Mamdani Olayı ve İkinci “Güzel Dönem”in Sonu

Ege Aydın19 Kasım 2025

New York Belediye Başkanlığı pozisyonuna Uganda doğumlu, Şii Müslüman ve kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Zohran Mamdani’nin seçilmesi, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yankı uyandırdı. Bir yıl öncesine kadar kimsenin tanımadığı ve Amerikan müesses nizamının olanca kudreti ile bastırmaya çalıştığı Mamdani’nin seçim zaferi, muhafazakar ve İslamcı kesimler tarafından bile Mamdani’nin açıkça beyan ettiği Müslüman kimliği üzerinden sahiplenilmek istendi.

Öbür taraftan sol kamuoyunda da Mamdani’nin seçim zaferine ilişkin birtakım kanaatler ileri sürüldü. Bunlar elbette basit tasniflere tabi tutulamayacak kadar nüanslı pozisyonları da içeriyor. Gelgelelim fazla aceleci tespitlere dayandığını düşündüğüm iki karşıt kamp ortaya çıkıyor. Bunlardan bir tanesi, Zohran Mamdani’nin yeterince radikal olmadığı, yalnızca düzen için düzen dışı itkileri soğuracak bir emniyet sibobu işlevi göreceği gerekçesi ile Mamdani’nin seçim zaferini tümüyle önemsizleştiriyor. Öbür taraf ise Mamdani’nin zaferini “Amerikan rüyasının sonu” olarak niteleyip onu olduğundan daha büyük bir kırılma anı gibi resmediyor. Amerikan rüyasının sonu tespitlerine “yalnızca aşırı sağın değil, radikal solun da yükseldiği” tespitleri eşlik ediyor.

Kanaatimce bu yaklaşımlardan her ikisi de belli bir haklılık payı taşıyor, ama ikisi de birbirini dışladığı için son kertede yanlış birer analiz durumuna düşüyorlar. Eldeki olgunun farklı yönlerine vurgu yapan bu iki yaklaşımı nasıl sentezleyebileceğimizi açmak için tarihsel bir paralele başvuracağım.

  1. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı, zaman zaman “La Belle Époque” tabiri ile isimlendirilir. Fransızca “güzel dönem” anlamına gelen bu tabir, özelde Fransa’nın ve genel olarak Avrupa’nın tarihinde özel bir zaman dilimini imliyor. Fransa-Prusya Savaşı’ndan (1871) Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine (1914) kadar geçen tarihsel dönem, kimileri tarafından Avrupa tarihinin “altın çağı” olarak anılır. Bu dönem, Avrupa’nın nispeten barışçıl ve stabil bir uluslararası atmosfere sahip olduğu, bilimsel ve teknik alanlarda muazzam atılımların yaşandığı, iktisadi refahın genel bir yükseliş eğilimi gösterdiği[1] ve kapitalizmin kaçınılmazlığına dair kuvvetli bir inancın yaygın olduğu bir dönem olarak anılageldi. Fakat 1914 yılında Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesi ile adeta cehennemin kapıları açıldı. Adam Tooze’un da dediği gibi 1. Dünya Savaşı, 20. yüzyılın “kök-felaketi” idi.[2] İnsanlık endüstriyel kitle kıyımıyla, modern kimyasal silahlarla, makineli tüfeklerle ve tanklarla tanıştı. Akabinde yaşanan 1929 Büyük Buhranı ile kapitalizmin doğal ve kaçınılmaz bir sistem olduğu yargısı ciddi bir yara aldı, liberal statüko devasa bir itibar kaybı yaşadı. İşte bu liberal statükonun parçalandığı felaket atmosferinin içerisinde 1917 Ekim Devrimi başarıya ulaştı, dünyanın çeşitli yerlerinde devrimci hareketler yükselmeye başladılar. Yine bu atmosferin içerisinde 20. yüzyılın faşizmi dünyaya geldi ve iktidara yürüdü. Kimi tarihçilerin “Avrupa İç Savaşı” ya da “İkinci Otuz Yıl Savaşı” olarak nitelendiği bu dönem, insanlık tarihinin en kanlı savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle 1945’te noktalandı. Bu esnada insanlık Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen bir “ırki imha savaşı” ile, Auschwitz’le ve Hiroşima’yla tanıştı.

Yüzümüzü günümüze çevirelim. 1989-91 dönemeci ile reel sosyalist blokun tarihe karışması, müesses nizamın zafer naralarını beraberinde getirdi. Bu dönemde birkaç farklı versiyonu olan ama aynı temeli paylaşan bir konsensüs egemen olmaya başladı. Buna göre tarihin sonu gelmiş, liberal demokrasilerin ve kapitalizmin nihai zaferi ilan edilmiş, insanlık her zamankinden daha barışçıl ve daha müreffeh bir evreye girmişti ve kapitalist küreselleşme sayesinde bu iyiye gidiş ilelebet devam edecekti. Çok sayıda temsilcisi olmakla birlikte bu ideolojik konsensüsü Francis Fukuyama, Steven Pinker ve Bill Gates isimleriyle cisimleştirmek istiyorum. Ana hatlarıyla özetlediğim bu ideolojik atmosferin, 1. Dünya Savaşı öncesi “güzel dönem” tasvirine benzerliği dikkat çekicidir. Gelgelelim ikinci “güzel dönem” de pek uzun sürmedi. Bu dönemin ne zaman sona erdiği hangi versiyonu ele aldığımıza göre değişir. Örneğin NATO’nun Kosova müdahalesi ile uluslararası düzenin öz çıkara dayalı klasik iktidar siyasetinden ayrışan, Kantçı kozmopolitanizme uygun bir aşamaya geçtiğini telakki eden Habermas’ın[3] temsil ettiği versiyon, 2003 Irak Savaşı ile birlikte çoktan ciddiye alınır olmaktan çıkmıştı. Kimilerine göre 2008 Finansal Krizi ile birlikte kapitalizmin doğallığını ve kaçınılmazlığı vaaz eden ideoloji faş oldu. Ama her halükarda en geç 2016 yılında Trump’ın ABD başkanı seçilmesi ile bu konsensüsün dağıldığını söylemek mümkün. Nitekim Trump’ın seçilmesinin yarattığı siyasi iklim, Fukuyama’yı dahi liberal demokrasilerin geri dönülmez zaferini ilan etmekte aceleci davrandığını itiraf etmeye zorladı.

Trump’ın seçilmesi, ABD’de ve dünyanın başka yerlerinde ona eşlik eden diğer aşırı-sağ hareketlerin ivme kazanması vb. gelişmelere, sol siyasetin kısmi bir yeniden canlanışı da eşlik etti. ABD’de Bernie Sanders’ın Demokratik önseçim kampanyası ve Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (Democratic Socialists of America) örgütünün 70 bin üyeye ulaşması da bu sol silkinişin emarelerinden biri idi. Bu bakımdan gerçekten de içinden geçtiğimiz konjonktür, birinci “güzel dönem”in bitişine benzemektedir. “Amerikan rüyasının sonu” yaklaşımının haklılık payı da buradadır.

Gelgelelim tarihsel analojilerin sınırları vardır. Günümüz dünyasının siyasal gelişmeleri, pek çok açıdan geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısından ayrışır. Bu farklardan bazılarına özellikle eğileceğim.

Öncelikle küresel aşırı sağın yükselişi ile karşısındaki sol güçlerin yaşadığı kıpırdanmalar arasında bariz bir ölçü farkı vardır. Evet, aşırı sağa karşı belli bir sol siyaset de yükselmektedir, fakat aşırı sağın yaşadığı atılım solunkini fersah fersah aşmaktadır. Bernie Sanders Demokrat Parti önseçimlerini dahi kazanamamışken Trump, insanlık tarihinin gördüğü en güçlü devlet aygıtının başına geçmiştir.

İkincisi, günümüzün aşırı sağ hareketleri ile klasik faşizm arasında bazı derin farklar vardır. Yirminci yüzyılın faşizmi, dönemin liberal müesses nizamı ile çok daha uzlaşmaz ve çok daha kopuşçudur. Günümüzün aşırı sağı ise liberal müesses nizamın tabuları ile çok daha barışıktır. Yirminci yüzyıl faşizmi, kendisini liberalizme ve komünizme karşı alternatif bir medeniyet, bir “muhafazakar devrim” ya da “devrime karşı devrim” olarak tahayyül eder.[4] Günümüzün aşırı sağı ise böyle kopuşçu ve ütopyacı bir boyutu barındırmaması itibariyle muhafazakar devrimden çok neo-muhafazakarlığa yakındır.[5]  Ugo Palheta’nın ifade ettiği gibi yirminci yüzyıl faşizminin yükselişinde kitlesel paramiliter şiddetin azımsanamayacak bir rolü bulunurken, en azından şu aşamada günümüzün aşırı sağ hareketleri (Yunanistan’ın Altın Şafak’ı, Macaristan’ın Jobbik’i ve Hindistan’ın BJP’si gibi istisnalarla birlikte) bu tür kitlesel paramiliter yapılara sahip değildir.[6]

Aynı şekilde günümüzün yükselen solu da yirminci yüzyılın başında şahlanan devrimci komünizmden kilometrelerce uzaktadır. Nitekim günümüzde yükselen bu sol, kapitalist toplumun ötesine geçme, kapitalist toplumdan çıkarak yeni bir toplum düzenini, sosyalizmi inşa etme ufkundan ve iradesinden yoksundur. Bernie Sanders, demokratik sosyalizmden kast ettiği şeyin “İskandinav modeli” olduğunu defalarca söylemiştir. Yani burada sosyalizmden kast edilen, birtakım sosyal demokratik reformlarla ehlileştirilmiş fakat varlığını sürdüren bir kapitalizmdir. Zohran Mamdani’ye seçimi kazandıran vaat ve taleplere baktığımızda da farklı bir manzara görmüyoruz. Mamdani’nin şahsi fikirleri muhtemelen çok daha radikaldir, fakat kamusal alana aksettirdiği siyasal program merkez sol/sosyal demokratik bir programdan ibarettir. Bu kısmen belediyeciliğin doğal sınırlarından kaynaklanmakla birlikte Mamdani, demokratik sosyalizmden kast ettiği şeyi kapitalizm sonrası bir toplum olarak tarif etmez. Kendisine demokratik sosyalizmden ne kast ettiğine ilişkin sorular yöneltildiğinde Mamdani, Martin Luther King’e atıfla, “tanrının tüm çocukları için daha iyi bir servet dağılımının” olması gerektiğini ifade ederek cevap vermektedir. Mamdani’nin seçilmesini önemsizleştiren eğilime teslim ettiğim “haklılık payı” da burada yatar.

Peki Mamdani’nin seçilmesini önemsiz bir gelişme ya da düzenin düzen dışı itkileri soğurmak için yaptığı bir hamle olarak geçiştirmeli miyiz? Kanımca bu soruya da olumsuz cevap verilmeli.

Neden? Çünkü düzen dışı eğilimleri yatıştırmak için verilen tavizler, her zaman sermayenin arzuladığı sonuçları doğurmaz. Kitleler her zaman ağızlarına çalınan bir parmak balla tatmin olmazlar. Bazen de kitleler, bu tür tavizleri kazanarak, hayatın mevcut haliyle sürmek zorunda olmadığını ve mücadele ile kazanımlar elde edilebileceğini idrak ederler. Bu kazanımların getirdiği beklenti artışı, kitlelerin taleplerini yatıştırmak şöyle dursun, onların daha da radikal ve talepkar hale gelmelerine dahi yol açabilir. Yoksullaşma ya da ezilme ile kitlelerin mukavemeti ya da devrimciliği arasında doğrusal bir ilişki olduğunu savlayan “ivmeci”(accelerationist) tez hatalıdır.

Kendi tarihimizden örnek verelim. Türkiye sosyalist hareketinin yükselişe geçtiği 1960’lar, Türkiye işçi sınıfının refah seviyesinin düştüğü değil bilakis yükseldiği bir döneme tekabül etmiştir. Türkiye’nin 1960-1980 arası dönemi, ithal ikameci sanayileşme stratejisinin hakim olduğu bir dönemdir ve bu dönem, ciddi iktisadi atılımlara ve modern toplumsal sınıflar olarak burjuvazi ve işçi sınıfının toplumsal konumlarının sağlamlaşmasına sahne olmuştur.[7] Piyasadaki ithal edilen malların yerli üretimle ikame edilmesi anlamına gelen bu strateji, iç pazardaki talebin ve alım gücünün yükselmesini gerektiriyordu. Ancak bu model, 1970’lerin sonunda krize girdi ve 1980 darbesi ve akabinde gelen 24 Ocak kararlarıyla başlayan neoliberal taarruz ile birlikte ıskartaya çıkartıldı.[8] Türkiye’deki sosyalist hareketin ezilmesi ile neoliberal dönüşüm, biraz da eşyanın tabiatı gereği at başı gitti.

Zohran Mamdani’nin temsil ettiği talepler (kiraların dondurulması, en zenginlerden vergi alınması, hızlı ve ücretsiz toplu taşıma vb.) ve hayata geçirmeye çalıştığı siyaset tarzı, muhtemelen sermaye sınıfından ve yerleşik siyasal elitlerden gelen büyük bir dirençle karşılaşacaktır. Bu direncin kırılması için toplumsal mücadelelerin verilmesi gerekecektir. Halihazırda bir yıl içinde on binlerce gönüllüyü mobilize edebilen bu siyasal kampanyanın kitlesel mücadeleler yoluyla kazanımlar elde etmesi, kitlelerin mücadele yoluyla kazanım elde etmeyi mümkün ve geçerli bir siyasal pratik olarak içselleştirmelerine de yol açabilir.

Üstelik Amerika gibi “Overton penceresi”nin bu kadar sağa kaydığı, belediye kreşleri açmanın komünistlik sayıldığı bir ülkede bu tarz sosyal demokratik taleplerin, sosyalizm ismini de dolaşıma sokarak mevzi kazanması, Overton penceresinin sola kaymasına yol açabilir. Mark Fisher, kapitalist gerçekçiliği yalnızca kapitalizmin alternatiflerinin uygulanamaz olduğunun düşünülmesi değil, bunun da ötesinde, kapitalizmin bir alternatifinin olabileceği fikrinin tahayyül dahi edilememesi olarak tanımlar.[9] Anti-kapitalist bir alternatifin tahayyül sınırlarına dahi girebilmesi için, Mamdani gibi duraklardan geçmek zorunlu değilse bile faydalı olabilir. Üstelik Mamdani’nin kampanyasına omuz veren ve düzen dışı potansiyel taşıyan dürtü ve taleplerin sol bir güzergaha yönlendirilmemesi halinde, benzer taleplerden ve dürtülerden aşırı sağ hareketlerin de güç alabildiğini iyi biliyoruz. Bu yüzdendir ki kapitalizmin krizleri, sosyalist yükselişler ürettiğinden daha fazla faşizm tehlikesini üretmiştir. 2008 Finansal Krizi, entelejansiya içerisinde Marksizme bir iade-i itibar getirmiş olabilir, ama geniş kitlelerin içerisinde aşırı sağın zemin kazanmasına olanak tanımıştır. Ståle Holgersen’in dediği gibi: “Genel bir kural olarak kapitalizmde ekonomik krizler, işçi sınıfı ve ilerici hareketler için birer fırsat olmamıştır. İnsanlar daha da öfkelenebilir, ama bu öfke farklı yönlerde seferber edilebilir. Tabağınızda yemek yokken daha iyi bir dünyayı hayal etmek zordur ve tabakta yemek olduğunu hayal etmek çok daha kolaydır.”[10]

Öbür taraftan günümüz kapitalizminin, geçtiğimiz yüzyılın refah devletlerini çağrıştıran talepleri ne ölçüde karşılayabileceği de bir muammadır. Yirminci yüzyılın sosyal demokrasisi, oldukça özgül tarihsel koşulların meyvesiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi karakterize eden kısmi “sınıf uzlaşısı”, Sovyetler Birliği öncülüğündeki reel sosyalist blokun baskısı ve Batı’daki işçi hareketlerinin kazandığı mevziler kadar, bu tavizleri sürdürülebilir kılan maddi bir temele de dayanıyordu. Bu maddi temel de İkinci Dünya Savaşı sonrası yakalan muazzam büyüme oranlarıydı. Büyük Depresyon nedeniyle iktisadi hayata beklenen girişi yapamayan Fordist seri üretim, büyük şirketler eliyle bu dönemde sahneye çıktı. “Böyle devasa şirketlerin ürünlerinin elden çıkarılması, nispeten pahalı malların nüfusun yeni kesimlerine yaygın biçimde erişilebilir hale getirilmesi için iç pazarın derinleştirilmesini gerektiriyordu. Bu yeni sistemin işletilmesi, yeni kurumları, yeni bir siyaseti ve devletin rolünün büyük değişimler geçirmesini gerektiriyordu.”[11]

1971 Şili darbesi, 1973 Petrol Krizi, daha sonra da ABD ve İngiltere’de Ronald Reagan’ın ve Margaret Thatcher’ın başa gelmesi ile yaşanan “neoliberal dönüş”, bu tarihsel “sınıf uzlaşısını” tasfiye etti.

Günümüzde İkinci Dünya Savaşı sonrasının sosyal demokrasisini mümkün kılan nesnellik artık bulunmadığına göre, böyle bir döneme geri dönüş tümüyle imkansız mıdır? Öyle olduğunu söyleyen sözü dinlenir aydınlar vardır. Örneğin Marksist olmasa dahi Marksistler için öğretici çalışmalar yapan bir iktisatçı olan Branko Milanovic, böyle bir geri dönüşün koşullarını yeniden yaratmanın imkansız olduğu görüşündedir.[12]

Eğer Milanovic ve onun gibi düşünenler haklıysa, Mamdani’nin ve muadillerinin temsil ettiği taleplerle ortaya çıkan hareketler, olmayacak duaya amin mi demektedir? Sosyalistler, bu hareketlere bütünüyle beyhude çabalar olarak mı bakmalıdır?

Bilakis, böyle bir imkansızlık teslim edilse bile, bunun sosyalistler için bir fırsat olması dahi mümkündür. Nasılını açıklayabilmek için Can Soyer’in tabiriyle “Lenin’in üç balinasına” dikkatimizi çevirmemiz gerekir.

Ekim Devrimi’ne giden süreçte Bolşeviklerin öne çıkan üç talebi, ekmek, toprak ve barış talepleri idi.  Uzunca bir alıntıya başvuralım: “Dikkat edilirse, bu taleplerin hiçbiri, özel olarak sosyalist talepler değildir; hatta toprak reformu toprakta küçük mülk sahipliğini anlattığı için basbayağı burjuva nitelikte bir taleptir. Dolayısıyla, salt genel ve burjuva açıdan bakıldığında bir kapitalist hegemonyanın ideolojik olarak dışlamak zorunda olduğu talepler olduğu da söylenemez. Oysa, ideolojiler alanı bakımından böyleyse de siyaset söz konusu olduğunda tablo tam tersine döner. Dönemin Rus kapitalizmi, içinde bulunduğu koşullar çerçevesinde ve kendi siyasal egemenliğini sürdürmek zorunluluğu altında halka ne ekmek ne toprak ne de barış sunabilecek durumdadır. Ekmek, toprak ve barış, kapitalizmle tanımı gereği uyumsuz talepler oldukları için değil, somut durumda kapitalist egemenlik tarafından karşılanması imkansız olduğu ve bu nedenle de dışlanması gerektiği için radikalleşmiş ve nihayetinde kapitalist egemenliğin yıkılmasına giden devrimci yükselişi beslemiştir. Bu talepler, sosyalizmin insanlığa vaatlerini en iyi biçimde temsil ettikleri için değil, en temel insanca yaşam koşulları için bile toplumsal yapının baştan sona değişmesi gerektiğinin mecazı haline geldikleri için yıkıcı bir güç kazanmıştır.”[13]

Görüldüğü gibi genel itibarıyla kapitalist üretim tarzı ile son derece uyumlu olan birtakım talepler, zaman ve mekanda belli bir yer işgal eden bir toplumsal formasyon bağlamında kapitalizmi yıkıcı bir nitelik kazanabilir.

Bu çerçeveyi akılda tutarak düşünelim: Varsayalım ki günümüz kapitalizminin neoliberal birikim biçimi, “kapitalizmin altın çağı” denilen döneme geri dönüşü yapısal olarak imkansız kılıyor. Bu durumda, başka bir bağlamda sosyal demokrat ve reformist olarak değerlendirilebilecek, tanımı gereği kapitalizmle hiçbir çelişki ihtiva etmeyen talepler, günümüz kapitalizmi bağlamında devrimci bir rol oynayabilir mi? Günümüz kapitalizminin bu talepleri karşılamaktan yapısal olarak aciz olması, bu talepler üzerinden yükseltilen basıncın sistemi kırılma noktasının ötesine taşımasını sağlayabilir mi?

Şu aşamada bu soruya şahsım adına net bir cevap veremiyorum. Yine de bu soru, üzerine düşünmeye ve tartışmaya değer bir soru gibi görünüyor.

[1] Robert Wilde, Belle Époque or the "Beautiful Age" in France, ThoughtCo. https://www.thoughtco.com/the-belle-epoque-beautiful-age-1221300 (Erişim tarihi: 07.11.2025)
[2] Adam Tooze, Chartbook #57: 1914, The Urkatastrophe Of The 20th Century https://adamtooze.com/2021/12/12/chartbook-57-1914-the-urkatastrophe-of-the-20th-century/ (Erişim tarihi: 07.11.2025)
[3] Todd Wendell Rho ‘Dess, Taking Habermas to Task on Kosovo: A Critical Review of the Habermasian Cosmopolitan Interpretation, Yüksek Lisan Tezi, The Ohio State University, syf. 2
[4] Enzo Traverso, Post-Fascism: Fascism as Trans-Historical Concept, Crisis&Critique, Volume 11 / Issue 1, 16-07-2024
[5] E. Traverso, agy.
[6] Ugo Palheta, “Fascism, Fascisation, Antifascism”, Historical Materialism Blog, 7 Ocak 2021 https://www.historicalmaterialism.org/fascism-fascisation-antifascism/ (Erişim tarihi: 07.11.2025)
[7] Ümit Akçay, Türkiye Ekonomisinde Dönüşümler: Türkiye Cumhuriyetinin 100 Yılının Ekonomi Politik Analizi, İçinde: 100 Yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti, Hazırlayan: Gökhan Atılgan, Yordam Kitap 2024
[8] Ü. Akçay, agy.
[9] Mark Fisher, Capitalist Realism: Is There No Alternative?, Zero Books, 2009
[10] Ståle Holgersen, What Are We Waiting For? Part 2: Socialist Reflections on the Next Economic Crisis, Spectre Journal, https://spectrejournal.com/what-are-we-waiting-for-2/ (Erişim tarihi: 07.11.2025)
[11] George Ross ve Jane Jenson, Post-War Class Struggle and the Crisis of Left Politics, Socialist Register Vol.22 1985/86
[12] Branko Milanovic, We Can’t Go Back to a Golden Age of Capitalism, Röportaj: Pablo Pryluka, Jacobin https://jacobin.com/2021/02/global-capitalism-inequality-branko-milanovic-interview (Erişim tarihi: 07.11.2025)
[13] Can Soyer, Lenin’in Üç Balinası, Ayrım Dergi https://www.ayrim.org/guncel/2025-leninin-uc-balinasi/ (Erişim tarihi: 07.11.2025)