Mülksüz ve Öksüz

Can Soyer27 Temmuz 2025

Türkiye’nin dört bir yanını küle çeviren yangınlar giderek bir mecaza dönüşüyor. Ormanlarla birlikte, bütün bir ülkenin, doğanın cömertçe sunduğu güzelliğin, emekle var edilmiş zenginliğin, birbirine ulanarak bugünlere gelmiş kolektif hafızanın yanıp yok olduğunu, geriye kül ve dumandan ibaret bir manzara bırakarak bu topraklardan koparıldığını anlatan bir mecaz. Ülke yangın yeri, hem gerçekten hem de mecazen…

Kuşkusuz bu günlere bir anda gelinmedi. Türkiye bir açıdan bakarsak yüz yıldır, bir açıdan bakarsak 12 Eylül’den itibaren, bir açıdan da son çeyrek yüzyılda adım adım, kasten ve sistematik biçimde bu uçuruma çekildi. Türkiye’yi uçuruma çekenler emperyalizm, sermaye sınıfı ve onların türlü kılıklara girmiş siyasetçileri, yöneticileri, kanaat önderleri oldu. Ülke bir işgal ordusu tarafından yağmalanmış bir toprağa dönüşürken zenginliklerinin, kariyerlerinin, güçlerinin sürekli artmış olması bu ülkeyi bu uçuruma neden böyle şevkle, zevkle, el birliğiyle ittiklerini açıklıyor zaten.

Bu tablonun kahredici olduğunu söylemeye gerek yok. Yaşananların ve yaşatılanların doğurduğu öfkenin ve çaresizlik hissinin giderek büyümesi de olağan. Ancak buradan bir çıkış, bir direniş, bir diriliş çıkması da zorunlu. Eğer bir siyasal ve toplumsal irade onu bir mücadele kulvarına dönüştürecek yaratıcılığı göstermezse, biriken öfkenin ve çaresizlik hissinin ya çıkmaz bir yola saparak ehlileşeceği ya da kendisine dönerek içsel potansiyelini berhava edeceği kesin.

Böylesi bir siyasal ve toplumsal iradenin hangi zeminlerde inşa edileceği, hangi sorun ve kriz alanlarına yöneleceği, hangi talep ve önceliklerle hareket edeceği bu yüzden önemli bir tartışma. Böylesi bir tartışmanın tüm içeriğini burada sunulan bir yazıyla tüketmek elbette mümkün değil. Yine de ülkenin içinden geçtiği krizlerin mahiyetini, egemenlerin içine girdikleri yönelimlerin sonuçlarını ve halkın bu manzara karşısındaki tepkisinin aldığı biçimleri ele almak bir başlangıç olarak faydalı olur.

Bağlamı ve hatta konusu bile farklı olan sloganlarla kendisini haklılaştıran, konjonktüre değil sosyal medya fenomenlerinin uydurduğu genel geçer ilkelere dayanan, somut ve sonuç alıcı olmaktan ziyade belirli pasifizm türlerini cilalamaya yarayan pozisyonların ise, artık aşılarak da değil basbayağı yok sayılarak geride bırakılması gerekiyor.

***

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de son 50 yılın esas gündemi sermaye sınıfının emekçilere yönelik saldırısının hız ve yoğunluk kazanmasıdır. Bu, sınıf mücadelesi dediğimiz şeyin sermaye açısından anlamıdır. Sosyalizmin gerilemesi ve çözülmesi ile birlikte sermaye sınıfı dozu ya da vitesi yükseltme zamanının geldiğini düşünmüş, daha önceki dönemde emekçilerin mücadelelerle kazandığı mevziler nedeniyle belirli bir uzlaşmaya/konsensüse mecbur kaldığı tüm alanlarda bir imha savaşına yönelmiştir. İşçi sınıfına, onun toplumsal, hukuksal, kurumsal kazanımlarına saldırı bu savaşın ilk adımıydı: Sendikaların çökertilmesi, çalışma yaşamının mutlak bir denetimle ağırlaştırılması, ücretlerin hem dolaylı hem de dolaysız yollarla düşürülmesi, emekçilerin erişebileceği kamusal hizmetlerin özelleştirmeler yoluyla sermayeye aktarılması bu adımları ifade ediyor.

Ancak sermaye sınıfının arzu ettiği egemenlik bundan ibaret değildi, burada kalamazdı ve kalmadı da. Sermaye sınıfı sadece karını artırmak değil aynı zamanda işçi sınıfını tümüyle teslim almak, ona diz çöktürmek, onu köleleştirmek istiyordu. Bunun yolu da üretim ya da iktisadi ilişkiler alanını aşarak bir bütün olarak toplumsal ilişkileri, kamusal alanı, devlet ile yurttaşlar arasındaki hukuksal ve kurumsal zeminleri katı bir dönüşüme uğratıp denetim altına almaktı. Yani emekçilerin bizzat kendi mücadeleleriyle kazandığı, yine mücadelelerinde kullanabildiği ve esas olarak özneleşme süreçlerinde faydalanabildiği tüm imkanların yok edilmesi.

Dünyada da Türkiye’de de en temel yurttaş haklarının gasp edilmesinin, hukukun ve yargının iktidar sopasına dönüştürülmesinin, devlet ve hükümet sistemlerinin yürütmeyi güçlendirecek biçimde yeniden düzenlenmesinin, basın, akademi ve kültür alanlarının şiddet ve kayırma yoluyla ele geçirilmesinin, sokakların ve kentlerin mafya çetelerinin tekeline terk edilmesinin; işçilerin, gençlerin, kadınların, herhangi bir toplumsal kesimin itiraz etmesi, karşı gelmesi, sesini yükseltmesi durumunda yasasız ve orantısız biçimde cezalandırılmasının bir anomali, bir sapma, kimi sadist liderlerin aşırılığı olmadığını anlamak zorundayız.

Her ülkede bu eğilimin hayata geçirilmesi kendi özgül biçimini almıştır elbette. Türkiye’de de siyasal islamcı bir iktidarın fıtratı ve ajandası ile uyumlanarak yaşandı, yaşanıyor bu süreç. Öte yandan kapitalizmden, sermayeden, sömürüden hareket etmediğimiz takdirde bu özgül biçimlere sıkışmak, Türkiye’deki toplumsal krizi merkez-çevre ya da sekülerler-mütedeyyinler gibi bomboş lakırdılarla tasvir etmek zorunda kalınır.

Bu söylenen, ülkemizde örneğin laikliğin bir mücadele alanı olmadığı ya da iktidarın siyasal islamcı karakterinin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, bunların kapitalizmdeki hangi eğilimlerle eklemlendiklerini ve sermaye egemenliğinin yeniden üretilmesinde hangi yollarla işlev gördüklerini kavramaktan söz ediyorum. Diğer bir deyişle, siyasal islamcılığın, milliyetçiliğin, muhafazakarlığın müstakil öneminden ziyade bunların kapitalizmle olan eklemlenme tarzından kaynaklanan önemine yoğunlaşmaktan. Bu yoğunlaşma bizi siyasal islamcılıkla mücadeleden uzaklaştırmak şöyle dursun, ona karşı mücadelemizi tam da doğru noktaya, can alıcı hedefe yönlendirmemizi sağlayacak.

***

Bu 50 yıllık saldırının en önemli veçhelerinden biri kamusal alanın ve devlet ile yurttaş arasındaki ilişkilerin köklü biçimde dönüştürülmesi oldu. Bu, bir kurum olarak değil bir ilişki ağı olarak devletin dönüşümü anlamına gelir. Devlet, kendisini salt bir baskı ve şiddet aygıtı olarak büzüştürerek yurttaşlarla kurduğu ilişkiler alanından çekilmiştir. Artık devlet, egemen sınıflar ile emekçilerin mücadelelerinin yansıdığı, çeşitli kazanımları kabule zorlanmış ve belirli bir konsensüsü taşıyan kurumsal yapı olmaktan çıkmıştır. Devlet, kuramın belirli bir özerklikle birlikte tanımladığı asıl vasfına, egemen sınıfın çıplak baskı aygıtına dönüşmüştür.

Devlet, yurttaşın hakları, huzuru ve güvenliği karşısında bir yokluktur artık; varlığını yokluk kipinde sürdüren bir makinedir. Bu makine sadece şiddete başvurmak gerektiğine karar verdiğinde görünür olur; görünürlüğünü polis copu, bekçi tacizi, sivil linç taburları, mahkemeler, olağanüstü hal kararları, emek düşmanlığını, kadın düşmanlığını, doğa düşmanlığını köpürten vaazlar, yazlık, kışlık, avlık saraylar, lüks ve şatafatın esirgenmediği şovlarla sergiler.

Halihazırda dünyada yaşayan kuşakların kolektif deneyimi açısından bakıldığında, günümüzde artık bir devlet yoktur. Bu sermaye açısından devletin değil, emekçilerin kolektif deneyiminde yer edinmiş devletin yokluğudur elbette. Yaklaşık 200 yıldır insan toplumlarının içinde geliştiği, birçoğu bizzat emekçilerin zorlu mücadeleleriyle söke söke kazanılmış ve özel ile kamusalın, hukuksal ile hukuk dışının, hak ve sorumluluklar ile yetki ve otoritenin sınırlarını çizerek toplumsal ilişkileri biçimlendiren az çok kabul görmüş bir çerçevenin yokluğu. Böyle bir yokluğun koşulladığı bir dünyada gündelik yaşam hiçbir kural, kurum, yasa, sınır ve düzen tarafından çerçevelenmemiş bir kaosun içine yuvarlanmakla eş anlamlıdır.

Bu yokluk kendiliğinden ortaya çıkmamış, bilinçli, şiddetli ve uzun erimli bir stratejiyle yaratılmıştır. İnsanlığın kendini özgürleştirmesine yönelik bir misyonla devletsiz bir komünal dünyaya sıçraması nedeniyle de oluşmamış, bizzat insanlığın köleleştirilmesini hedefleyen sermaye egemenliğinin söküm işlemi yoluyla yaratılmıştır. Öte yandan, bu yokluk bir boşluk değildir. Mevcudiyetiyle değil namevcudiyetiyle işlev görmektedir. Yokluk bir noksanlık biçiminde tabloyu eksiltmemekte, tam da yokluğuyla tabloyu tamamlamaktadır. Yokluğu insanlığa bir özgürleşme imkanı sunmayan, tersine insanın zincirlerine yeni prangalar ekleyen bir kilittir. Bu kilidin sahibi ise kapitalizmden, sermayenin sonsuz kar iştahından başkası değil.

Neoliberal modelle birlikte başlayan “devletin küçülmesi” masalı, esasında devletin geçmişte emekçi sınıflarla kurduğu konsensüsü artık yok etmeye yöneldiği, devletin artık hiçbir kamusal hizmet ve yükümlülük taşımayacağı, yurttaşlara karşı taşıdığı sorumluluklardan da tümüyle sıyrılacağı anlamına geliyordu. Özelleştirmeler, piyasalaştırmanın tüm toplumsal evreni yutarak genişlemesi, kar ve rant üretmeyen tüm insani, doğal, sosyal ilişki ve varlık biçiminin yok edilmesi gibi nitelikler bu sürecin doğal sonucudur. Ve bu sonuçların en sarsıcı olanı, yurttaşların tümüyle yalnız bırakılmış, ekonomik krizlerden büyük depremlere, yangınlardan sokak şiddetine, adaletsizlikten gelecek kaygısına kadar hemen her sorun karşısında kimsesizleştirilmiş olmasıdır. Yurttaş kelimenin gerçek anlamıyla yalnız, kimsesiz, öksüz haldedir artık.

***

Türkiye bu öksüzlüğün bir toplumsal krize dönüşmekte olduğu bir uğraktan geçiyor. Diğer bir deyişle, gerilimin biriktiği düğümler iktisadi ya da siyasal bir krizin ötesine geçerek bir toplumsal krize ve onun getirdiği yarılmaya doğru ilerliyor. Üstelik bu yarılma, toplumun günden güne yoksullaşma batağına saplandığı, can güvenliğinden endişe etmeyi gündelik bir deneyim olarak kanıksadığı, başına gelecek herhangi bir belada güvenebileceği bir kuralın, kurumun, hukukun bulunmadığını kabullendiği bir iklimde yaşanıyor.

Bu yarılmanın bir yanında iktidar ile onun beslediği elitler; ihalelerle, teşviklerle, vergi aflarıyla semirenler; yatları, katları, banka hesaplarını alt alta dizenler ve halka yoksulluğu, borçluluğu, geleceksizliği olduğu kadar küfrü, hakareti, horlamayı reva görenler yer alıyor. Adeta bir iç sömürge rejiminin temsilcilerine dönüşen bu iktidar elitleri, tam anlamıyla emperyal bir prosedür uygulayarak ülkenin tüm varlıklarına ve emekçilerin tüm kaynaklarına zor ve hileyle el koyuyor. Bir kez daha hatırlatmak gerekir: Bu, bir anomali ya da sapma değil Saray Rejimi’ne rejim karakteri kazandıran esas niteliktir. Bu nitelik, iktidarın içinde bulunduğu darboğazı aşmak, tıkanıklığı açmak için başvurduğu geçici bir yönelim de değil bizzat bu rejimin kendisidir. Bu yeni rejim, Türkiye’nin kendi siyasal iktidarı ve iktidar elitleri tarafından sömürgeleştirilmesinde mahiyetini bulmaktadır.

Bu azgın azınlığın keyfi ve iktidarı sürsün diye yaratılan siyasal, hukuksal, kurumsal, ideolojik iklimde ormanlar içindeki işçilerle birlikte yanıyor; yeni doğmuş bebekler özel hastane işine girmiş mafya çeteleri tarafından kasten öldürülüyor; okul yerine sanayi sitelerine gönderilen çocuklar pres makinelerinin altında can veriyor; her gün kadınlar öldürülürken katilleri mahkemelerden serbest bırakılıyor; gençler eğitim alıp geleceklerini biçimlendiremediği gibi kayıtsız, güvencesiz, geçici işgücü olarak hizmet sektörünün sömürüsüne maruz bırakılıyor; yüzyıllardır bu topraklarda bu sokaklarda bu kentlerde birlikte yaşadığımız canlılar vahşice katlediliyor. Sayfalarca uzatılabilecek bir felaket silsilesi…

Bu noktadaysak, artık yaşananları hukuksal ya da kurumsal bakımdan yorumlamak mümkün, doğru ve de gerekli değil diyebiliriz. Benzer biçimde, yaşananları bir hükümetin kötü idaresi olarak da değerlendirmek yeterli olmaz. Hukuk, yasa, yargı, olağan bir düzenin kurumları, teamülleri, gelenekleri gibi şeyler çok önceden ve bugünler için tamamen yok edildi. Türkiye’nin bugünü en çok bir ülkenin tüm varlıklarına, kaynaklarına, kurumlarına el koyan; ülke insanının temel haklarını, yaşam alanlarını, güvenlik ve geleceklerini gasp eden; bunu tümüyle zor kullanımı ve cezalandırma yöntemleriyle sürdüren bir çıkar şebekesinin sömürgeciliğiyle açıklanabilir.

Türkiye, ülkenin taşını ve toprağını, yurttaşının emeğini ve haysiyetini, önceki kuşakların alın teriyle yarattığı mirası ve eseri servet kaynağı olarak gören ve onu posası çıkana kadar emip yutmak için aklın, ahlakın, hukukun tüm sınırlarını çiğneyen bir azgın azınlığın iç sömürgesi konumundadır artık. Bu sömürgeci çetenin egemenliğinde, halk, tamamen yalnız bırakılmış, tüm haklarından ve kurumlarından mahrum edilmiş, emeği ve haysiyeti hakaret ve küfürlerle çiğnenmiş, iktidar elitlerinin zenginliği için köle gibi çalışmaya, parya gibi yaşamaya mecbur edilmiş durumda.

Türkiye, işgal edilmiş ve şiddet yoluyla sömürgeleştirilen bir ülkeye benzemekteyse buna karşı mücadelenin de bu iç sömürgeci elitlere karşı halkın kendi kaderini kendi ellerine alma; kendi geleceğini, kendi memleketini ve haysiyetini kurtarma, bu anlamda bağımsızlığını kazanma mücadelesi biçimini alması gerekir. Diğer bir deyişle, bu cendereden kurtulmanın yolu halkın bu sömürgeci çeteyi ülkeden defederek bağımsızlığını kazanmasından geçiyor.

***

Kuşkusuz, bu yazıda vurgulanan yokluk esas itibariyle retorik bir ifadedir. Teorik değil siyasal, bilimsel değil propagandif açıdan kuvvetlidir. Kitap yazmaktan ziyade örgütlenmek için gereklidir. Aynı biçimde, iç sömürge ya da işgal gibi ifadeler de esas olarak mevcut iktidarın düşmanca tarzı karşısında halkta açığa çıkan duygusal tepkiyi siyasal bir zeminden çerçevelemeyi denemek amacıyla kullanılmaktadır.

Ancak, bütün bunların sınıf mücadelesiyle bir ilgisinin olmadığı fikrindeki feci yanlışlığın da altının çizilmesi gerekir. Bu konuların sınıf mücadelesini aşarak belirleyici olduğunu değil, sınıf mücadelesinin tam da böyle bir şey olduğunu, emeğin ve haysiyetin buluştuğu uğraklarda yıkıcı niteliğini kuşandığını hep hatırda tutmak gerekir. Artık bu ülkenin yurttaşları sadece emek gücü sömürülmüş değil, aynı zamanda küfredilmiş, hakarete uğramış, hor görülmüş, aşağılanmış emekçiler olarak deneyimliyorlar gündelik hayatlarını. Ve insanlar, kendi emeklerinin yarattığı zenginliğin iç edilmesinin yanı sıra devletin gücünü ellerinde toplamış bir yağmacı topluluğunun kendi ülkelerini sömürgeleştirmesinin de öfkesiyle konuşuyorlar, kıpırdanıyorlar, yol arıyorlar.

Böylece sınıf mücadelesi, bir anda, ışığın tüm renklerini ayıran bir prizmadan geçer gibi siyasetten kültüre, etikten ideolojiye, hukuktan mekana yayılıyor ve ülkenin içinde bulunduğu toplumsal kriz uğrağında, derin bir yarılmanın tam ortasında bu öfkenin sarih bir sınıf bilincine uzanacağı yolların açılması için sosyalistlere tarihsel bir görev düşüyor. Bu görevin ilk koşulu ise somut durumu olanca çıplaklığı içinde görmek ve günün en önemli işini saptayıp ona yoğunlaşmak.

Yalnız kalmış, kimsesizliğe itilmiş, büyük felaketler ve cinayetler arasında bir başına ve yurtsuz bırakılmış, mülksüzleştirilmiş ve öksüzleştirilmiş bir halkın yapışkan keneler gibi kanını emen bu sömürgeci çeteyi söküp atma ve alın teriyle yarattığı bu ülkeyi kendi yurdu haline getirme mücadelesi; işte bugünün en önemli işi.