizm, yalnızca sermayenin kriz anlarında başvurduğu otoriter bir çözüm değil; kadınların toplumsal eşitlik talebini bastırarak, ataerkil düzeni yeniden tahkim eden bir siyasal-toplumsal formdur. Kadın düşmanlığı, faşist rejimlerin ideolojik mantığında “yan unsur” değil, kurucu öğedir. Bir başka deyişle, faşizmi faşizm yapan unsurlardan biri, kadınlara yönelik sistematik baskıyı merkezileştirmesidir. Kadınların bakım emeğine, biyolojik olarak üreme yetisine, soyadına, miras, boşanma ve kamusal alana katılımına dair haklarına bu süreçte sistematik biçimde el konur; faşizm, kadınları yalnızca kültürel olarak değil, aynı zamanda hukuksal ve maddi olarak da mülksüzleştirir.

Kadınlar, LGBTİ+’lar, göçmenler Saraçoğlu’nun metni boyunca “yurtsuzlaştırılanlar” arasında yer alıyor. Ancak faşizmin bu öznellikleri doğrudan hedef alarak toplumu yeniden kurgulama biçimi analizde daha az görünür durumda. Saraçoğlu’nun, amacının yalnızca “talep ve rahatsızlıkları alt alta dizerek bir mağduriyetler listesi dizmek” olmadığını özellikle vurgulaması önemli; çünkü bu vurgu hem metnin teorik inşasını hem de bu kuramsal zemine dayalı olası bir örgütlenme biçimini tarif etme gücünü gösteriyor. Ancak “yurt hakkı”, feminist kuramcıların da ortaya koyduğu gibi, yalnızca mekânsal ya da sınıfsal bir mesele değil; aynı zamanda bedensel, zamansal ve toplumsal cinsiyetle şekillenen bir hak talebi. Kadınlarla erkekler arasındaki ezilme ilişkisini tarihsel olarak incelediğimizde, ataerkinin -kapitalizmle kurduğu ilişkiden bağımsız olmayan, ancak ondan daha eski ve köklü bir toplumsal yapı olarak- bu düzenin kurucu bir bileşeni olduğunu görürüz. Bu nedenle de “yurt hakkı”, toplumsal cinsiyetle derinden ilişkili, cinsiyetlendirilmiş bir meseledir. Aynı faşizm gibi. Kadınların kamusal yurttaşlıktan dışlanarak eve, doğurganlığa ve geleneksel aile rollerine hapsedilmesi; miras, nafaka ve soyadı gibi haklarının budanması; kürtaj ve doğum kontrolüne erişimin kısıtlanması bakım hizmetlerinin piyasa koşullarına terk edilmesi gibi uygulamalar, faşist karşı-devrimin yeniden üretim alanındaki temel stratejileri arasında yer alır.

Özetleyecek olursam Saraçoğlu’nun teorik konumu, üç ana eksende belirginleşiyor:

  1. Faşizm: Kapitalizmin Krizlerine Yanıt Olarak Verilen Sınıfsal Karşı-Devrim

Saraçoğlu’nun metni, faşizmi üretim alanındaki krizin doğrudan sonucu ve sermayenin otoriter yeniden yapılanma ihtiyacının bir ifadesi olarak değerlendiriyor. Bu yönüyle Clara Zetkin (2017), Georgi Dimitrov (1935) ve Troçki (1971) gibi klasik Marksist düşünürlerin “proletaryaya karşı burjuvazinin açık diktatörlüğü” gibi faşizm yaklaşımlarıyla örtüşen bir hatta konumlanır. Saraçoğlu açısından faşizm, sınıf mücadelesinin keskinleştiği, burjuvazinin hegemonya kurmakta zorlandığı anlarda başvurduğu bir karşı-devrim biçimidir. Bu bağlamda faşizmin teşhisi, ekonomik determinizme kaymadan, sınıfsal antagonizmaların yarattığı siyasal-toplumsal krizle birlikte ele alınır.

  1. Faşizm: Rızaya Dayalı Hegemonik Bir Yurt Siyaseti

Saraçoğlu’nun yazısının en özgün tarafı, “yurt hakkı” kavramı çerçevesinde tartışmayı geliştirmesidir. Yurt hakkı, yalnızca mekânsal bir aidiyet değil, aynı zamanda sınıfsal ve ideolojik bir çatışma alanını tarifliyor. Bu noktada Saraçoğlu, Laclau & Mouffe’un faşizmi popülist bir “hegemonik söylem” olarak kavramsallaştıran yaklaşımından ayrılarak, faşizmi öncelikle sınıf ilişkilerine dayanan, sermayenin yeniden yapılanma ihtiyacına karşılık gelen maddi bir karşı-devrim olarak değerlendirir. Ancak “yurt hakkı”nı talep eden kadınların, LGBTİ+’ların ya da bakım emeği yürütenlerin -çoğunlukla kadınlar olmak üzere- nasıl konumlandığı netleştirilmez. Kavramın sınıfsal içeriği kuvvetliyken, toplumsal cinsiyetle ilişkisi zayıf kalır.

  1. Faşizm: Üstyapısal Bir Saldırı Rejimi

Saraçoğlu, faşizmi sadece baskı ve şiddet biçimi değil, aynı zamanda bir kültürel hegemonya projesi olarak da kavrar. Mitolojik millet anlatısı, iç düşman inşası, düşmanlaştırıcı söylem ve ideolojik seferberlik, yazının temel kavramları arasında yer alır. Bu açıdan yazı, Frankfurt Okulu’nun bazı yönlerine, özellikle Horkheimer ve Marcuse’ün otoriter devlet analizlerine yaslanır (Horkheimer & Adorno, 2002; Marcuse, 1964). Ancak faşizmin psiko-toplumsal dinamikleri -Fromm’un sadomazoşistik kişilik tipolojisi (Fromm, 1941), Adorno’nun “otoriter kişilik” çözümlemesi (Adorno et al., 1950), Bloch’un “eşzamansızlık” kavramı (Bloch, 1991)- gibi üstyapısal dinamiklere “doğrudan” yer verilmez.

Peki Saraçoğlu’nun Filizlerini Bıraktığı Yerden Neler Söyleyebiliriz:

  • Toplumsal cinsiyet ve patriyarka: Kadın düşmanlığının faşizmin “kurucu bileşeni oluşu” göz ardı edilir. Faşizm, yalnızca sınıfsal karşı-devrim değil, aynı zamanda ataerkil tahakkümün yeniden inşasıdır.
  • Yeniden üretim alanı: Bakım emeği, doğurganlık politikaları, cinsiyetçi aile ideolojisi gibi alanlar faşizmin teşhisinde yer almalıdır.
  • Cinsiyetli özne meselesi: Faşist özne, erkek, heteroseksüel ve ulusal bir kimliğe sahiptir. Ancak bu kimliğin nasıl inşa edildiği Althusserci özneleştirme süreçleri ya da Foucault’nun biyopolitika analizleriyle açıklanmaz. Özne kuramına dair yapısalcı ya da postyapısalcı açıklamalardan bağımsız olarak, faşist özneleşmenin hangi tarihsel ve maddi-toplumsal süreçlerle biçimlendiği, feminist kuram açısından özgül olarak tartışılmalıdır.[ii]

Bu yazıda ise tam da burada, Sarçoğlu’nun kuramsal düzlemine sahip çıkarak ancak sezdirip bıraktığı toplumsal cinsiyet boyutunu feminist bir müdahaleyle açmayı hedefliyorum. Bu bağlamda, faşizmin ne’liğine dair yapılacak her kuramsal tartışmada, ataerkinin onun kurucu öğelerinden biri olduğu ortaya konmalıdır. Ancak bu kurucu unsur, tarihsel bağlamdan koparılarak evrenselleştirilmemeli; aksine, günümüz koşullarında nasıl biçim değiştirerek yeniden işlevselleştiği somut örneklerle gösterilmelidir. Faşist bir rejim dönemindeki gibi tek tip, doğrudan ve merkezi bir ataerkil tahakküm her zaman olmayabilir; ancak doğurganlık politikaları, sosyal yardım düzenlemeleri, aile normlarının ideolojik tahkimi ve kadınların toplumsal görünürlüğüne yönelik müdahaleler gibi yollarla faşist ataerki bugün farklı biçimlerde yeniden üretilmektedir.

Yurt, Millet ve Kadın

Saraçoğlu yazısında, faşist ideolojinin inşa sürecini “milletin altın çağı”, yozlaşmış elitler, dış güçler ve iç düşmanlar söylemi üzerinden çözümlerken bu mitolojik çerçevenin faşist ideolojik formasyon üzerindeki etkilerine dikkat çekiyor. Bu çözümlemede “millet” figürünün, çoğu zaman cinsiyetsiz, tarafsız ve sınıfsız bir siyasal özne olarak algılanma riski bulunur. Oysa “millet” denen kurgusal özne, yalnızca ulusal ya da ırksal değil, aynı zamanda cinsiyetlendirilmiş bir figürdür; o “millet”, erkektir. Faşist ideoloji tarafından vaat edilen bu “yeniden doğuş” miti, esasen erkek egemenliğine dayalı toplumsal düzenin restorasyonu anlamına gelir. Kadınlar ve LGBTİ+’lar, bu mitin asli kurucu unsurları olarak değil, bu mitolojinin içine sızmış bozulma ve sapma figürleri olarak temsil edilir. Sapma olmayan, “mitleştirilen”, yurdun kurucuları, cinsiyetsiz, fedakâr anne ya da savaşçı olarak öne çıkarılan kadınların nasıl gözükmesi ve neler yapması gerektiğine dair anlatılar ise yine, eril bir bakış ile tariflenir. Kadınların öznelliği, yurttaşlığı ve bedeni ya doğurganlıkla araçsallaştırılır ya da kamusal görünürlük talepleri nedeniyle tasfiye edilmesi gereken -ya da ancak makul bir kamusal görünüm ve yaşam pratiği çerçevesinde desteklenebilecek- birer tehdit olarak konumlandırılır. LGBTİ+ bireyler ise “milletin kutsal ailesi”ni temsil etmesi mümkün dahi olmayan, bu yüzden varlıklarıyla “yurt birliğine” tehdit teşkil eden sapkın unsurlardır. Faşizm, bu cinsiyetlendirilmiş iç düşmanlar aracılığıyla “millet”i temize çekme vaadi sunar.

Bu bağlamda Julia Kristeva ve Luce Irigaray’nin kolektif anlatıların cinsiyetlendirilmiş bir özneye duyduğu ihtiyaç konusunda “millet” gibi ulusal kolektivitelerin, kadın figürünü daima dışlayarak tanımladığı; kadını hem temsiliyetin dışına ittiği hem de bu dışlamayı kurucu bir “yokluk” olarak yeniden ürettiği yönündeki analizleri aydınlatıcı olabilir (Kristeva, 1982; Irigaray, 1985). Yani, kadın yalnızca dışlanan değildir; dışlandığı ölçüde o anlatının sınırlarını çizer, ona içkin bir negatif referans noktası sağlar. Dolayısıyla, faşist ideolojinin yeniden doğuş miti aynı zamanda, kadınsılığın bastırılması üzerinden işleyen bir anlam üretim rejimidir. Bu bastırma yalnızca simgesel düzeyde de kalmaz. Faşist otoritenin ideolojik devamlılığı için kadın emeğinin ve doğurganlığının denetimi stratejik bir işlevdir; kadın düşmanlığı rastlantısal veya taktiksel bir tercih değil, yapısal bir zorunluluk olarak kendine yer bulur.

Bugünün faşistleşen rejimlerinde ataerki, yalnızca sermayenin bakım maliyetlerini düşüren bir mekanizma olmaktan çıkıyor; ulusun moral zırhı, milletin simgesel çekirdeği, ailenin kutsal bekçisi olarak ideolojik bir başrole yükseliyor. Kadınlar yalnızca ev içinde karşılıksız emek sunan değil; varlıklarıyla birliğe tehdit, sadakatleriyle ise topluma istikrar vadeden figürler haline geliyor. Bu yüzden kadın düşmanlığı artık geçici bir taktik ya da ideolojik süs değil; faşist tahayyülün kendini yeniden üretebilmesi için zorunlu bir yapı taşı. Kadının özneleşme talebi, bu düzen açısından sadece bir hak arayışı değil; doğrudan “aileye, millete, yurdun kutsallığına” dair o kurmaca bütünlüğü tehdit eden bir çatlak olarak kodlanıyor. Faşizm bu çatlağı sıvamakla yetinmiyor; topyekûn bastırmak üzere harekete geçiyor. Üstelik bu durum yalnızca Türkiye’ye ya da belirli bir bölgeye özgü değil. Ataerkiyi siyasal ve ideolojik bir seferberlik aracına dönüştüren bu yönelim, eşitsiz biçimlerde de olsa küresel ölçekte yayılıyor. Batı Avrupa’da Almanya’daki AfD ve Fransa’daki RN gibi sağ popülist partiler, kadınların doğurganlık oranlarını “beyaz milletin” geleceğiyle ilişkilendirerek feminist ve LGBTİ+ hareketleri “aileyi tehdit eden unsurlar” olarak hedef alıyor. Doğu Avrupa’da Macaristan’da Orban yönetimi, kadınlara çocuk başına vergi muafiyeti sunarken aynı anda kürtajı sınırlıyor, üniversitelerin kadın çalışmalarına odağa alan bölümlerini kapatıyor. Küresel Güney’de Hindistan’da BJP, Brezilya’da Bolsonaro gibi liderler de kadın bedenini ulusun bekası için ideolojik bir savaşın nesnesi haline getiriyor. Bu örnekler, faşistleşen rejimlerin patriyarkal tahakkümü bir kez daha milliyetçi tahayyülün merkezine aldığını açık biçimde gösteriyor. Örnekleri bağlama kavuşturmak gerekirse; kadınların “yurt talebi” yalnızca dışlanmaya karşı bir tepkisellik değil, bizzat faşist iktidar kurgusunun çözülme noktasını oluşturuyor. Aileye, millete ve ulusa dair kurguların taşıyıcısı olarak kadının konumunu sorgulamadan bu yapının bütünlüğünü bozmak da mümkün değil. Dolayısıyla feminist müdahale, bu analize bir “madde daha eklemek”ten ibaret değil; analizin epistemolojik merkezini yeniden yorumlamak.

Faşizmin yalnızca bir baskı aygıtı ya da ekonomik krizin ideolojik yansıması değil; aynı zamanda arzuları, özdeşleşmeleri, ataerkiyi ve zamansal tahayyülleri örgütleyen karmaşık bir ideolojik formasyon olduğunu kavramak, bugünün geç faşizm biçimlerini anlamak açısından yaşamsaldır. Bu noktada Ernst Bloch’un “eşzamansızlık” (ungleichzeitigkeit), Enzo Traverso’nun “post-faşizm” ve Alberto Toscano’nun “geç faşizm” analizleri, faşizmi tarihselleştirmek ve günümüz siyasal rejimlerine dair eleştirel düşünsel imkânlar geliştirmek açısından önemli fakat farklı kavramsal zeminler sunar. [iii] Faşist ideoloji yalnızca sınıfsal tahakküm ilişkilerini değil, aynı zamanda eşitsiz cinsiyet ilişkilerini de yeniden kurarken üstelik kuruluşu yalnızca “bugün”ün siyasal restorasyonu olarak değil, aynı zamanda bastırılmış geçmişlerin ideolojik olarak yeniden etkinleştirilmesi biçiminde tasarlar. Bloch’un eşzamansızlık kavramıyla düşünüldüğünde faşist tahayyül, modern kapitalist zamansallıktan dışlanmış ya da onunla çelişkili olan kültürel ve toplumsal formasyonları -örneğin patriyarkal aile yapısı, geleneksel cinsiyet rolleri ve dini muhafazakârlık gibi- yeniden harekete geçirir. Yani faşizm, yalnızca bugünün krizlerine bir tepki olarak belirmez; geçmişin tortulaşmış adalet, düzen ve aidiyet arzularını da “bugünde” ideolojik bir enerjiye dönüştürür. Bloch’a göre faşizm, modern kapitalizmin “aydınlatılmış bölgesi”nde değil, bu bölgenin dışında kalan, görmezden gelinen “eşzamansız insanlar”a hitap etme gücüyle büyür. Bu insanlar, kapitalist üretim ilişkileriyle kuşatılmış olsalar da psişik düzeyde nostaljik, geleneksel ve toplumsal olarak dışlanmış zamansal biçimlerin taşıyıcısıdır. Faşizm bu alanlara seslenerek yalnızca siyasal bir yönelim değil, duygusal ve kültürel bir özdeşlik de kurar. Bloch, faşizmin yalnızca bir iktidar devşirme aygıtı değil, aynı zamanda “gerçekleştirme sahtekârlığı” olarak işleyen, gerçekleşmemiş geçmişleri ve gerçekleştirilmemiş gelecekleri yeniden harekete geçiren bir ütopya kırıntısı taşıdığını ileri sürer. Bloch’un temel eleştirisi tam da burada belirginleşir: Ana akım sosyalist hareketler, ilerlemeci tarih anlayışlarına sıkı sıkıya bağlı kaldıkları ölçüde, toplumun gecikmiş, kırılgan ve özlem dolu arzularını anlamayı başaramamıştır. Bu ihmal, faşizme hem ütopya kırıntılarını sahte biçimlerde sunma alanı hem de bastırılmış arzulara seslenme kapasitesi kazandırmıştır.[iv] Bu çerçeveden bakıldığında, kadınların kamusal görünürlüğü ya da LGBTİ+ öznelerin eşit yurttaşlık talepleri yalnızca birer “hak talebi” değil, aynı zamanda eşzamansız kolektif bilinçlerde travmatik etki yaratan simgesel tehditlerdir. Faşism, bu tehditleri bertaraf ederek yalnızca sınıfsal hiyerarşiyi değil, ataerkil zamansallığı da restore eder; böylece kapitalist krize verilen karşı-devrimci bir tepkinin ötesinde, eşitsiz zamansallıkların bugünde yeniden hizalanmasının adı olur. Toplumsal cinsiyet bu hizalamanın hem hedefi hem de taşıyıcısıdır.

Feminist kuramcılar faşizmi yalnızca sermayenin otoriterleşen yönetim biçimi değil, patriyarkanın militarize hâli olarak da tanımlarken doğurganlık politikaları, nafaka ve boşanma haklarının tırpanlanması, kadınların yeniden eve kapatılması gibi adımlar, faşist projenin asli parçaları olarak somutlaşır. Serpil Sancar’ın Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti adlı çalışmasında ortaya koyduğu gibi, milliyetçilik ideolojileri -ve özellikle faşizm- kadınların özgürlük talepleriyle yapısal bir karşıtlık içindedir. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Avrupa’da yükselen milliyetçi hareketler, kadınlara siyasette, işgücünde ve yurttaşlıkta yer açmak bir yana, onların kamusal varlığını bile sorgulayan cinsiyetçi politikalar üretmiştir. Bu bağlamda faşizm ile feminizm arasında tarihsel olarak hiçbir olumlu kesişim olmamıştır; bilakis, feminist hareketler bu rejimlerin doğrudan hedefi olmuştur. Feminist hareketlerin ve doğrudan kadının bu rejimin hedefinde oluşunu bir örnek: İtalya’nın faşist lideri Mussolini’ye göre kitle, “bir erkek tarafından idare edilmek isteyen ve bunu gizliden gizliye arzulayan zayıf bir kadındır” (Mussolini, 1958, akt. Landa, 2023: 343). Yine Landa, erkekliğin restorasyonu ve kadınlığa boyun eğdirilmesi, faşist siyasetin merkezi bir unsurudur der.[v]

 

Faşist Karşı-Devrimin Aile ve Yeniden Üretim Alanındaki Biçimleri

Saraçoğlu, faşistleşmenin tarihsel ve mekânsal bağlama göre farklılaştığını isabetle ortaya koysa da, bu farklılaşmanın toplumsal alanlardaki yansımalarını açıklamada bıraktığı filizleri büyütmek gerekir. Özellikle “faşizm mülkiyetin karşı-devrimini hangi araç ve söylemlerle gerçekleştiriyorsa, o biçimi alır” gibi oldukça kapsayıcı bir çerçeve sunduğu noktada, kadınların emeği, bedeni ve hukuki statüsü üzerinde artan baskıları bu karşı-devrimci dönüşümün ana eksenlerinden biri olarak değerlendirmek zaruri hale gelir. Daha detaylı bakalım: Karşı-devrim 2025 yılında Türkiye’de “Aile Yılı” ilan edilmesi, -ve hatta bunun önümüzdeki on yılı kapsayacak biçimde genişletilmesi- devletin patriyarkal örgütlenmesinde bir eşik anıdır. Bu ilan, sadece sembolik bir hamle olmakla kalmamış; belediyelere bağlı kreşlerin hedefe konması, sosyal yardımların evli ve çocuklu ailelere şartlandırılması, kamu hastanelerinde fiilen kürtaj hizmetinin kaldırılması, doğum yapan kadın için kısmi zamanlı ve yarı maaşlı çalışmanın yasal hale getirilmesi, kadınların kamusal alanlardan geriye çekilmesi, ekonomik bağımsızlıklarını kaybetmeleri ve şiddetle başa çıkacak kurumlara erişimlerinin engellenmesi gibi adımlarla somutlaşır. Bugün Türkiye örneğinde olduğu gibi, faşistleşme süreçleri toplumsal yeniden üretimin bütün altyapısını hedef almaktadır.

Tithi Bhattacharya gibi sosyalist feministler, toplumsal yeniden üretim alanını kapitalist üretimin “görünmez dayanağı” olarak tanımlar. Faşizm ise bu görünmez alana görünmeden sızarak, yalnızca üretim araçlarını değil, bu yeniden üretim süreçlerini de piyasanın denetimine ve patriyarkanın kontrolüne bırakacak meşru ideolojik zemini hazırlar. “Toprağın çitlenmesi gibi, kadın bedeni de çitlenmiştir.” metaforu, kadınların bedeni ve emeği üzerindeki mülkiyet iddiasının doğrudan karşı-devrimci bir müdahale olduğuna işaret eder. Faşizmin kadınlara dönük restorasyonunda, kadınların geçmiş mücadelelerle kazandıkları haklardan arındırmak odaktadır. Bu süreç yalnızca yasal ya da sosyal hakların budanmasıyla sınırlı kalmaz; aynı zamanda “ulus için doğuran”, “aileyi koruyan”, “ahlaki istikrarı sağlayan” kadın figürünün yeniden inşasını da içerir. Kadın, bu tahayyülde hem biyolojik hem de ideolojik bir görev üstlenirken sadece çocuk doğurmakla değil, aynı zamanda geleneksel değerleri yaşatmakla yükümlü bir varlık haline gelir. Böylece kadınların özneleşme talepleri, faşist düzenin ahlaki seferberliğinde bertaraf edilmesi gereken bir tehdit olarak konumlanır. Saraçoğlu’nun analizine göre, faşist biçimler ülke bağlamına göre farklılaşır. Türkiye’deki “Aile Yılı” ilanı, kadınları yeniden “biyo-politik bir nesneye” dönüştüren ideolojik çerçevenin ürünüdür. Soyadı hakkının geri alınması, kadının hukuki özne değil “aileye ait bir varlık” olarak tanımlanmasının ifadesidir. Nafaka, miras ve mülkiyet haklarına saldırı, kadınların maddi bağımsızlığını ortadan kaldırarak onları yeniden ataerkil ailenin hiyerarşisine mahkûm eder.

Bu noktada feminist kuramın sunduğu araçlar, faşizmin analizinde epistemolojik bir dönüşüm yaratmak için işlevseldir. TYÜ yaklaşımları, toplumsal yeniden üretim krizlerinin sermaye birikim süreçleriyle doğrudan bağlantılı olduğunu vurgular. Bu yeniden üretim krizleri, özellikle kadınların bakım emeğine, yaşam alanlarına ve bedenlerine yönelik tahakküm biçimlerinde somutlaşır. Türkiye’de bugün yaşanan dönüşüm, bu krizin yönetimi için başvurulan otoriter, erkek egemen bir devlet aygıtının tahkimine işaret eder ve bu sürece gösterilecek rızanın inşası şöyle sağlanır: Kadına “annelik”, “fedakârlık”, “yuva” denir; o da severek, isteyerek, gönüllü şekilde sömürülür. Aile içinde çocuk, yaşlı, hasta bakımını üstlenir; karşılığında emeğinin ne bedeli tanınır ne mülkiyeti verilir. Kadının arzusuysa ya doğurganlığa zincirlenir ya da “makul kadınlık” kalıbının dışına taştığı anda tehdit sayılır. Gülnur Acar Savran’ın söylediği gibi, bu tahakküm yalnızca açık zorla değil, sevgiyle, kutsallıkla, anneyle kurulur. Kadınlar, sadece evde değil, işyerinde de “uygun” rollere yerleştirilirken anneliğin gölgesi, kadınların peşini çalışma hayatında da bırakmaz. Daha fazlasını talep eden kadınlar ise dışlanır ya da cezalandırılırlar. Böylece kamusal olan erkeklere, özel olan ise kadınlara tahsis edilir. Kadının sesi kısılır, emeği görünmezleşir, bedeni kamusal denetime açılır. Ve bunu yaparken sisteme öyle gönül koymaz, “aile bütçesi”ne katkı sağladığı için kendini şanslı bile sayabilir.

Kadınların hane içindeki toplumsal yeniden üretim emeği her ne kadar doğrudan kapitalist karakterde olmasa da kapitalist üretimin sürekliliğiyle işlevsel olarak sıkı sıkıya bağlantılıdır. Ancak bu bağlantıyı kavramak, yalnızca ekonomik bir düzlemle yetinmeyi değil ataerkiyi de analize dahil etmeyi gerektirir. Aksi halde, kadınların ezilmesini yalnızca kapitalizmin ürünü olarak görmek, en iyimser ifadeyle, teorik bir kısa devre olur. Faşizm ise tam da bu ataerkil ve kapitalist ittifakı “restore eden” bir form olarak devreye girerken sadece üretim ilişkilerini değil, aynı zamanda ataerkiyi de “geleneksel değerler” ekseninde yeniden kurma işlevi taşır. Ve bu işlev, en doğrudan biçimde kadınların toplumsal yeniden üretim alanına, evin içine ve anne kimliğine sabitlenmesiyle yerine getirilir.

Sonuç: Faşizme Karşı Eksik Omuzla Değil

Bugün, faşizmin her tarihsel anlamda hem de bugün var olduğu biçimleriyle kadınlar ve toplumsal cinsiyet ile kurduğu ilişkiye gerekli ihtimamı göstermemek, faşizmin kurucu öğelerinden birini silikleştirmek anlamına gelirken kadın düşmanlığını bir sonuç ya da ikincil bir olgu olarak görmek, kadınların faşist rejimlere ve liderlere verdiği desteği de “karizmatik lider” mitolojisiyle açıklamaya yönelen liberal yaklaşımlara alan açmakla sonuçlanıyor. -Trump’a verilen oyların kadınlar arasından ne kadar yüksek olduğunu hatırlayalım.- Oysa tarihsel olarak Mussolini ve Hitler gibi faşist liderlerin bizzat kendileri bile, kadınları bu denli edilgen ve histerik figürler olarak betimlememiştir. Dahası, “kadınlar” homojen bir siyasi özne oluşturmaz; sınıfsal farklılıklar, faşist ideolojinin kitle desteğini oluşturmasında belirleyici rol oynamıştır. Fulya Alikoç’ın da ortaya koyduğu gibi, burjuva kadınlar faşist kampa hızla entegre olurken, orta sınıf kadınlar komünizmle aralarına mesafe koymuş ve faşist hegemonyaya dahil olmuştur. Proleter kadınlar ise, komünizme yönelik saldırılarla önce fiziksel sonra ideolojik olarak silahsızlandırılmış; bir kısmı faşizmin saflarına mobilize edilmiştir (Alikoç, 2022).

Kadınların ataerkil düzene karşı direnişi, sınıf, cinsiyet ve ideoloji ekseninde farklı biçimlerde şekillenirken; faşist karşı-devrim, kadınların toplumsal kazanımlarını hedef almış, ancak bu süreç kadınların yaşadığı siyasal yalnızlık ve örgütsüzlükle birlikte ele alınarak yeterince analiz edilmemiştir. Oysa mesele yalnızca yasalardan silinen cümleler değil; aynı zamanda kadınların hissettiği siyasal yalnızlık, kolektif örgütsüzlük ve geleceksizlik hali. Bu yalnızlık, çoğunlukla adı konmadan geçiştiriliyor. Böylece kadınların neden bireysel savunma stratejilerine -örneğin sosyal medya ifşalarına, “cancel” kültürüne ya da adalet talebini bireysel bir ifşa eylemine dönüştürmeye- başvurduğu yeterince anlaşılmıyor. Oysa bu bireysel çıkışlar, birer narsistik kriz değil; kolektif korunma mekanizmalarının çökmesinin sonuçları. Bu stratejiler, örgütlü mücadele zemininin daraldığı, dayanışma ağlarının yetersiz kaldığı, kamusal güvenin çöktüğü bir zeminde ortaya çıkıyor. Saraçoğlu’nun faşist rejimlerin içsel kırılganlığını vurgulaması çok değerli. Bu kırılganlığın toplumsal cinsiyet ile ilişkisini derinleştirdiğimizde kadınların bireysel stratejilere yönelmesinin ardında yatan örgütsüzlük ve yalnızlık halini görebileceğiz. Yine, Saraçoğlu’nun faşist rejimlerin baskıyı ışıltılı simgelerle tahkim ettiğine dair tespiti yerinde bir çıkıştır; bu simgeler, sembolik yüceltilerle gerçek yaşam koşulları arasındaki uçurumda da somutlaşır. Kadınlara yönelik politikalar bu çelişkinin en berrak ifadesidir: Bir yanda “kutsal anne” ya da “yuvayı yapan dişi kuş” olarak idealize edilen kadın figürü; öte yanda “Aile Yılı” gibi ideolojik vitrinlerle süslenirken görüntünün bulanıklaştığı gerçekler. O çok sevilen “sosyal politika aracı” kadınlara yönelik sosyal destek ve yardımların aşındırılması bile buna dahil.

Saraçoğlu’nun metnindeki “paradoks ve kırılganlık” kavrayışını da toplumsal cinsiyet boyutunu dahil ederek yeniden düşünelim. Çünkü bu çelişkiler sadece bir zayıflık değil, aynı zamanda direnişin imkân bulduğu çatlaklarıdır da. Kadının sistem içinde simgesel olarak “yüceltilmesi”, onun maddi olarak itaatkâr hale getirilmesini kolaylaştırırken, bu ikili yapı aynı zamanda faşist tahayyülün içten içe çözüldüğü, çatırdadığı bir sahneye de dönüşebilir. Dolayısıyla bu çatlakları teşhir etmek, sadece “yazılı” bir tespitte bulunmak değil, aynı zamanda imkân siyasetinin koşullarını tariflemektir. Bu yüzden bugün en acil politik görevlerden biri, faşist karşı-devrimin hem ataerkil hem kapitalist doğasını birlikte ve açık biçimde ifşa etmek. Kadınların yaşadığı yalnızlık, bedenlerine ve emeklerine dönük el koyma biçimleri, doğrudan bu kesişimsel tahakküm ilişkilerinden beslenir. Ancak bu çelişki görünür kılınmadıkça, yalnızca hak kayıpları değil, itiraz ve örgütlenme olanakları da görünmez kalacak; faşizm ile ataerki arasındaki yapısal bağların hâlâ yeterince teşhis edilmemesi; belki de elimizdeki en tarihsel politik fırsatlardan birinin kaçırılması anlamına gelecektir. Oysa mesele yalnızca faşizme karşı durmak değil, hangi toplumsal temeller üzerinde yükseleceğimiz sorusuna da yanıt vermektir. Ve bu yanıt, “aile” dediğimiz yapının içindeki çelişkileri cömertçe açığa çıkarmadan üretilemez.

Dolayısıyla evet, kadınların yaşam hakkı tehdit altındadır; ama mesele bununla bitmez. Özne olarak var olabilmek de gerekir. Aynı zamanda, direnişin kendi sınır hatlarında da kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik ayrıştırıcı pratikler hiç de nadir değildir. Gözaltılarda uygulanan çıplak arama, cinsiyetçi fiziksel müdahaleler, “orantısız” coplama teknikleri ya da alanda yükselen eril söylem; yalnızca devletin şiddet tekellerine değil, muhalefet içinde yeniden üreyen patriyarkal normlara da işaret eder. Direniş alanı, kendisini tümden kurtuluşçu ilan etmeden önce, içindeki ataerkil yapı ile yüzleşmek zorundadır. Çünkü kimi zaman faşizmle mücadele ettiğini söyleyen alanlar, kadınlara ve LGBTİ+’lara yalnızca sembolik bir yer reva görür; söz hakkı değil, suskunluk; özneleşme değil, temsiliyet dayatır. Bu nedenle bugün “faşizme karşı omuz omuza” demek, yalnızca kapitalizme değil, patriyarkaya da karşı durmak anlamına gelir.[vi] Kadınların ve LGBTİ+’ların kolektif mücadele pratiklerini dışlayan hiçbir anti-faşist cephe, ne yazık ki uzun ömürlü olamaz.

-Adorno, T. W., Frenkel-Brunswik, E., Levinson, D. J., & Sanford, R. N. (1950). The Authoritarian Personality. Harper.
-Alikoç, F. (2022). “Faşizmin İnşasında ve İktidarında Kadınlar”, Teori ve Eylem. https://teoriveeylem.net/tr/2022/01/05/fasizmin-insasinda-ve-iktidarinda-kadinlar/
-Althusser, L. (1971). Ideology and Ideological State Apparatuses. In Lenin and Philosophy and Other Essays. Monthly Review Press.
-Bloch, E. (1991). Heritage of Our Times (N. Plaice & S. Plaice, Trans.). Polity Press.
-Federici, S. (2004). Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation. Autonomedia.
-Foucault, M. (1977). Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Vintage.
-Fromm, E. (1941). Escape from Freedom. Farrar & Rinehart.
-Gramsci, A. (1971). Selections from the Prison Notebooks. Lawrence & Wishart.
-Landa, I. (2023). Faşizm ve Kitleler: “Son İnsanlar”a İsyan (1918–1945). (U. Özmakas, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
-Mies, M. (1986). Patriarchy and Accumulation on a World Scale. Zed Books. Saraçoğlu, C. (2025). Küresel Karşı-Devrim ve Yurt Mücadelesi: Faşizm ve Anti-Faşizm Üzerine Bugünden Notlar. Sendika.org, 7 Temmuz.
-Saraçoğlu, C. (2025). “Küresel Karşı-Devrim ve Yurt Mücadelesi: Faşizm ve Anti-Faşizm Üzerine Bugümden Notlar”.
-Toscano, A. (2023). Late Fascism: Race, Capitalism and the Politics of Crisis. Verso.
-Traverso, E. (2019). The New Faces of Fascism: Populism and the Far Right. Verso.
-Zetkin, C. (2017). Clara Zetkin: Selected Writings. International Publishers.
[i]https://www.ayrim.org/guncel/kuresel-karsi-devrim-ve-yurt-mucadelesi-fasizm-ve-anti-fasizm-uzerine-bugunden-notlar/
[ii]Althusser’in özneleştirme (interpellation) kuramı, bireylerin ideolojik aygıtlar yoluyla “özne” olarak çağrıldıklarını ve bu çağrıya verdikleri yanıtla ideolojinin yeniden üretimine katıldıklarını öne sürer. Bu kuram, özneyi fail değil, ideolojinin ürünü olarak konumlandırır. Foucault ise biyopolitika ve iktidar analizleri aracılığıyla öznenin disiplin, gözetim ve normatif düzenlemeler yoluyla bedensel ve davranışsal düzeyde üretildiğini savunur. Her iki yaklaşım da özneleşmenin tarihsel ve maddi koşullarla ilişkisini önemli ölçüde yeniden tanımlar. Ancak bu kuramlar kolektif siyasal özneleşmeyi açıklamakta sınırlılıklar taşırlar. Bu nedenle, söz konusu kuramların faşist özneleşme süreçlerine dair sunduğu kavramsal araçlar, bu metinde kuramsal merkez olarak değil, eleştirel mesafeyle değerlendirilen referans noktaları olarak kullanılır.
[iii] Enzo Traverso’ya göre klasik faşizm dönemi çoktan kapandı; ona göre klasik faşizm -özellikle 1920-1945 arası Avrupa örnekleri- tarihsel olarak sonlanmıştır; bugün karşımıza çıkan otoriter eğilimler ve sağ popülist dalga ise “post-faşizm” başlığıyla, faşizmin tarihsel sürekliliği değil, onun dönüşümü içinde ele alınabilecek hayaletler. Ona kalırsa artık asıl mesele faşizmin geri dönüp dönmediği değil, neye benzeyip neye benzemediği. Fakat bu tarihselci bakış, faşizmin ideolojik formasyonunu zamansal süreklilik içinde yeniden kurgulama ihtiyacını karşılamaktan uzak. Çünkü ideolojiler öyle tarihi biter bitmez kabuğuna çekilmiyor; form değiştiriyor, kılık değiştirip içe sızıyor. Tam da burada Alberto Toscano devreye giriyor ve “geç faşizm” kavramını sahneye sürüyor. Ona göre faşizm hâlâ bizimle, ama artık ne tam Hitler ne de tam Trump. Palingenetik mitlerle besleniyor, bir yandan “altın çağ” fantezileri kurarken, öte yandan neoliberal özneye Instagram’dan sesleniyor. Toscano’ya göre faşizm yalnızca baskı değil, bir arzu rejimi: İnsanlar faşizme sadece boyun eğmez, bazen içten içe ona bağlanmak da ister. Çünkü o bize güven, birlik, annelik, mülkiyet ve istikrar vaat ederken, arada bir günah keçileri sunmayı da ihmal etmez. “Çöpçü ideoloji” dediği şey tam da bu: her sınıfa, her ezilene, her eril egoya ayrı ayrı hitap eden ideolojik kırıntılar sepeti. Ancak hem Traverso’nun tarihsel “bitmiştir”i hem Toscano’nun çok katmanlı kriz analizleri kadınları ve LGBTİ+’ları yalnızca “dolaylı” olarak çağırır. Bloch’un eşzamansızlık kavramı nostaljiyle, bastırılmış arzularla çok şey anlatır ama bunların cinsiyetlendirilmiş doğasına dair pek konuşmaz. Traverso LGBTİ+ düşmanlığını analize almaz, patriyarka ise onun radarına bile girmez. Toscano ise kadın düşmanlığını görmeye başlasa da feminist bir kuramla henüz ciddi bir randevusu yoktur. Bu yüzden feminist teori sadece bu boşlukları doldurmakla kalmaz; faşizmin ne olduğuna dair teşhisi bambaşka bir yerden kurar. Zira faşizm, zamansal çelişkilerin, haz rejimlerinin, toplumsal cinsiyetin ve yeniden üretimin birleştiği noktada konuşur. Ve bu dilden anlamayan hiçbir teori, faşizmi hakkıyla teşhis edemez.
[iv] Alberto Toscano, “Geç Faşizm Üzerine Notlar,” Textum Dergi, 4 Eylül 2021, https://textumdergi.net/gec-fasizm-uzerine-notlar/#_ftnref3.
[v] Faşist ideolojinin kadın düşmanlığı ile kurduğu simgesel ve politik ilişkiye dair daha kapsamlı bir değerlendirme için Landa’nın Faşizm ve Kitleler: “Son İnsanlar”a İsyan (1918-1945) adlı çalışmasının “Göçebe Rahim” başlıklı 6. bölümü incelenebilir.
[vi] https://vesaire.press/fasizme-karsi-omuz-omuza/