Küresel Karşı-Devrim ve Yurt Mücadelesi: Faşizm ve Anti-Faşizm Üzerine Bugünden Notlar

Cenk Saraçoğlu7 Temmuz 2025

Günümüz dünyasının faşizm ya da faşistleşme kavramlarıyla ne ölçüde açıklanabileceği, özellikle sol düşünce çevrelerinde uzun süredir tartışılıyor. Bu tartışma, Trump’ın ikinci döneminde yaşanan gelişmelerle daha da güncellik kazandı. ABD Yüksek Mahkemesi’nin Trump’ın mutlak dokunulmazlık talebini kısmen onaylaması, gözaltı kamplarının yaygınlaşması, göçmenlere yönelik sert yasalar ve İsrail ile ABD’nin sınır tanımaz saldırganlığı, “otoriterleşme”den fazlasını işaret ediyor: Küresel çapta bir faşistleşme süreci. Daha on yıl önce faşizm kavramını kullanmakta tereddüt eden düşünürler, örneğin Faşizmin Anatomisi kitabının yazarı Robert Paxton, artık bu terimi açıkça kullanıyor.[1] ABD’de anaakım siyaset bilimi çevreleri bile, faşist bir dönemin içinde olduğumuzu söyleyerek toplumu uyarma sorumluluğunu vurguluyor ve alarm zillerinin çalınmasında geç kalındığını belirtiyor.[2]

Peki, faşizm kavramı, günümüzdeki küresel eğilimleri anlamak ve bu eğilimlerin ülkeler düzeyindeki farklı tezahürlerini analiz etmek için doğru bir başlangıç noktası olabilir mi? Bu soruya verilen yanıtlar genellikle, iki savaş arası dönemde Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası’nda ortaya çıkan faşist hareketler ve rejimlerle günümüz dünyası arasında kurulan analojiler üzerinden şekilleniyor.[3] Benzerliklerin öne çıktığı durumlarda bu kavramın kullanılması meşru bulunurken tarihsel farklılıkların belirginleştiği noktalarda ise bu kullanımın isabetsiz olduğu savunuluyor. Örneğin, günümüzde faşizm tartışmasını gündeme taşıyan hareketlerin ve iktidarların sergilediği ırkçı/milliyetçi söylemi dikkate alanlar açısından “faşizm” teşhisi makul görünürken; iki savaş arası dönemdeki gibi faşist partilere organik olarak bağlı paramiliter sokak çetelerinin henüz sahneye çıkmamış olması ya da toplu katliamların yaşanmaması, bu teşhise kuşkuyla yaklaşılmasına neden olabiliyor. Keza, iktidara gelen sağ partilerin toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik rejimler inşa ettiklerini gözlemleyenler faşizm tanımına yakınlaşırken; seçimlerin hâlâ yapılıyor olması, parlamentoların varlığını sürdürmesi ve dijital medyada ifade özgürlüğünün tümüyle ortadan kalkmamış olması, bu tanının “aşırı” bulunmasına yol açabiliyor. Bu durumda da faşizm yerine “liberal olmayan demokrasi” ya da “rekabetçi otoriterlik” gibi kavramlara yönelme eğilimi öne çıkıyor.

Bana kalırsa bu yanıltıcı ikirciklilik, faşizmi kapitalizmle ve sınıf mücadelesiyle bağlarını koparmış, ayrıksı özelliklere sahip, bağımsız bir ideoloji ya da rejim türü olarak ele alma eğiliminden kaynaklanıyor. Bu yaklaşım, genellikle iki savaş arası Almanya ve İtalya deneyimlerinden hareketle faşizm için bir “asgari yeterlilik” listesi, yani bir faşist minimum tanımlamaya çalışır. Tartışmalar da bu listedeki unsurların belirli bir yer ve zamanda karşılanıp karşılanmadığına göre bir siyasal yönelimin “faşizm” sayılıp sayılamayacağı üzerine kurulur. Ancak bu liste kimi zaman öyle kapsayıcı hale gelir ki, modern siyasi tarihteki neredeyse tüm otoriter ya da dışlayıcı rejimler ve ideolojik yönelimler faşizm sayılır; kimi zaman da öyle dar tanımlanır ki, Nazizm dışında hiçbir örnek bu sınıfa sokulamaz. Listenin kapsamı konusunda uzlaşılamadığı sürece, tartışmalar da verimli bir mecraya ulaşmadan sürüp gider.

Mülkiyetin Karşı-Devrimi Olarak Faşizm

Bu ikircikliğin ve beraberinde getirdiği kafa karışıklığının önüne geçmenin yolu, Horkheimer’ın o meşhur sözünü yeniden hatırlamaktan geçiyor: “Kapitalizmden söz etmek istemeyen, faşizm hakkında konuşmamalıdır.” Bu yazı da bu bilindik ama son derece özlü sözü çıkış noktası alarak, günümüz dünyasındaki bazı ortak eğilimleri faşizm ekseninde tartışmaya yönelik bazı önermeler geliştirmeyi amaçlıyor. Faşizmi, iki savaş arası dönemin kendine özgü tarihsel bağlamında ortaya çıkmış bir rejim ya da doktrin olarak tanımlamakla yetinmek, onun modern tarih içindeki siyasal işlevlerini ve dönüşen biçimlerini kavrayabilmemizin önünü tıkıyor. Onu sadece belirli bir rejime ya da ideolojik forma ait özelliklerin günümüzde ne ölçüde ortaya çıktığına bakarak değerlendirmek yerine, faşizmi kapitalist toplumdaki sınıf mücadeleleri bağlamında ele almak gerekiyor. Bu yaklaşım, faşizmi tarihin kapanmış bir evresine ait olmuş-bitmiş bir rejim ya da tutarlı bir ideolojik yapı olarak değil; kapitalist toplumun kriz anlarında, toplumsal ve siyasal alanın yeniden yapılandırıldığı karşı-devrimci bir süreç olarak tarihsel özgüllüğü içinde kavramsallaştırmamıza olanak tanır.

Faşizm, ancak kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden ve sınıf çatışmalarından türeyen bir olgu olarak kavranabilir; yalnızca bu bağlam içinde anlamlandırılabilir ve teşhis edilebilir. Ancak bu, faşizmin kapitalizmle özdeş olduğu ya da kapitalist her dönemi tanımlayan bir süreç olduğu anlamına gelmez. Faşizmi, sermaye sınıfının —ya da onun egemen fraksiyonunun— geçici ya da yüzeysel müdahalelerle yönetemeyeceği ölçüde derin bir yapısal yeniden üretim kriziyle karşı karşıya kaldığı[4], yani Gramsci’nin deyimiyle “organik kriz” dönemlerinde ortaya çıkan ve giderek baskınlaşan karşı-devrimci bir siyasal yönelim olarak ele almak, kavramın etrafındaki teorik belirsizliği önemli ölçüde giderir.

İki savaş arası dönemde faşist karşı-devrimci saldırı iki temel odağa yönelmişti. Bir yandan, sermaye sınıfının içine girdiği kriz koşullarında yükselen eşitlikçi ve özgürlükçü halk muhalefetinin güncel kamusal zeminleri ile toplumsal ve siyasal dinamikleri hedef alındı. Diğer yandan ise, ezilenlerin uzun mücadeleler sonucunda toplumsal düzenin bir parçası haline getirdiği ve insanlığın ortak kazanımı olarak görülen eşitlikçi, özgürlükçü demokratik değerler ile bu değerlerin cumhuriyetçilikle ilişkili kurumsal ifadeleri tasfiye edilmeye çalışıldı. Bu değerler önce içleri boşaltılarak etkisizleştirildi; ardından da toplumsal ve siyasal yaşamdan tümüyle silinmeleri hedeflendi.

Bu çerçevede faşizm, kapitalizmin belirli bir tarihsel momentte eşzamanlı olarak yaşadığı üç düzeyli bir krize — birikim rejiminin tıkanmasına, uluslararası alandaki paylaşım rekabetinin tetiklediği siyasal krizlere ve egemen sınıfın toplum çapında ideolojik hegemonya kuramamasından kaynaklanan meşruiyet krizine, yani Gramsci’nin kavramlaştırmasıyla bütünlüklü bir “organik krize” — verilen kapsamlı ve sistemli bir karşı-devrimci yanıt olarak ortaya çıktı. Faşizmin özü, bu tarihsel ve güncel ilerici dinamiklere yöneltilmiş çok boyutlu bir taarruzun süreklilik kazanarak başat bir siyasal eğilim haline gelmesidir.

Tarihteki ve günümüzdeki bütün faşistleşme süreçlerinin ortak paydası, ezilenlerin uzun mücadeleler sonucunda elde ettiği haklar ve ortak değerler üzerinden siyaset yapan öznelere —yani ilerici ve sol hareketlerin bütününe— yöneltilen yok edici bir saldırının sistematik biçimde yürütülmesidir. Nitekim Marksist düşünür Alberto Toscano, Geç Faşizm[5] adlı eserinde, Amerikalı Siyah hareketinin önderlerinden W.E.B. Du Bois’in 19. yüzyıl sonlarında beyaz ırkçılığı tanımlamak için kullandığı çarpıcı bir ifadeye başvurarak faşizmi çözümlemeye girişir.[6] Toscano’nun da altını çizdiği gibi: Faşizm, mülkiyetin karşı-devrimidir.

Faşizm, Kitle ve İdeoloji

Bu noktada “mülkiyetin karşı-devrimi” ifadesinde özellikle “devrim” sözcüğüne dikkat çekmek gerekir. Faşistleşme ile eşzamanlı ilerleyen karşı-devrim süreci yalnızca çıplak şiddet yoluyla toplumu sindirmekle sınırlı kalmaz; aynı zamanda geniş toplumsal kesimlerin bu sürece aktif biçimde katılımını ya da en azından rızasını üretmeye yönelik özel bir ideolojik operasyon içerir. Faşist hareketlerin ayırt edici yönü, sermayenin emeğe ve doğaya yönelik yeni kuşatmasını meşrulaştırmak amacıyla, daha önce doğrudan sermaye birikiminin üzerinde yükselmiş olan hukukî ve siyasal düzeni “yozlaşmış” ve “millete yabancı” ilan ederek hedef tahtasına yerleştirmeleridir. Bu söylem aracılığıyla kitleler, bizzat sermaye düzeninin şiddetine onay vermeye ve hatta bu şiddete dahil olmaya teşvik edilir.

Bu yönüyle faşizm, mevcut düzeni hem ideolojik düzlemde mahkûm eder hem de onu radikal bir siyasal müdahaleyle parçalamaya yönelir. Ancak bu müdahale devrimci değil, karşı-devrimcidir; çünkü amacı, tarihsel olarak işçi sınıfı ve halk güçleri tarafından kazanılmış olan toplumsal hak ve kurumların tasfiyesidir. Faşizmin bu karşı-devrimci radikalizmi, halkın sisteme yönelik yabancılaşma duygusunu ve biriken öfkesini kendi ideolojik doğrultusunda seferber etmeye çalışır. Sistemin meşruiyetini sorgulayan kitleler, düzenin sınıfsal doğasına değil, onun simgesel temsilcilerine — elitlere, bürokratlara, “iç düşmanlara” — yönlendirilir. Böylece sermayenin yeniden yapılanması, toplumsal rızayı da kapsayan bir zemin üzerinde gerçekleştirilmeye çalışılır.

Bu türden bir karşı-devrimci harekete zemin hazırlayan temel etkenlerden biri, sosyalist hareketlerin ve işçi örgütlenmelerinin toplumsal etkisinin zayıflamış olmasıdır. Faşist yıkıcılığın arkasına kitle desteği alabilmesi, toplumun düzene yabancılaşmış kesimlerine gerçeklikten beslenen bir devrimci ufuk sunulamamasının bir sonucudur. Başka bir deyişle, faşistleşme sürecinin cesaret bulduğu zamanlar, sol-sosyalist siyasetin toplumsal çoğunlukla kurduğu siyasal ve ideolojik bağların belirgin bir biçimde zayıfladığı zamanlardır.[7]

Faşist karşı-devrimci radikalizmin ideolojik gücünü aldığı temel, onun kendine özgü bir tarih anlatısı ve kolektif kimlik kurgusu inşa etmesinde görünür hale gelir. Bu noktada belirgin bir ideolojik konfigürasyon ortaya çıkar: Tarihsel olarak üstün ve saf olduğu varsayılan “millet”, günümüzde yozlaşmış elitlerin, dış güçlerin ve içerideki “hain unsurların” işbirliğiyle bir kriz ve çöküş sürecine sürüklenmiştir. Bu çöküşten kurtuluşun yolu ise, mevcut kurumsal yapının —hukukun, siyasetin, medyanın ve akademinin— tümüyle tasfiye edilmesinden ve geçmişte idealize edilen “altın çağ”ın, “milli” bir önderliğin rehberliğinde yeniden inşasından geçmektedir. Böylece faşizm, geçmişin mitolojik ihtişamını gelecekte yeniden kurma vaadiyle halkı seferber eden, bir “küllerinden doğma” anlatısına dayanır.[8]

Dahası, faşist hareketler solun tarihsel olarak sahiplendiği bazı temel ideolojik temaları eklemleyerek, onları karşı-devrimci bir hatta yeniden işlevselleştirir. Bu strateji, bir yandan solun temsil iddiasını zayıflatmayı, diğer yandan onun toplumsal tabanına sızarak siyasal alanı kendi lehine yeniden kurmayı amaçlar. Bu çerçevede ortaya çıkan söylem, milliyetçi hamasetle parlatılmış sahte bir “anti-emperyalizm”, sermaye sınıfını aklayan ama geleneksel elitleri hedef gösteren seçici bir “düzen karşıtlığı” ve yoksul emekçilere hitap ediyormuş gibi görünen, fakat onları göçmenler, mülteciler ya da içerideki “bozguncularla” karşı karşıya getiren çarpıtılmış bir sınıf siyaseti biçiminde tezahür eder.

Bu ideolojik yeniden kurgu, yalnızca yukarıdan dayatılan bir söylem olarak kalmaz. Aynı zamanda seçim sandığında, örgütlü zorbalıkta ve kimi zaman sokak şiddetinde somutlaşan aktif bir toplumsal taban tarafından da taşınır ve yeniden üretilir.

Faşizmle ilişkilendirilen ideolojik kodlar, yönetim biçimleri ve şiddet teknikleri sabit ya da evrensel değildir. Bunların tümü, karşı-devrimci saldırının kapitalizmin içinden geçtiği tarihsel dönemdeki özgül kriz dinamiklerine ve bu krizlerin her ülke özelinde aldığı somut biçimlere göre farklılık gösterir. Başka bir deyişle, faşizm “mülkiyetin karşı-devrimini” belirli bir yer ve zamanda hangi araçlar ve söylemler olanaklıysa onlarla gerçekleştirir; bu nedenle de tarihsel ve mekânsal bağlama göre değişen biçimlerde ortaya çıkabilir.

Bugünün Dünyasında Faşizm

Bugün dünya kapitalizmi, faşizmin çekirdeğindeki karşı-devrim sürecini koşullayan ve bir türlü dinmeyen bir bütüncül kriz döneminden geçiyor. Bu krizi öncekilerden farklı kılan şey, kapitalizmin bu son krizinin insanın gezegendeki varlığını neredeyse mümkün kılmayacak derecede yıkıcı bir görünüm arz etmesi. Ortaya çıkan doğa tahribatının sonuçlarını denetim altına alabilmenin ancak sermaye düzeninin temellerini sorgulamakla mümkün olması ve bunun beraberinde getirdiği ekolojik kriz; derinleşen toplumsal eşitsizliklerin ve yoksulluğun yol açtığı sonuçları yönetememekten kaynaklanan toplumsal kriz; sürdürülebilir, sistemli, kurumsallaşmış ve rıza üretmeyi mümkün kılacak bir birikim modeli inşa edilememekten kaynaklanan ekonomik kriz; tüm bu krizlerin tetiklediği huzursuzlukları sistem içinde soğurması beklenen kurumların işlemezliğiyle derinleşen siyasal kriz; toplumun tamamında kuşatıcı bir rıza üretebilecek sistem içi baskın bir ideolojik formasyon geliştirilememesinden kaynaklanan ideolojik kriz; ve uluslararası rekabeti öngörülebilir ve yönetilebilir bir biçime sokamayan, istikrarlı bir dengeye yerleştiremeyen küresel düzen krizi… Faşizm, sermaye sınıfının bu krizler karşısında “tam gaz” ilerlemeyi (accelerationism)[9] tercih ettiği, yani emeğe ve doğaya yönelik sermaye tahakkümünün önündeki toplumsal ve ideolojik engelleri yıkıcı bir saldırıyla aşmaya yöneldiği momentlerde belirir.

Trump’ın fosil yakıt çıkaran enerji şirketlerinin önündeki ekolojik sınırlamaları hükümsüz kılacağını ilan ederken kullandığı “Drill Baby Drill” (Kaz, bebek, kaz) sloganı, bu zıvanadan çıkmışlığın belki en açık sözlü ifadesidir; ama tek örnek değildir. Bugün otoriterleşme ya da “tek adam rejimine” gidiş olarak tanımlanan süreçlerin yaşandığı tüm ülkelerde ortak olan temel eğilim, tek bir lider ya da yürütme gücü etrafında birikmiş iktidarın, sermayenin önüne çekilmiş olası tüm kurumsal setleri dağıtmak üzere seferber edilmesidir. Yani bu kriz karşısında kapitalizmin ortadan kaldırılmasını bir yana bırakalım, frenlenmesi gerektiğine dair en küçük bir arayışın, kamucu/toplumcu bir direnç potansiyelinin toplumsal zeminini tamamen ortadan kaldırmayı hedefleyen bir karşı-devrimci saldırıyla —küresel ölçekte bir faşistleşme süreciyle— karşı karşıyayız.

Bu açıdan bakıldığında, günümüz faşizminin sınıfsal kökleri, kapitalist talanın hiçbir engelle karşılaşmadan, tam bir “özgürlük” içinde sürdürülebilmesini isteyen sermaye gruplarında aranmalıdır. İnsanlığın gezegendeki varlığını sürdürülemez hale getiren yıkımların farkında olsalar bile, bu gruplar aynı talanı sürdürme konusunda kararlıdır. Faşizmin bu sınıfsal kökleri, bir yerde Elon Musk’ın Trump’a verdiği açık destekte görünür hale geliyorsa, başka pek çok yerde kendi ülkelerindeki despot liderlerle el ele yürüyen yağmacı sermaye fraksiyonlarında açığa çıkar.

Faşizm ya da faşistleşme, içerisine doğduğu ya da içerisinden çıktığı zamanın ve mekânın koşullarına; yani ait olduğu toplumsal formasyonun kriz dinamiklerinin özgül yönlerine bağlı olarak farklı biçimler alabilir ve karşı-devrimci süreci farklı araçlar ve yöntemlerle sürdürülebilir kılabilir, demiştik. Örneğin, 1930’ların faşizminde paramiliter çetelerin sokak şiddeti belirleyici bir rol oynarken, bugün aynı işlev polisin militarize edilmesi, siber gözetim teknolojilerinin yaygınlaştırılması ve yargı aygıtının baskı aracına dönüştürülmesiyle yerine getirilmektedir. Toplu katliamlar artık gaz odalarında değil; Akdeniz’de göçmen botlarının batırılmasında, Filistin’de uygulanan sistematik soykırım politikalarında ya da Hindistan’da, Türkiye’de ve daha pek çok ülkede muhalefete karşı uygulanan, düşman hukukunu andıran yöntemlerde kendini göstermektedir.

Karşı Devrim Püskürtülebilir mi?

Faşistleşme süreçlerinin belki de en temel paradoksu, ona zemin hazırlayan organik kriz halinin aynı zamanda kapitalizmi aşmaya yönelik sahici bir devrimci potansiyeli de kendi içinde barındırmasıdır. Faşist hareketlerin baskının dozunu sürekli artırmaya yazgılı olmasının temel nedeni de budur. Zira faşistleşme süreci, sermayenin emeğe ve doğaya yönelttiği saldırının önündeki sınırları kaldırdıkça, vaadini tersine çevirerek sınıfsal çelişkileri daha da keskinleştirir; bu ise hem ideolojik hem de militer düzeyde bir teyakkuz halinin sürekli kılınmasını zorunlu hale getirir. Bu nedenle, faşistleşme sürecinin siyasal özneleri, toplumsal desteği ya da en azından pasif rızayı, taşıdığı tüm çelişkiler ve ideolojik kofluklara rağmen sürdürme ihtiyacı duyar. Tam da bu yüzden, faşizmin sınır tanımaz şiddeti, dışarıdan bakıldığında azametli bir güç gösterisi olarak görünse de içerdiği kırılganlığı ancak sürekli şiddetle telafi edebilen bir yapıya dayanır.

İşte bu paradoks, faşistleşme sürecinin yalnızca teşhis edilebilir değil, aynı zamanda önlenebilir olduğuna ve bunun nasıl mümkün olabileceğine dair önemli ipuçları sunar.

Faşistleşmenin, kapitalist krize karşı ortaya çıkabilecek ileri halk dinamiklerinin tümüne yönelen kapsamlı bir saldırıyı içerdiği düşünüldüğünde, onun püskürtülmesinin önkoşulu bu dinamikleri barındıran toplumsal blokların ve onların örgütlü temsilcilerinin ortak bir direniş ekseninde bir araya gelmesidir. Öte yandan, faşizme karşı mücadelenin her tarihsel evrede geçerli olan bu cepheleşme hattı, faşistleşme sürecinin hızını kesmeyi mümkün kılsa da onu tümüyle geriletmeyi ya da ortadan kaldırmayı kendi başına garanti edemez. Bu mücadelede belirleyici olan yalnızca hâlihazırda politik olarak aktif konumda bulunan kesimlerin kararlılığını ve direngenliğini artırmak değildir. Asıl mesele, faşistleşme sürecinin kırılgan noktası olan toplumsal onayı kesintiye uğratacak pratik ve ideolojik müdahalelerde bulunabilmektir.

Bu müdahaleler, faşizmin güç ve taban kazanmasına zemin hazırlayan toplum içindeki sıkışmışlığa, umutsuzluğa ve yalnızlaşmaya karşı; güncel sorunları birlikte aşma vaadi taşıyan bir birlik projesinin inşasını ve bunu taşıyabilecek kurucu bir iradenin belirginleştirilmesini hedeflediği ölçüde etkili olabilir. Faşizme karşı direniş, yalnızca onun şiddetine karşı kurulacak ortak bir savunma hattını değil; aynı zamanda neoliberal yıkımın yarattığı çözülmüşlük karşısında, insanlara gerçekten ait hissedecekleri ve kendilerini güvende bulacakları bir toplumsal bütünlük ufkunu da sunmak zorundadır. Aksi halde, düzen siyasetinin kurumsal çerçevelerine güveni kalmamış, sürekli kriz hali karşısında bir “derleyici ve toparlayıcı” irade arayışında olan geniş toplumsal kesimler, faşizmin “küllerinden yeniden doğmakta olan” bir millet tahayyülü içindeki çağrısı karşısında savunmasız bırakılmış olur.

Yurt Hakkı Mücadelesi ve Anti-faşizm

Burada asıl mesele, söz konusu “birlik” ufkunun hangi temelde inşa edileceği ve bu birliğin tutkalının ne olacağı sorusudur. Akla hemen emek eksenli bir yaklaşım, “sınıfsal ortaklık” düşüncesi ve bir şiar olarak “ekmek kavgası” gelecektir. Ancak bu basit formül, içinde bulunduğumuz insanlık krizinin çok katmanlı doğası ve faşist şiddetin çok yönlü saldırı biçimleri karşısında, ancak teorik düzeyde bir netleşmenin konusu olabilir; somut bir toplumsal formasyonda benimsenecek gerçek birleştirici siyasal stratejinin yerini tutamaz.

Çünkü içinde yaşadığımız karşı-devrimci süreç, yalnızca aşırı sömürüyü mümkün kılacak biçimde toplumsal engelleri birer birer ortadan kaldırarak emekçileri yoksulluğa mahkûm etmekle kalmıyor. Aynı zamanda, bu yoksullaştırmayı sürdürebilmek için özgürlükler adına kazanılmış tüm değerleri ve sahaları hedef alarak, toplumun geniş kesimlerini bir “varoluş” kriziyle baş başa bırakıyor. Bu karşı-devrimci taarruz, bir yandan emekçilerin sofrasına göz dikerken; diğer yandan kadınların yaşam hakkını, gençlerin yaratıcılığını ve geleceğini, ezilen halkların tarihsel onurunu kıskaca alıyor. Böylece her birinin içinde yaşadığı ve ürettiği toplumu şekillendirme iradesini ellerinden alarak, onları yalnızlaştırıyor, sessizleştiriyor, etkisizleştiriyor.

Tüm bu karşı-devrimci saldırının, en temelde, sermayenin insanlığı sürüklediği krize rağmen bildiğini okumasını sağlamak üzere işlediği açıktır. Ancak yarattığı ortak sonucu yalnızca sınıfsal bölüşüme indirgemek eksik kalır. Bu saldırı, aynı zamanda insanların bir yere, bir topluluğa, bir geleceğe ait olma hissiyatlarını da örseleyen çok yönlü bir yurtsuzlaştırma süreci olarak işlemektedir. Faşistleşmenin, tam da bu hissizleştirilmiş, yalnızlaştırılmış, korunmasız bırakılmış toplumsallık üzerinde yükselmesi ise onun kırılganlık noktalarından birini açık eder: Bu süreç, kendi karşı-devrimci birlik iddiasını, çözülmüş bir toplumsal bütünün dağılmış parçaları üzerinde kurmaya çalışmak zorundadır. Toplumun “bir arada olma” ihtiyacı, faşizmin ideolojik mayasını oluşturmasa bile, onun tutunabileceği zemini şekillendirir.

Ne var ki, aynı faşistleşme süreci, toplumun acil gereksinimlerine yanıt üretebilecek bir siyasal kapasiteye sahip olmadığı; sermayenin yönelimleri doğrultusunda hareket ettiği için, vaadini gerçekleştiremediği her anda içeride ve dışarıda yeni düşmanlar yaratmak, şiddetinin dozunu arttırmak ve böylece güya temsil ettiğini iddia ettiği “ulusu” her bir kriz eşliğinde yeniden parçalamak zorunda kalır.

Bu zemine müdahale etmenin, faşizmin ideolojik etkisini kırmanın yolu yalnızca baskıya direnmekten değil; baskı karşısında dağılmış, yalnızlaşmış yurttaşların yeniden birbirine dokunabileceği bir toplumsal ufku inşa etmekten geçiyor. Faşistleşme süreci, toplumsal parçalanmışlığı örgütlü bir biçimde seferber ederken, buna karşı yalnızca “demokrasi” çağrısıyla yanıt vermek artık yetersiz kalacaktır. Bugün ihtiyaç duyulan, krizin içinden birlikte çıkma iradesini taşıyan kurucu bir siyasal tahayyül ile bu tahayyülü taşıyacak kolektif ve örgütlü bir siyasal iradenin görünür kılınmasıdır.

Bu tahayyül, soyut bir “birlik” söylemiyle kurulamaz. Faşizm, “küllerinden yeniden doğacak millet” mitini, geçmişi yeniden inşa ederek bugünü şekillendirmek için seferber eder, demiştik. Bu faşist tahayyüle karşıt ama aynı zamanda onun beslendiği toplumsal ihtiyacı da gözeten sol bir tahayyül, toplumun bugünkü parçalanmışlığını müşterek bir yurda dönüştürecek pratik ve ideolojik temellere, duygusal bir ortaklık zeminine dayanarak inşa edilebilir. Mart 2025 sonrasında yeniden parlayan toplumsal muhalefetin gösterdiği en önemli şeylerden birisi bu temelin, siyasal süreçlerden dışlananların, sömürülenlerin, bastırılanların ve tehdit altında yaşayanların —kısacası yurtsuzlaştırılanların— kendi yurtlarını geri kazanma arayışında; yani yurt hakkı arayışında bulunabileceğidir. Yeni bir yurdu birlikte inşa etme ekseninde yürütülen mücadele, faşizmin icat edilmiş bir “şanlı geçmiş” ve milletin büyüklüğünü ispatlayacağı boş bir gelecek vaadiyle toplumu bugünden koparma çabasını boşa çıkaracak zamanın gerçeklerine, toplumsal ihtiyaçlara ve ortak mücadelelere dayalı bir bütünleşme zemini sunabilir.

Faşizmin, bugünü askıya alarak “geçmişin şanını gelecekte yeniden canlandırma” fantezisine karşı, sol siyasetin milletin “gerçek” geçmişini tanımlamak için karşı-tarih anlatıları üretmesi hem gereksiz hem de nafiledir. Gezi direnişi ve Mart 2025 halk hareketi, bugünün kaygıları ve özlemleri üzerine kurulu bir mücadelenin bir ortaklık zemini oluşturabileceğini[10], “içinde bulunulan farklı zamanın yarına kayabileceğini”[11] ortaya koymuştur. Dolayısıyla, solun faşizmle geçmiş üzerine rekabet etmesi anlamsızdır.

Somut olarak, bugünün Türkiye’sinde ülkeyi yeniden herkesin yurdu haline getirme mücadelesi —yani yurt hakkı arayışı—, parça parça ve birbirinden yalıtık biçimde ifade edilen pek çok talebi ortak bir mücadele gündeminde bütünleyebilir; bu taleplerin sahibi toplumsal blokları ise egemen düzene karşı “halk” olarak özneleştiren bir özdeşleşme zemini yaratabilir.

Piyasa terörü, enflasyon, yoksulluk ve işsizlik karşısında tamamen korumasız bırakılarak kendi var ettikleri ülkede iradesiz ve sözsüz hale getirilen emekçiler; okul sıralarındaki emeği yok sayılan, torpile, itaate ve yaltaklanmaya prim vermeyen, yaratıcılıkları tehdit olarak görülen, ülke yaşamına renk katmalarına izin verilmeyen gençler; kamusal hayatta eşit bir özne olarak değil, evin içindeki sorumlulukla tanımlanarak ülkenin ortak iradesinden dışlanan kadınlar; yaşadıkları ülkede sürekli güvensizlik, tetikte olma ve tehdit altında hissetmeye mahkûm edilen LGBTİ+ bireyler; ve bu ülkenin her karışında izi, emeği olmasına rağmen yalnızca üzerinden siyasal projeler geliştirildiğinde hatırlanan, dili ve kültürü yıllarca yasaklanmış, siyasal iradesi gasp edilmiş Kürtler…

Bu listeye başka birçok toplumsal kesim ve çok sayıda hak talebi, adaletsizlik, dışlanma deneyimi eklenebilir.

Fakat mesele, talep ve rahatsızlıkları alt alta dizerek bir mağduriyetler listesini uzatmak değildir. Mesele, sermayenin karşı-devrimi karşısında bu ülkede yaşayıp çalışan; ama onu şekillendirme iradesi ellerinden alınmış, bu ülkeyle bağı koparılmak istenmiş —yani yurtsuzlaştırılmış— çoğunluğu ve çoğulluğu ortak bir yurt hakkı mücadelesi etrafında bütünleştirebilmek ve buradan yeni bir siyasal birlik programını inşa edebilmektir. Bu ülkenin doğasını, kaynaklarını sermayenin sınırsız talanına açarak emekçilerin soluduğu havayı, bastığı toprağı zehirleyen; insanların emek verdiği, bağlandığı yurdu üzerinde istediğini dikebileceği boş bir arazi gibi gören yağmacılık karşısında birleşen bir halkın talebi olarak yurt hakkı. Hayatı mümkün kılanların, o ülkenin bugününü ve geleceğini şekillendirme hakkını geri alma mücadelesi olarak yurt hakkı. Böyle bir mücadele ekseninin hem kaynağı hem ilhamı son yirmi senedir siyasal iktidarın her türlü ideolojik ve baskı aygıtını seferber etmesine rağmen toplumsal dokudan silemediği, bastırıldığı sanıldığında daha güçlü bir şekilde geri dönen memlekete sahip çıkma, onu kolektif iradeyle dönüştürme, kendi yurdu haline getirme yönündeki ısrardır.

[1] https://www.nytimes.com/2024/10/23/magazine/robert-paxton-facism.html
[2] https://www.youtube.com/watch?v=IXR9PByA9SY
[3] Şebnem Oğuz,  “Günümüz Faşizmini Anolojilerden Kaçınarak anlamak İçin Kavramsal Bir Olanak: Geç Faşizm” , sendika.org, 5 Nisan 2025, https://sendika.org/2025/04/gunumuz-fasizmini-anolojilerden-kacinarak-anlamak-icin-kavramsal-bir-olanak-gec-fasizm-723912
[4] Reinhard Kühnl,  "Problems of a theory of international fascism." International Journal of Politics 2.4 (1972): 47-81.
[5] Alberto Toscano, Late fascism: Race, capitalism and the politics of crisis. Verso Books, Londra, 2023.
[6] William Edward Burghardt Du Bois, Black Reconstruction in America: Toward a history of the part which black folk played in the attempt to reconstruct democracy in America, 1860-1880. Routledge, Londra, 2017.
[7] A. G. Rabinbrach,  "Marksist Bir Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm Kuramına Doğru." Köves, M. ve S. Mazumdar (der.) Faşizm Üzerine: Önlenebilir Yükseliş içinde, çev. E. Kaya, İstanbul, Yordam, 2018. 63-97.
[8] Roger Griffin. Faşizmin Doğası, çev: Ali Selman. İstanbul, İletişim Yayınları, 2014.
[9] Patrik Hermansson,, vd.. The international alt-right: Fascism for the 21st century?. Routledge, Londra, 2020.
[10] Can Soyer, “Bir Kara Parçası: Gezi”, Ayrım, 31.05.2025 https://www.ayrim.org/guncel/bir-kara-parcasi-gezi/
[11] Ernst Bloch, Heritage of Our Times, çev.Neville and Stephen Plaice, Polity Press, 1991, Londra.