Son günlerde önce sosyal medyada sürdürülen, sonrasında çeşitli köşe yazılarıyla genişleyen hararetli bir tartışmaya tanık oluyoruz. Tartışmanın nedeni değil ama konusu Öcalan’ın Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’na ilettiği bir metindeki tezleriydi. “Nedeni değil ama konusu” dedim, çünkü Türkiye sosyalist hareketi, özel olarak da Türkiyeli Marksistler esasında bu tartışmaya pek hevesli değillerdi.
Hevesli değillerdi, çünkü Öcalan’ın tezlerinin neredeyse tamamı, bizzat Öcalan tarafından ve en az 30 yıldır savunulan tezlerdi. Çokça değerlendirilmiş, çokça tartışılmış, uzlaşılabildiği kadar uzlaşılmış, büyük oranda da uzlaşılamamıştı. Haliyle, doyum noktasına çoktan varmış bir tartışmayı sürdürmek için yüksek bir heves gösterilmedi.
Hevesi değil ama harareti artıran, dediğim gibi, Öcalan’ın tezleri değil, Öcalan’ın tezlerini savunan bazı sosyal medya kullanıcılarının ve köşe yazarlarının Türkiyeli sosyalistlerin her türlü eleştirisine karşı şaşırtıcı ve düşündürücü bir şiddetle yanıt vermesi oldu.
Uzun uzun izah etmeye gerek yok: Türkiyeli sosyalistlere karşı takınılan bu hem açık hem de örtük biçimde saldırgan üslup, ülkemizde halkların özgürlüğü için yürütülen ortak mücadeleye zarar vermekten başka hiçbir işe yaramaz. Bu üslup, Türkiyeli sosyalistleri ne ürkütür ne yola getirir ne de ikna eder. Sadece, iki hareket arasındaki mesafeyi açar ve açılan o boşluğa şovenist, milliyetçi, provokatör unsurların dolmasına fırsat sunar.
Siyasette olduğu kadar entelektüel faaliyette de gözetilmesi gereken niteliklerin başında sorumluluk gelir. Maalesef, son tartışma süreci bu sorumluluğun gözetilmediğini gösteren örneklerle dolu.
Önce Açıklık…
Anlaşıldığı gibi, bu yazının konusu Öcalan’ın tezlerini derinlemesine incelemek değil. Daha doğrusu niyetim esas olarak o değil. Çünkü bu konuda şimdiye değin söylenmemiş, ileri sürülmemiş bir değerlendirme ve eleştiri kaldığını sanmıyorum. Sadece Hakkı Özdal’ın ve Arif Koşar’ın Evrensel’de yayınlanan yazılarını (yazılara katıldığımı da belirterek) önermekle yetineceğim.[1]
Ancak birkaç konuda açıklık gerekiyor. Herkes için…
Öncelikle, bir siyasal hareketin lideri ve teorisyeni olarak Öcalan’ın görüşlerini dile getirmesinde, bunu yaparken de Marksizm ve sosyalizm hakkındaki eleştirilerini ve özeleştirilerini de gündeme taşımasında itiraz edilebilecek hiçbir şey bulunmuyor. Öcalan görüşlerini ve eleştirilerini ilk kez dile getirmediği gibi, Marksizm ve sosyalizm de ilk kez eleştirilmiyor.
Ancak, Öcalan’ın görüşlerini dile getirmesinde nasıl bir gariplik yoksa, sosyalistlerin de bu görüşleri değerlendirmesinde, eleştirmesinde, yeri geldiğinde kabul etmemesinde de bir gariplik olmamalı. Bizzat Öcalan’ın “beni eleştirin, tezlerimi tartışın” diyerek davet ettiği bir tartışmaya adım atan herkesin (en insaflı hakaretleri sıralamaya çalışırsam) şovenistlikle, bağnazlıkla, ezbercilikle suçlanmasıdır esas garip olan.
İkincisi, Ender Öndeş’in belirttiği gibi[2], Kürt Özgürlük Hareketinin kadrolarının ve aydınlarının Öcalan’ın tezlerine “adaptasyon hızı” son derece yüksektir. Bunun haklı nedenleri var elbette. Ancak Türkiye sosyalist hareketinin de böylesi bir adaptasyon hızına sahip olmasını beklemenin anlaşılır bir gerekçesi bulunmuyor. Mesele hız da değil, Türkiye sosyalist hareketinin Öcalan’ın tezlerini benimsemek gibi bir zorunluluğu da yok. Sonuçta entelektüel çalışma, zorunluluk esasına göre değil karşılıklı tartışma, sahici eleştiri ve uzun bir karşılıklı çabanın ardından mümkünse sentezlerle ilerler.
Dahası, bu “adaptasyon hızı”na Marx bile mazhar olamamıştır. Marx’ın tüm bir mücadele hayatı tartışmayla, tezlerini savunmak ve karşı tezleri eleştirmek üzere kaleme aldığı kitaplar, makaleler, mektuplarla geçmiştir. Kimse Marx’ın tezlerini ve çözümlemelerini duyar duymaz kabul etmediği gibi en yakın arkadaşlarından en azılı düşmanlarına kadar herkes o metinleri didik didik ederek eleştirmişlerdir. Ve Marx, tezlerini, bu kavgayı usanmadan vererek savunmuş, nihayetinde geriye Marksizm diye bir sistem bırakabilmiştir. Görebildiğim kadarıyla Öcalan da, entelektüel çalışma yürüten her insan gibi, kendi kavgasını usanmadan ve kararlılıkla vermektedir. Haliyle, Türkiye sosyalist hareketinin de kendi konumunu savunmasında, gördüğü ya da duyduğu her tezi didik didik etmesinde, eleştirmesinde, tabi ki gerektiğinde reddetmesinde bir sorun olduğu söylenemez.
Son olarak, Öcalan’ın tezlerinin salt teorik bir motivasyondan kaynaklandığını düşünmemek gerekir. Dört farklı parçaya ayrılmış bir coğrafyada, farklı sınıf ve toplumsal grupların bütünlüğünü sağlamaya çalışan ve bunu da ne olursa olsun “sosyalizm” adıyla ve perspektifiyle yapan, bu anlamda Kürt toplumsallığında solun hegemonik konumunu korumaya çalışan bir çabanın kıymetsiz olduğu söylenemez. Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt Özgürlük Hareketi arasında bir ittifakın ve dayanışmanın hem mümkün hem gerekli hem de iyi bir şey olmasında Öcalan’ın bu tercihinin büyük payı olduğunu tartışmaya gerek yok.
Yine tartışmaya gerek olmayan şeylerden biri de Türkiyeli sosyalistlerin bir yandan bu tercihle barışık ve dayanışma içinde olurken, sömürüye ve baskıya karşı aynı safta omuz omuza mücadele etmekte tereddüt etmezken, bir yandan da Marksizm ve sosyalizm anlayışı konusunda kendi müstakil tarihsel ve kuramsal konumlarını koruması olmalıdır. Nitekim, Öcalan’ın reel politik hamlelerle, dönemsel taktik ve stratejilerle uyumlu olması için kuramı fazlasıyla büktüğü, bu anlamda geçmişte Sovyetik geleneğin çokça başvurup hepimize büyük zorluklar miras bıraktığı “kuramı siyaset lehine oyuncağa çevirme” tarzının bir benzerini yaptığı söylenebilir. Türkiye sosyalist hareketinin işaret ettiği şey de tam olarak budur: Taktik ve stratejik yönelimlerin meşruiyeti hareketin tarihsel birikiminden sağlanabilir, bunun için kuramı olmayacak şekillere sokmaya, ona sindiremeyeceği şeyleri yutturmaya gerçekten de gerek yoktur.
Bunlar, aslında Türkiye’ye ve özel olarak da bu tartışmaya özgü olmayan, dünyanın her yerinde ve her döneminde entelektüel tartışmanın temel ilkeleri olarak görülmesi gereken konular. Son dönemde yürüyen tartışmada Türkiyeli sosyalistlere karşı gösterilen tepki ise bu temel ilkelerin aşınması durumunda ortaya çıkacak sonuçların bu topraklarda mücadele eden her kesime eşit biçimde zarar vereceğinin bir örneği olmaya doğru ilerliyor.
Sonra Anlaşılırlık…
Şimdi konuya gelebiliriz.
Öcalan’ın tezleri kabaca üç kümeye ayrılabiliyor.[3]
Birinci küme, insanlık tarihinin başlarına kadar uzanan ve klasik Marksist yorumun tersine tarihteki ilk bölünmenin sınıflar arasında değil de devlet ile toplum arasında gerçekleştiğini ileri süren tezlerden oluşuyor.
Marksizme göre, insanlık on binlerce yıl boyunca yaşadığı ilkel komünal topluluklar evresinde sınıfsal bir ayrışmaya, bunun bir sonucu olarak da devlet gibi baskı aygıtlarına ve başta kent-kır ile kafa-kol emeği gibi işbölümlerine tanık olmamıştır. İnsanın bilgisinin artması ve doğa karşısındaki mahkumiyetinin azalması ile birlikte üretici güçlerde gözlenen gelişme, bir noktada topluluğun zorunlu ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde üretim yapmaya imkan veren bir verimlilik artışına yol açmıştır. Yani topluluğun var kalmaya devam etmesi için gerekli olan ürünün elde edilmesinde, topluluğun tüm bireylerinin üretim sürecinde fiilen yer alması zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Sonuç olarak, topluluk doğrudan üretim sürecinde yer alanlar ile almayanlar arasındaki bir işbölümüne göre bölünmüştür. Teknik işbölümünden farklı olarak Marx’ın “toplumsal işbölümü” dediği bu ayrışmayı mümkün kılan şey ortada bir “artık ürün”ün bulunmasıdır. Bu “artık”ın kimin mülkiyetinde olacağı, kimlerin üretimde kimlerin yönetimde bulunacağı, işbölümünün ve toplumsal rollerin nasıl sürdürüleceği ve korunacağı, yani bir toplumun birbirinden farklı çıkarlara sahip sınıflara bölünerek ayrışması, bu gibi konuların hemen hepsi böylesi bir “artık ürün”ün varlığı ile düşünülebilecek konulardır. Zaten fark edilmiştir ama, devlet de işte bu sorulara verilen yanıtlardan biridir ve tam da bu yanıt olma niteliğiyle toplumun sınıfsal ayrışmasını varsayar; onu yoktan var etmez, onu takip eder. Bir kez yaratıldıktan sonra sınıfsal ayrışmayı derinleştirir, genişletir, şiddetlendirir elbette; ama, tekrar olacak, onu yoktan var etmez, onun içkin nedeni olamaz.
Benim çok kabaca özetlediğim bu Marksist yoruma katılmayan, onu eksik ya da yanlış bulan antropolojik yaklaşımlar var elbette. Bu yaklaşımlar, sınıfsal ayrışma ile devlet aygıtının ortaya çıkması arasındaki ilişkiyi tersine çeviren, sınıfsal ayrışmanın devlet aygıtını değil devlet aygıtının sınıfsal ayrışmayı yarattığını ileri süren, haliyle insanlık tarihinin temelinde sınıflar arasındaki çelişkinin ve çatışmanın değil devlet ile toplum arasındaki çelişkinin ve çatışmanın yer aldığını söyleyen, sonuç olarak da bugün aradığımız kurtuluşun sınıf mücadelesi ile değil devlete karşı toplum mücadelesiyle mümkün olacağını iddia eden bir düşünce geleneği oluşturur. Böylesi yaklaşımlar var olmasına var ama yüz yılı aşkın süredir Marksistler tarafından incelenmiş, değerlendirilmiş ve reddedilmiş yaklaşımlar bunlar. Reddedilme gerekçeleri ise Marx’ın söylediklerinin değişmez kabul edilmesi değil ilgili tezlerin antropolojik kaynaklarla desteklenememesi, metodolojik olarak tutarlı ve açıklayıcı olmaması gibi son derece bilimsel gerekçeler. Dahası, bu yaklaşımlar sadece bugün ve sadece Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir yerinde Marksistler tarafından kabul görmemiştir. Bu yaklaşımlara Marksizm tarihi içinden bir dayanak bulmak da imkansız olduğu için gözler sürekli Proudhon ya da Bakunin gibi (Marksist değil) anarşist düşünürlere çevrilmiştir.
Şimdi tablo buyken, bu tartışmanın ve tutumların arkasında yüz yılı aşkın koca bir külliyat varken, Öcalan’ın tezlerinde de yer bulan yaklaşım Öcalan’dan önce de ciddiyetle incelenmiş ve eleştirilmişken; 2025 yılında ve Türkiye’deki sosyalistlere Marksizmi benimsedikleri, savundukları ve eleştirilerini bu zeminden hareketle dile getirdikleri için kızılmasının bir mantığı var mıdır? Gerçekten de bu tezleri, hem dünyadan hem de Türkiye’den Marksistlerin, ilk kez ve Öcalan’dan okuduklarını, ilk kez ve Öcalan ileri sürdü diye eleştirdiklerini düşünen var mıdır?
Devam edelim.
Öcalan’ın tezlerinin toplandığı ikinci küme, sınıf çelişkisinin belirleyici rolüne ve bununla bağlantılı olarak diyalektik yönteme dair eleştirileridir. Öcalan burada, ilk kümeyle uyumlu biçimde, (ister demokratikleşmeye, ister sosyalizme, ister eko-komünal uygarlığa doğru olsun) tarihsel ilerlemenin sınıf mücadelesi yoluyla değil devlet ile toplum arasındaki mücadele ile gerçekleşeceğini söylüyor. Bunu gerekçelendirebilmek için ise, diyalektik düşüncedeki çelişki ilkesini karşıtların uyumuna ya da uzlaşmasına dönüştürüyor.
Sadece Marx’ta değil, Hegel’de de değil, Antik Yunan’da ortaya çıktığı ilk ve en basit formlarından bu yana diyalektiğin temeli çelişki ilkesine dayanır. Buna göre karşıtlar, sadece birbirlerinin karşısında duran simetrik aynalar değil, birbirleriyle ancak bir çelişki ilişkisi içinde bir arada bulunan kutuplardır. Bu çelişki tesadüfi ya da geçici olarak değil, olgunun doğasından kaynaklanan bir zorunlulukla uzlaşmazdır. Çelişkinin uzlaşmazlığı demek, kutuplardan birinin diğeriyle sözleşme yoluyla buluşmasının imkansızlığı, yani çelişkinin iki kutbun uzlaşmasıyla ortadan kalkmasının olanaksızlığı demektir. Ve fakat, diyalektikte çelişki bir kutbun diğer kutbu yok etmesiyle de çözülmez. Çelişkinin çözümü kutupların ikisinin de mücadele içinde birbirini “yok etmesi”dir. Örneğin Marx’ın komünizm tasavvuru, işçilerin tüm patronları yok ettiği bir dünyayı değil, sermaye sınıfı ile birlikte işçi sınıfının da varlık nedenlerinin ortadan kalktığı, devletin olduğu kadar sınıfların da “sönümlendiği” bir uğrağı ifade eder. Marksizmin ve sosyalizmin ayırt edici vasfı, yöneten ile yönetileni, sömüren ile sömürüleni, proleter ile burjuvayı bir sözleşme etrafında uzlaştırmak ve böylece sınıf çelişkisini dizginleyerek sınıf bölünmesini korumak değil onu tümüyle ortadan kaldırmaktır. Bu açıdan diyalektik de evcilleştirilebilecek bir sistem, içindeki çelişki ilkesi tasfiye edilerek uyum ilkesi etrafında kurulabilecek bir düşünce geleneği değildir.
Bir kez daha, tablo buyken, diyalektik hakkında Herakleitos’tan bu yana süren en temel ilke olan çelişki ilkesi ve ondan türeyen sınıf mücadelesi yaklaşımı son derece net bir biçimde ortaya konmuşken Türkiye’deki sosyalistlerin hem diyalektikten hem de sınıf mücadelesi ilkesinden sessiz sedasız vazgeçeceklerini düşündürten şey ne olabilir? Üstelik, tıpkı ilk kümedeki tartışmalarda olduğu gibi, diyalektiğin bu tarzda yorumlandığı örnekleri Türkiyeli sosyalistlerin hiç duymamış olduğunu, Dühring’ten tutun da Bernstein’a kadar Marksist düşünce tarihinin en sert polemiklerinin bu yaklaşıma karşı yazıldığından haberdar bulunmadığını varsaymak neden?
Bir adım daha ilerleyelim.
Öcalan’ın tezlerindeki üçüncü küme ise, devlet ve devrim konularında ileri sürdüğü görüşlerden oluşuyor. Buna göre, devlet-toplum çelişkisi ekseninde yürütülecek mücadelenin hedefi siyasal iktidarın ele geçirilmesi değil devletin dışında ve/veya karşısında komünal uzamların yaratılması olmalıdır. Devletin ele geçirilmesi yerine onun bir sözleşmeye zorlanması, ortadan kaldırılması yerine onun dizginlenmesi gerekmektedir.
Marx’ın I. Enternasyonal içinde Paris Komünü hakkında yürüttüğü kavganın tam olarak bu konuda olduğunu söylemeye gerek yok. Evet, Marx komünün proletarya diktatörlüğünün somut formu olduğunu söylemiştir; ancak bu saptamanın kendisi bile iktidarın ele geçirilmesini varsaymaktadır. Ayrıca, daha henüz “radikal bir Alman demokratı” olarak tanımlanabilecek ilk gençlik yıllarından bu yana Marx siyasal iktidarın ele geçirilmesini olmazsa olmaz bir koşul olarak ileri sürmüş, başta Bakunin olmak üzere dönemin anarşistleriyle de esas olarak bu nedenle yollarını ayırmıştır. Dahası, siyasal iktidarın ele geçirilmesi yerine dizginlenmesi, burjuva devlet aygıtının parçalanması yerine sözleşmeye zorlanması, hem Marx ve Engels hem de Lenin’den başlayarak tüm dünyadaki Marksistler tarafından reformizmin alameti farikası olarak görülmüştür. 20. yüzyılda ise bu yaklaşıma uyan Avro-Komünizm ve Radikal Demokrasi gibi siyasal hareketler ortaya çıkmış ve her biri hezimete uğramıştır.
Son kez, tablo buyken, sosyalistler son derece derinlikli bir tartışma sürecinden olduğu kadar 150 yıllık bir mücadele deneyiminden de beslenen Marksizmin devlet ve devrim perspektifini neden terk etmek, daha sistemin kuruluş yıllarında bizzat Marx tarafından incelenmiş ve reddedilmiş tezleri neden kabul etmek zorunda kalsınlar ki? Sözünü ettiğimiz yaklaşımın, geriye doğru gittiğimizde Proudhon, Bakunin, Kropotkin, Weitling, yakın zamana geldiğimizde ise Bookchin, Foucault, Negri gibi (hiçbiri Marksist olmayan) isimlerden neşet ettiğini, haliyle Marksizm açısından son damlasına kadar tüketilmiş bir tartışma anlamına geldiğini Türkiyeli sosyalistlerin bilmemesi ve bu tezleri ilk kez duymuş gibi davranmasını beklemek gerçekçi mi? Dahası, yaşanmış sosyalizm deneylerinin özeleştirisi ile dolu koca bir külliyat yaratmış sosyalist hareketin, örneğin sosyalist devletlerin bürokratikleşmesi, proleter inisiyatifi bastırarak devrimci dönüşümün enerjisini boğması, taban örgütlenmelerinin ve doğrudan demokrasi imkanlarının yeterince değerlendirilmemesinin iktidarın tepede toplanmasına ve sosyalizmin yurttaşlarının apolitikleşmesine yol açması, tüm bunların çözülüşe giden süreçleri güçlendirip hızlandırması yönündeki değerlendirmeleri hiç mi duyulmamıştır? Gerçekten de sosyalist hareketin, geçmişte yaşanmış sosyalizm deneylerinin günümüzde ve gelecekte de aynen tekrarlanması gerektiğini savunduğu mu sanılmaktadır? Kasıtlı olarak yok sayılmıyorsa, sosyalist hareketin ne düşünüp tartıştığına, ne yazıp çizdiğine bu denli yabancı olunması nasıl mümkün olabilir?
Göstermeye çalıştığım şey, Marksizmin ve sosyalizmin belirli tanımlayıcı ilkeleri olduğu ve bunları savunmanın Marksist ve sosyalist olmanın ilk koşulunu oluşturduğu. Marksizmden onu ayırt eden vasıfları çıkardığınızda geriye kalan şey “yeni” ya da “güncellenmiş” bir Marksizm olmaz; doğrudan doğruya Marksizmin kendisi ortadan kaldırılmış olur. Kuşkusuz kimse Marksist olmak zorunda değil, Marksist olmayan sol hareketlerin siyasal meşruiyetinin sorgulanması da kimsenin aklına gelen bir iş değil. Ama tarihiyle, kuramıyla, deneyimleriyle ortada duran bir sistemin en tanımlayıcı niteliklerini ortadan kaldırıp sonra da onu aynı adla çağırmanın imkanı bulunmuyor.
Dahası, burada konu edilen tezler, sahibinin adı, kimliği, etnik aidiyeti nedeniyle de eleştirilmiyor. Öyle olsaydı, aynı tezleri dile getiren Alman, Fransız, İtalyan ya da Amerikalı düşünürlerin sosyalistlerce baş tacı edilmiş olması gerekirdi. Oysa zaman zaman “bakın onlar ne güzel övüyorlar” diyerek masaya sürülen isimlerin hiçbiri (Halloway, Badiou, Zizek vb.) sosyalistler tarafından göklere çıkarılmış isimler değil.
Özetle: Çatışma analizi devlet-toplum ikiliğine, çözüm önerisi ise yurttaş sözleşmesi yoluyla demokratikleşmeye dayanan bir fikir, bir yanda Proudhon-Bakunin tarzı bir yaklaşımla, diğer yanda Rousseau-Hobbes tarzı bir yaklaşımla pekala uyumlu olabilir. Ancak bunların, yani bizzat Marksizmin kuruluşu sürecinde Marx tarafından yadsınmış bu yaklaşımların Marksizme içerilmesi imkansızdır.
Bu imkansızlığın somut tezahürü şu oluyor: Marksizmi aşmak değil bizzat Marksizm tarafından aşılmış ekollere geri dönmek; Marksizmi yenilemek değil Marksizmden bile eski fikirleri ileri sürmek.
Bu kadar açık, bu kadar berrak, bu kadar anlaşılır bir tartışmada, Türkiyeli sosyalistlerin üzerine hışımla gidilmesinin, onların en hafifleri şovenistlik, bağnazlık, ezbercilik olan hakaretlere maruz kalmasının nedenleri üzerinde ise düşünülmesi gerekiyor. Bu entelektüel tartışmayı sürdürmek için değil sadece, Türkiye’de halkların özgürlüğünü ve zulme karşı ortak mücadelesini güçlendirip sürdürmek için de.
Son Olarak, Üslup
Peki, bu üslup?
Bir siyasal hareketin lideri ve teorisyeni olarak Öcalan’ın ileri sürdüğü tezlerin tartışılması, eleştirilmesi ve gerektiğinde reddedilmesi; yani bir entelektüel tartışmanın en doğal ve olmazsa olmaz adımları, nasıl oluyor da Türkiyeli sosyalistlere hakarete varan tepkilerin doğmasına yol açıyor?
Kimi sosyal medya trollerinin ciddiyetsiz yorumlarını bir yana bırakırsak, bildiğim kadarıyla, Öcalan’ın tezlerine sosyalist hareketin kurumsal öznelerinden ve belli bir anlamda dikkate alınan kalemlerinden gelen eleştirilerde herhangi bir hakaret, küfür, alay, küçümseme bulunmuyor. Sert polemikler olmuyor, sivri eleştiriler dile getirilmiyor demiyorum; ama tartışma üslubunu terbiye sınırlarının dışına taşıyan bir yazı ve değerlendirmeye ben denk gelmedim. Kimi tekil örnekler bulunacaksa bunun da sosyalist hareketin tamamına, hele hele sosyalist harekette muhatap kabul edilen öznelere teşmil edilmesinin imkanı olmadığını herhalde herkes kabul edecektir.[4]
Peki, bunun karşılığında, sadece sosyal medyada değil köşe yazıları silsilesi halinde neler deniyor? “Bağnazlar, ellerindeki dogmaları bırakmayanlar, irdelemeyenler, eleştirmeyenler, aynı ezberleri sürekli tekrarlayanlar, kendi tarihlerine yabancı olanlar, diyalektik yöntemi ayet gibi tekrarlayanlar, 19. yüzyıldan çıkamayanlar, (ve en vahimi, en ayıbı) bu tezlerin sahibinin Kürt olmasını kabullenemeyenler, Kürdü küçümseyenler; ne söylendiğine değil kimin söylediğine bakanlar, sosyal şovenist gerici bir siyasal akımı cisimleştirenler; Marksizm ve sosyalizmin tapusunu üzerine alanlar, kibirlenmelere doyamayanlar; Kürtlerin sosyalist olamayacağına dair egemen ulus kibrini yeniden üretenler, sözün içeriğiyle değil sahibinin Kürt olmasıyla meşgul olanlar, entelektüel imtiyaz alanı yerinden oynayanlar, Türk devlet aklının sol içindeki kırıntıları olanlar, Kürtlerin sosyalist bir özne olabileceğini hazmedemeyenler, aslında Kürtlerin konuşma hakkından rahatsız olanlar; esmer bir Kürdün sosyalizme teorik katkıda bulunmasını hazmedemeyenler, sosyalizmin beyaz tüccarları; efendi mukallidi devşirmeler, kof bir kibirle dolu olanlar, efendi refleksi gösteren zihni kirliler, en basit sebep-sonuç ilişkisini bile kuramayanlar, kafası almayanlar, pespaye efendiler, pis kokulu efendi jestleri sergileyenler, gagalarının ayarı bozulanlar”, ve benzerleri…
Bu örnekler anonim sosyal medya trollerinden değil her biri “aydın” kimliği ile yazarlık yapıp düşünce üreten isimlerden derlenmiştir; isteyen herkes de bu hakaretleri ve benzerlerini kolayca bulabilir. Ancak bunun tersinin, yani sosyalist hareketin özne ve yazarlarında bu denli kibirli, üstenci, hakaret ve özcü ithamlarla dolu, eşitlik ve dayanışma ilkesini ilk tümsekte çöpe atan, bir tartışmada argümanlarıyla değil gençlerin moda tabiriyle “erdem sinyalleyerek”, düşünce dizgesinin tutarlılığıyla değil ahlaki üstünlük ileri sürerek haklı çıkmaya çalışan bir üslubun bulunabileceğini sanmıyorum.
Uzatmaya gerek yok: Bu üslup, bu tartışma biçimi, bu ilişkilenme tarzı baştan sona yanlıştır. Bunu sosyalist hareketin içinden yapanlar olduğunda nasıl yanlışsa, Kürt hareketi içinden ya da onun adına yapanlar olduğunda da öyle yanlıştır.
Bu yanlışta ısrar edilmesinin kimseye hiçbir yararı olmaz, olmamıştır, olmayacaktır.
[1] https://www.evrensel.net/yazi/98253/ocalan-in-mesaji-sosyalizmden-kacis https://www.evrensel.net/yazi/98265/reel-sosyalizmden-yeni-sosyalizm-e https://www.evrensel.net/yazi/98290/ocalan-in-yeni-sosyalizm-i-sosyalizm-mi-kapitalizm-mi Bu yazıyı kaleme alırken Arif’in yazısı yeni yayınlanmıştı. Hakkı gibi Arif’in de aynı hakaretlere maruz kalıp kalmayacağını bilmiyorum. Ancak, Öcalan’ın tezleri hakkında yazılmış en dengeli, ciddi ve üsluplu eleştiriyi kaleme alan Hakkı’nın karşı karşıya kaldığı saldırganca tutumun, bu tutumdaki tehlikenin ve sorumsuzluğun sağduyulu ve soğukkanlı herkes tarafından uyarı işlevi taşımasını umarım. [2] https://www.sendika.org/2025/12/marksizmi-korumali-miyiz-738668 Ender abinin yazısında tekrarladığı “sağlık olsun, no problem”leri bu tartışmaları okurken beni gülümseten tek şey oldu. [3] Öcalan’ın tezlerinin kısaca okunabilmesi için şu kaynaklara başvurulabilir: https://demokratikmodernite.org/kurt-varliginda-ve-sorunsalliginda-bir-donemin-sonu-yeni-donemin-esiginde-olmak/ https://bianet.org/haber/abdullah-ocalan-demokratik-toplum-sosyalizmi-temelinde-kurtulusa-yurume-zamani-314248 [4] Türkiye sosyalist hareketine sözünü ettiğim yakışıksız üslupla saldıranların kimlerden bahsettiği, o ithamları kimlere yönelttiği, hangi tezlerle tartıştığı, görebildiğim kadarıyla, bilinçli biçimde karanlıkta bırakılıyor. Böylece soyut, genel, belirleyici tek vasfı ve adlandırılırken başvurulan tek işareti “Türk” solu olmak olan bir muhatap yaratılıyor. Bu tercih, Türkiye sosyalist hareketinde tarih boyu ve şu anda mücadele eden sayısız Kürt devrimcisini görünmezleştirdiği gibi, Kürt yazınında birkaç örneğini gördüğümüz Türkiye sosyalist hareketi ile yürütülen tartışmaları “Türklük” üzerinden kurmaya yönelen özcü bir idealizmi de besliyor.




