MESEM Gerçeği: Çocuk Emeği, Ucuz İşgücü Rejimi

Hatice Özbay9 Aralık 2025

Son dönemde kamuoyunda yeniden gündeme gelen Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) tartışmaları, yüzeyde bir eğitim modeli krizine işaret ediyor gibi görünse de daha yakından bakıldığında Türkiye kapitalizminin emek rejimine dair yapısal bir sorunu açığa çıkarmaktadır. MESEM uygulamaları, pedagojik bir yetersizliğin ötesinde, devletin sermaye birikim sürecine doğrudan müdahil olduğu ve emek maliyetlerini düşürmeye yönelik stratejik bir yönelimin parçası olarak şekillenmektedir. Bu nedenle MESEM’i yalnızca “çocuk işçiliği” başlığı altında ele almak, sorunun tarihsel ve politik-ekonomik boyutlarını görünmez kılma riskini taşımaktadır.

Bu yazı, MESEM’i Türkiye’de 1980 sonrası neoliberal dönüşümle birlikte inşa edilen ucuz işgücü rejimi bağlamında ele almayı amaçlamaktadır. Turgut Özal dönemiyle başlayan dışa açılma, ihracata dayalı büyüme ve liberalizasyon politikaları, Türkiye ekonomisini yüksek katma değerli üretim yerine düşük ücret avantajına dayalı bir rekabet modeline eklemlemiştir. Bu model, zaman içerisinde sosyal devlet mekanizmalarının zayıflatılmasını, sendikal hakların geriletilmesini ve emeğin giderek daha güvencesiz biçimlerde örgütlenmesini beraberinde getirmiştir. Eğitim sistemi de bu dönüşümden bağımsız kalmamış; kamusal bir hak olmaktan uzaklaşarak, emek piyasasının ihtiyaçlarına göre düzenlenen bir araç haline gelmiştir.

MESEM’ler, bu tarihsel sürecin güncel ve kurumsallaşmış bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Program, çocukların erken yaşta çalışma yaşamına dahil edilirken aynı zamanda emek gücünün yeniden üretim maliyetinin devlet ve aileler tarafından üstlenilmesini sağlayan bir mekanizma olarak işlemektedir. Marx’ın artı-değer teorisi çerçevesinden bakıldığında, MESEM aracılığıyla emek gücünün değeri düşürülmekte; ücret, sigorta ve denetim gibi maliyet kalemleri minimize edilerek sermayenin kâr alanı genişletilmektedir. Böylece devlet, emek-sermaye ilişkilerinde tarafsız bir düzenleyici konumunda değil, ucuz emek rejiminin kurucu ve sürdürücü aktörlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu bağlamda, MESEM tartışmaları çocukların çalıştırılması meselesinden daha geniş bir düzlemde, Türkiye kapitalizminin emek rejiminin nasıl yeniden yapılandırıldığı ile de ilgilidir. Yoksullaşmanın derinleştiği, istihdamın daraldığı ve sosyal güvencelerin çözülmeye devam ettiği bir ortamda, çocuk emeği giderek bir “istisna” olmaktan çıkmakta; sistemin işleyişi açısından işlevsel bir unsur haline gelmektedir. Ailelerin “çocuğum da çalışmak zorunda” noktasına sürüklenmesi, bireysel tercihlerin değil, yapısal zorunlulukların sonucudur.

Bu yazı, MESEM uygulamalarını üç temel eksen üzerinden incelemektedir: Birincisi, neoliberal birikim rejimi içinde ucuz işgücü stratejisinin tarihsel gelişimi; ikincisi, devletin bu stratejide oynadığı aktif ve düzenleyici rol; üçüncüsü ise, bu düzene yöneltilen toplumsal ve siyasal itirazların neden giderek kriminalize edildiği sorusudur. Nitekim son dönemde MESEM’e yönelik eleştirilerle eş zamanlı olarak üniversiteli gençlere uygulanan baskılar ve Türkiye İşçi Partili öğrencilerin tutuklanması, bu tartışmanın pedagojik değil, doğrudan ekonomi-politik ve sınıfsal bir nitelik taşıdığını göstermektedir.

Dolayısıyla MESEM, yalnızca bir mesleki eğitim programı değil; Türkiye kapitalizminin emek maliyetlerini düşürmeye, çalışma ilişkilerini disiplin altına almaya ve toplumsal itaati yeniden üretmeye yönelik çok katmanlı bir mekanizmadır. MESEM’i bu yapısal bütünlük içinde ele alarak, görünürde teknik olan bir uygulamanın arkasındaki siyasal ve ekonomik rasyonaliteyi açığa çıkarmak, bu yazının temel hedefidir.

Küresel Neoliberal Dönüşüm: Emek Rejiminin Yeniden Yapılanması

MESEM’i mümkün kılan tarihsel bağlam, yalnızca Türkiye’ye özgü bir siyasal tercihler dizisinin sonucu değildir. 1970’lerin ortasından itibaren küresel ölçekte yaşanan ekonomik kriz, kapitalist birikim rejiminin yeniden yapılandırılmasını zorunlu kılmış; bu yeniden yapılanma “neoliberalizm” adı altında, sermaye lehine kapsamlı bir dönüşüm programı olarak hayata geçirilmiştir. Fordist üretim modelinin krizine yanıt olarak geliştirilen bu yeni paradigma, emeğin örgütlenme biçimini, devletin ekonomik rolünü ve sosyal hakların kapsamını köklü biçimde dönüştürmüştür.

Neoliberalizm, yalnızca piyasa mekanizmalarının genişletilmesi anlamına gelmez; aynı zamanda emek gücünün esnekleştirilmesi, güvencesizleştirilmesi ve ucuzlatılması sürecini içerir. Bu dönemde sermaye, ulusal sınırların ötesinde hareket kabiliyeti kazanırken; emek, yerel ve kırılgan koşullar içinde disiplin altına alınmıştır. Sendikal hakların geriletilmesi, sosyal devletin tasfiyesi ve kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması, bu sürecin temel araçları olmuştur.

Bu bağlamda devletin rolü de dönüşmüştür. Refah devleti modeli terk edilmiş; devlet, emeği koruyan bir düzenleyici olmaktan ziyade, sermaye birikimini kolaylaştıran ve emek piyasasını yeniden şekillendiren aktif bir aktöre dönüşmüştür. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi alanlar, kamusal hak olmaktan çıkarılarak, piyasa ilişkilerine eklemlenmiştir. Eğitim sistemi ise bu yeni emek rejiminin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde yeniden yapılandırılmıştır.

Türkiye’de Neoliberal Uyumlanma: 12 Eylül, Özal ve Emek Disiplini

Türkiye, bu küresel dönüşüme 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte eklemlenmiştir. Darbe, yalnızca siyasal muhalefeti bastırmakla kalmamış; aynı zamanda neoliberal politikaların önündeki toplumsal ve sınıfsal engelleri de ortadan kaldırmıştır. Turgut Özal liderliğinde uygulamaya konulan dışa açılma ve serbest piyasa reformları, Türkiye ekonomisini küresel kapitalizmin düşük maliyetli üretim zincirlerine entegre etmiştir.

Bu süreçte Türkiye’nin rekabet avantajı, teknoloji ya da yüksek katma değerli üretim değil; ucuz, güvencesiz ve örgütsüz emek olmuştur. İhracatın artışı, ücretlerin baskılanması ve sendikal hakların sınırlandırılması pahasına sağlanmıştır. Devlet, bu modelde sermayenin ihtiyaç duyduğu emek disiplinini tesis eden merkezi bir rol üstlenmiştir.

Eğitim sistemi de bu dönüşümün ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Kamusal eğitim anlayışı yerini, işgücü piyasasının taleplerine göre şekillenen bir eğitim mantığına bırakmıştır. Mesleki eğitim, çıraklık ve staj programları, bu dönemde yalnızca “istihdam artırıcı” araçlar olarak değil; emeğin erken yaşta disipline edilmesini sağlayan mekanizmalar olarak işlev görmüştür.[i]

MESEM’ler, Türkiye’de neoliberal emek rejiminin olgunlaşmış bir biçimi olarak değerlendirilmelidir. Bu programlar aracılığıyla, emeğin yeniden üretim maliyetinin önemli bir kısmı ailelere ve çocuklara yüklenmekte; devlet ise bu süreci hukuki ve kurumsal olarak güvence altına almaktadır. Böylece emek gücü, henüz eğitim aşamasındayken piyasaya eklemlenmekte ve güvencesiz çalışma biçimleri normalleştirilmektedir.

MESEM, yalnızca bugünün yoksulluk koşullarına verilen geçici bir yanıt değil; neoliberal birikim rejiminin yapısal bir bileşenidir. Emek piyasasının alt segmentini kurumsallaştıran bu yapı, genel ücret düzeyini aşağıya çekmekte ve emek-sermaye ilişkilerinde sermaye lehine kalıcı bir denge oluşturmaktadır. Dolayısıyla neoliberal politikalar, Turgut Özal’la başlayan bir tercih değil; 2000’li yıllarda farklı iktidarlar eliyle süreklilik kazanan, emeğin yapısal olarak güvencesizleştirildiği kalıcı bir rejime dönüşmüştür.

MESEM’in Kuruluşu, Yaygınlaştırılması ve İdeolojik Bağlamı

MESEM, çoğu zaman yeni ve geçici bir uygulama gibi sunulsa da kökleri Türkiye’de mesleki eğitimi erken yaşta emek piyasasına bağlama girişimlerine dayanmaktadır. Ancak MESEM’in bugünkü kapsamı, işlevi ve yaygınlığı, özellikle 2000’li yıllar sonrasında eğitim sisteminde yaşanan yapısal dönüşümlerle birlikte şekillenmiştir. Bu nedenle MESEM’i, tekil bir program olarak değil; değişen eğitim rejiminin ve devletin emek politikalarının kurumsal bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir.

MESEM’lerin hukuki temeli, 1986 tarihli 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu’na dayanmaktadır. Bu yasa, çıraklık ve mesleki eğitimi düzenlemek amacıyla çıkarılmış; sanayi ve ticaretin ihtiyaç duyduğu işgücünü yetiştirmeyi hedeflemiştir [1]. Ancak bu dönemde çıraklık sistemi, bugünkü ölçekte kitlesel bir çocuk emeği havuzu yaratmaktan ziyade, sınırlı ve görece denetimli bir alanla çevriliydi.

MESEM’in asıl dönüşümü ve yaygınlaştırılması, 2010’lu yıllar ve özellikle 2016 sonrasında gerçekleşmiştir. Bu dönem, Türkiye’de neoliberal eğitim politikalarının derinleştiği, kamusal eğitimin aşamalı olarak tasfiye edildiği ve piyasa-istihdam odaklı bir eğitim anlayışının güç kazandığı bir sürece denk düşmektedir.

Özellikle 2012 yılında yürürlüğe giren 4+4+4 eğitim sistemi, çocukların eğitimle olan bağını zayıflatan ve örgün eğitim dışına itilmesini kolaylaştıran yapısal bir kırılma yaratmıştır [2]. Zorunlu eğitimin kademelendirilmesi, erken yaşta açık öğretime ve örgün eğitim dışına geçişi yaygınlaştırmış; bu durum, MESEM’lerin genişlemesi için uygun bir zemin oluşturmuştur.

MESEM’lerin kitlesel hale gelmesi ise 2018 sonrasında hız kazanmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı, mesleki eğitimi “istihdam garantili eğitim” olarak yeniden tanımlamış; MESEM programları, fiilen okuldan kopmuş ya da kopma riski taşıyan çocuklar için “alternatif” bir yol olarak sunulmuştur. Bu süreçte, özellikle 2021-2022 döneminde, MESEM’e kayıtların dramatik biçimde arttığı ve çocukların haftanın büyük bölümünü işyerlerinde geçirmeye başladığı görülmektedir. Bu yaygınlaşma rastlantısal değildir; devletin emek maliyetlerini düşürmeye ve işgücü arzını genişletmeye yönelik stratejik tercihleriyle doğrudan bağlantılıdır. Müfredatın içeriği, okulun işlevi ve eğitimin süresi, “istihdam edilebilirlik” ekseninde yeniden tanımlanmıştır.

TÜİK ve Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre son yıllarda bir milyona yaklaşan sayıda çocuk ve genç ya örgün eğitimin dışına çıkmış ya da eğitimle bağını yalnızca açık öğretim üzerinden sürdürmektedir [3]. Millî Eğitim Bakanlığı ve TÜİK verileri, özellikle 2012 sonrası dönemde açık öğretime yönlendirilen, örgün eğitimle bağı kopan ya da tamamen eğitim dışına çıkan çocuk ve gençlerin sayısında sürekli bir artış olduğunu göstermektedir. 2018 sonrasında ise bu kopuş, geçici bir dalgalanma olmaktan çıkmış; kalıcı ve yapısal bir eğilim halini almıştır. 15-24 yaş grubunda eğitim ve istihdam dışında kalan gençlerin oranı, Türkiye’yi OECD ortalamasının belirgin biçimde üzerine taşımaktadır. MESEM’lerin hızla büyümesi, tam da bu kitlesel eğitim dışılaşmasının emek piyasası lehine yeniden düzenlenmesi anlamına gelmektedir.

MESEM’e kayıtlı öğrenci sayısındaki hızlı yükseliş, eğitim dışında kalan bu geniş nüfusun emek piyasasına yönlendirilmesinin bir “çözüm” olarak sunulduğunu; ancak gerçekte eğitimin tasfiyesinin ve çocuk emeğinin yaygınlaştırılmasının kurumsal bir aracı haline geldiğini ortaya koymaktadır.

Bu dönüşüm üç temel eğilim üzerinden okunabilir:

  1. Örgün eğitimin aşamalı olarak zayıflatılması,
  2. Mesleki ve teknik eğitimin piyasa ihtiyaçlarına göre genişletilmesi,
  3. Okulun, çocuğu koruyan bir alan olmaktan çıkarılıp emek piyasasına hazırlayan bir geçiş mekânına dönüştürülmesi.

Bu bağlamda MESEM’ler, okuldan kopuşu hızlandıran ve bunu “eğitim” söylemiyle meşrulaştıran bir araç işlevi görmektedir. Çocuk hukuken “öğrenci” statüsünde tanımlanmakta; fiilen ise işyerinde tam zamanlı, yarı zamanlı ya da stajyer bir emekçi gibi çalışmaktadır. Devlet, bu çelişkiyi eğitim statüsü üzerinden görünmez kılmaktadır.

İdeolojik Zemin ve Diyanet’in Rolü

MESEM’lerin doğrudan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülen bir proje olduğu söylenemez. Ancak Diyanet’in son yıllarda eğitim ve gençlik alanındaki normatif ve ideolojik etkisi, bu tür uygulamaların toplumsal meşruiyet kazanmasında belirleyici bir rol oynamaktadır.

Diyanet’in hutbeleri, vaazları ve “manevi rehberlik” faaliyetleri; çalışmanın ibadetle özdeşleştirilmesi, erken yaşta “meslek sahibi olmanın” ahlaki bir erdem olarak sunulması, sabır-kanaat-itaat vurgusu ve yoksulluğun yapısal değil bireysel kader olarak çerçevelenmesi gibi temaları öne çıkarmaktadır [4]. Bu söylemler, çocuk emeğini doğrudan teşvik etmese bile, emeğin erken yaşta metalaştırılmasını sorgulanamaz bir toplumsal norm haline getirmektedir. Bu noktada Diyanet, Althusser’in tanımladığı anlamda devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak işlev görmekte; emeğin ucuzlatılmasını ve güvencesizliği meşrulaştıran kültürel iklimi beslemektedir [5].

Ulusal ve Uluslararası Hukuki Çerçeve: Yükümlülükler ve Açık İhlaller

MESEM uygulamaları, yalnızca politik tercihler açısından değil; Türkiye’nin ulusal mevzuatı ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler açısından da ciddi hukuki ihlaller barındırmaktadır. Devletin çocuk emeğini ve çocukların yaşam hakkını koruma yükümlülüğü hem iç hukukta hem de uluslararası normlarda açık biçimde tanımlanmıştır. Buna rağmen MESEM pratiği, bu yükümlülüklerin fiilen askıya alındığı bir alan yaratmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 41, 42 ve 50. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, devletin çocuklara ilişkin yükümlülükleri açık biçimde tanımlanmıştır. Anayasa, çocukların her türlü istismar ve sömürüden korunmasını, eğitim hakkının kesintisiz biçimde güvence altına alınmasını ve çalışma yaşamında özel koruma altında tutulmalarını devletin pozitif yükümlülüğü olarak düzenlemektedir. Buna rağmen MESEM uygulamaları, çocukların fiilen üretim süreçlerine dahil edildiği, eğitimin ikinci plana itildiği ve “öğrenci” statüsü aracılığıyla iş hukukunun koruyucu hükümlerinin devre dışı bırakıldığı bir alan yaratmaktadır. Bu durum, hukuki bir boşluktan ziyade, anayasal güvencelerin fiilen askıya alındığı ve devletin çocukların yaşam, eğitim ve korunma hakkına ilişkin sorumluluğunu parçalayan bilinçli bir siyasal tercihe işaret etmektedir [6].

Anayasal güvencelere ek olarak, yürürlükteki iş ve sosyal güvenlik mevzuatı da çocukların çalışma yaşamında korunmasını açık hükümlerle düzenlemektedir. 4857 sayılı İş Kanunu, çocukların ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını yasaklamakta; Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik ise çocukların çalışabileceği iş alanlarını son derece sınırlı biçimde tanımlamaktadır [7]. Buna ek olarak 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, çalışanların yaşam ve sağlık hakkını koruma yükümlülüğünü yalnızca işverene değil, aynı zamanda devlete de yüklemektedir [8].

Türkiye’nin taraf olduğu Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocuk emeğinin korunmasına ilişkin açık ve bağlayıcı hükümler içermektedir. Bu sözleşmeler, MESEM uygulamalarının uluslararası hukuk bakımından da savunulamaz olduğunu ortaya koymaktadır. ILO’nun 138 No’lu Asgari Yaş Sözleşmesi, çocukların çalıştırılabileceği asgari yaşın belirlenmesini ve eğitimin önceliğinin korunmasını zorunlu kılmaktadır. ILO 182 No’lu En Kötü Biçimlerdeki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması Sözleşmesi ise çocukların sağlık ve güvenliğini tehlikeye sokan her türlü çalışmayı açık biçimde yasaklamaktadır [9]. Buna ek olarak, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 32. maddesi, çocuğun ekonomik sömürüye ve sağlığını, eğitimini ya da gelişimini tehlikeye sokacak çalışmaya karşı korunmasını devlete açık bir yükümlülük olarak tanımlar [10].

MESEM uygulamaları, bu uluslararası normların tamamıyla çelişmektedir. Çocukların uzun saatler boyunca üretim ortamlarında bulunması, fiziksel ve psikolojik risklere maruz kalması ve eğitim süreçlerinin fiilen kesintiye uğraması, uluslararası hukuk açısından açık ihlal niteliği taşımaktadır.

MESEM, İş Cinayetleri ve Cezasızlık Rejimi

MESEM örneği, Türkiye’de hukuk ile uygulama arasındaki yapısal uçurumu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Kâğıt üzerinde çocukları koruyan anayasal hükümler, yasalar ve uluslararası sözleşmeler varlığını sürdürürken; pratikte çocuk emeğinin ucuz, denetimsiz ve ölümcül biçimlerde örgütlenmesi, devletin rastlantısal bir ihmali değil, bilinçli bir politik tercihi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu yıl 85 çocuk ve genç çalışırken hayatını kaybetmişse; [11] buna itiraz eden gençler tutuklanmışsa, ortada hukuki bir boşluk değil, neoliberal emek rejimini bilinçli biçimde koruyan sistematik bir siyasal irade vardır. MESEM tartışması bu nedenle yalnızca geçmişe değil, bugünün Türkiye’sine aittir. Çocukların ölümüne yol açan bir düzen sürdürülürken, bu ölümleri görünür kılan itirazların bastırılması; emeğin, hukukun ve demokrasinin aynı anda askıya alındığını göstermektedir. MESEM kapsamında yaşanan ölümler ve ağır yaralanmalar, yalnızca iş güvenliği eksikliğiyle açıklanabilecek münferit vakalar değildir.

MESEM öğrencileri hukuken “öğrenci” statüsünde tanımlanmakta; fiilen ise üretim süreçlerinde tam zamanlı bir emekçi gibi çalışmaktadır. Bu ikili statü, devletin sorumluluğunu bilinçli biçimde bölmesine olanak tanımaktadır. İş kazası ya da ölüm gerçekleştiğinde, sorumluluk çoğunlukla bireysel işverene yüklenmekte; sistemin bütününü kuran ve denetlemekle yükümlü olan kamu otoritesi görünmez kılınmaktadır. Bu durum, literatürde “cezasızlık rejimi” olarak tanımlanan yapıyla doğrudan ilişkilidir [12]. Cezasızlık, hukuki boşluklardan değil; siyasal tercihlerden beslenmektedir. Çocukların ölümüne yol açan koşulların bilindiği, öngörülebildiği ve raporlandığı bir bağlamda, bu koşulları ortadan kaldırmaya yönelik yapısal bir irade ortaya konmamaktadır. Aksine, MESEM’lerin yaygınlaştırılması, riskin bilerek büyütüldüğünü göstermektedir.

Bu bağlamda MESEM ölümleri “kaza” olarak nitelendirilemez. Bu noktada devletin sorumluluğu çift yönlüdür: Bir yandan eğitim hakkını fiilen ortadan kaldıran bir sistemi kurmakta, diğer yandan çalışma yaşamında çocukları korumaya yönelik denetim ve yaptırım mekanizmalarını etkisizleştirmektedir. Bu durum, geçici bir ihmal değil; kurumsallaşmış bir tercihe işaret etmektedir.

Bugüne Bağlantı: Gençliğe Yönelik Baskı ve Emek Rejiminin Siyasal Savunusu

MESEM’e yönelik eleştirilerin yükselmesiyle birlikte, üniversiteli gençlerin gözaltına alınması ve Türkiye İşçi Partili öğrencilerin tutuklanması, bu emek rejiminin yalnızca ekonomik değil, siyasal olarak da korunduğunu göstermektedir. Bu baskının hedefi, belirli bir öğrenci grubunun ötesinde; emek rejimine yönelen sorgulamanın kendisidir [13]. Neoliberal devlet, yalnızca emek maliyetlerini düşürmekle yetinmez; bu düzeni meşrulaştıracak ideolojik zemini de inşa eder. Ancak bu meşruiyet krize girdiğinde, yani sömürü ilişkileri doğrudan teşhir edildiğinde, devlet baskı aygıtlarını devreye sokmaktadır. MESEM örneğinde gençlerin itirazı, teknik ya da pedagojik bir eleştirinin ötesine geçerek, ucuz emek rejiminin bütününü sorguladığı için “tehdit” olarak algılanmıştır.

Bu nedenle gözaltılar ve tutuklamalar, orantısız ya da rastlantısal değildir. Aksine, neoliberal emek rejiminin siyasal savunma refleksinin parçasıdır. Devlet, burada yalnızca kamu düzenini değil; sermaye birikiminin dayandığı temel mekanizmayı korumaktadır. Bu yönüyle baskı, istisnai değil; sistematiktir. Bugün MESEM’i konuşmak; devletin sınıfsal konumunu, sosyal devletin tasfiyesini, emeğin güvencesizleştirilmesini, cezasızlık rejimini ve bu düzene yönelen itirazların neden baskıyla karşılandığını birlikte tartışmak anlamına gelmektedir. Çocukların çalışmak zorunda bırakıldığı, gençliğin susturulmaya çalışıldığı ve emeğin değerinin sistematik biçimde düşürüldüğü bir toplumsal düzen, geçici bir kriz durumu değil; bilinçli bir politik tercihin ürünüdür. Kısacası MESEM, “çocuk işçiliği” tartışmasının ötesinde, çocuk emeğini ucuz işgücü rejiminin kalıcı bir bileşeni haline getiren bir mekanizmadır. Bu yönüyle MESEM, çocuk emeğini istisna olmaktan çıkaran ve neoliberal emek rejimini normalleştiren yapısal bir düzenleme olarak okunmalıdır.

[1] 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu, Resmî Gazete, 19.06.1986.
[2] 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun (4+4+4), Resmî Gazete, 11.04.2012.
[3] Millî Eğitim Bakanlığı, Mesleki Eğitim Merkezi istatistikleri, 2021–2022; ayrıca TÜİK, İstatistiklerle Çocuk ve İşgücü İstatistikleri (15–24 yaş eğitim ve istihdam dışı gençlik verileri).
[4] Diyanet İşleri Başkanlığı, gençlik/çalışma/ahlak temalı hutbe ve yayınlar.
[5] Althusser, L. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları.
[6] T.C. Anayasası, md. 41, 42, 50.
[7] 4857 sayılı İş Kanunu, md. 71; Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik.
[8] 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, md. 4–5.
[9] ILO Convention No. 138 (Minimum Age Convention); ILO Convention No. 182 (Worst Forms of Child Labour Convention).
[10] Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989), md. 32.
[11] İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 2024 yılı iş cinayetleri raporu (çocuk/genç işçi verileri).
[12] Cezasızlık rejimi literatürü için bkz.: Türkiye İnsan Hakları Vakfı / İHD raporları; ayrıca cezasızlık kavramı üzerine akademik çalışmalar.
[13] Türkiye İşçi Partisi’nin ilgili tarihli açıklamaları; baroların gözlem raporları; güvenilir haber kaynakları (Bianet, T24, BBC Türkçe).
[i] Bkz: Çağlar Keyder ve Can Soyer’in Türkiye’de neoliberal dönüşüm ve emek rejimi üzerine çalışmaları.