Öksüzler Ülkesi: Kendi Adımıza Konuşma Mecburiyeti

Yaren Selin Acar26 Ağustos 2025

Türkiye’de siyaset, yalnızca teknik yönetime değil psikolojik ilişkilere de dayanır. Yurttaş ile devlet arasında bir “eşit ilişki” değil, bir bağlılık ilişkisi vardır. Halkın önemli bir bölümü devleti temsil eden figürlerle arasında bir güven sözleşmesi değil, bir sadakat sözleşmesi hisseder. Bu da devleti bir hizmet kurumu olmaktan çıkarır; onu kutsal, eleştirilmez ve sorgulanamaz bir konuma yerleştirir. Bu konumlandırma, Türkiye’deki birçok siyasal davranışı açıklayan temel yapıtaşlarından biridir. Çünkü burada devlet, sadece bir aygıt değil, aynı zamanda tarihsel bir üst-benliktir. Bir kolektif baba figürüdür.

Devletin asli işlevi olan “hizmet üretme” yeteneği ortadan kalktığında bile halkın büyük kısmı bu aksaklığı doğrudan eleştirmek yerine, başka gerekçelerle meşrulaştırma yoluna gider: dış mihraklar, içerideki hainler, ahlaki çöküş, bölünme tehlikesi… Bu refleks, yalnızca propaganda başarısı değil, halkın özgürlük korkusunun dışavurumudur. Çünkü kendi başına düşünmek, bir pozisyon almak, bir taraf olmak demektir. Ve Türkiye’de insanlar taraf olmaktan çok “bir tarafa ait olmayı” seçer. Birey olmak, korunaksız hissettirir.

Çocuklar güvenli bir dünyaya ihtiyaç duyar. Ama bu güvenlik yalnızca sevgiyle değil, sınırla kurulur. O sınırı çizen, “hayır” diyen figürdür. Baba burada bir kişi değil, bir simgedir. Yasayı temsil eder. Arzuyu şekillendirir. Sınır koyar. Ve bu yasa, bilinçdışına kazınır. Modern toplumlarda devlet, işte bu simgesel babanın yerini alır. Devlet yalnızca kamu kurumları değil; yurttaşların arzusunu şekillendiren, onlara neyi isteyip neyi isteyemeyeceğini fısıldayan büyük Öteki’dir.[1] Türkiye’de bu Öteki hem babadır, hem anne. Ona hem “anavatan,” hem de “devlet baba” denir. Bu sadece retorik değildir; bu, halkın devlete duyduğu bağlılığın yapısını açık eder. Devlet hem cezalandırır hem korur. Hem döver hem doyurur. Bu ikilik, halkla devlet arasında yapışkan bir sadakat ilişkisi üretir. Devlet baskı yaptığında “şefkatli sertlik” denir. Yardım dağıttığında “lütuf.” Sansür koyduğunda “koruma.” Sınır kapattığında “beka” olur.

Bu siyasi kültür, devletin dayatmasıyla oluştuğu kadar, toplumun onu içselleştirmesiyle de kökleşmiştir. Halk, otoriteyi dışsallaştırmak yerine içselleştirmiştir. Dolayısıyla sansür yalnızca yasal bir düzenleme değil, aynı zamanda bir gönüllü otosansürdür. Sokakta, okulda, iş yerinde insanlar kendi sınırlarını kendi içlerinden çizer. Çünkü devletin gözetlediği bir sistemde değil; herkesin birbirini gözetlediği bir kültürde yaşıyoruz. İktidar, yalnızca yönetimde değil dilde, sokakta, ilişkilerde dolaşır.

Bu ortamda kardeşlik gibi yatay ilişkiler zayıflar; çünkü herkes bir üst arar. Eşitler arasında bağ kurmak yerine, birinin koruyucu olması, diğerinin “sadık” olması tercih edilir. Toplumun içinde bulunduğu kutuplaşma hali, bu eşit ilişki kuramamanın sonucudur. Herkesin farklı düşünmesinden değil, kimsenin birlikte düşünmeyi öğrenememiş olmasındandır bu ayrışma. Ama gerçek bir kardeşlik, eşitliğe, güvene, birbirini anlamaya, geçmişle hesaplaşmaya ve geleceği birlikte kurmaya dayanır. Bugünkü Türkiye’de ise bu kelime, çoğu zaman bir örtü görevi görüyor: konuşulmayan acıların, bastırılan kimliklerin üzerine serilen bir örtü. Kardeşlik öylece “yaşanır gibi yapılarak” sürdürülemiyor. Çünkü kendine benzeyeni bile tanımayan, farklı olana asla yaklaşamaz.

Devletin her toplumsal meselede “karar verici baba” gibi görülmesi, yurttaşın politika üretme kapasitesini köreltir. Her kriz bir felaket olarak yaşanır; çünkü halk müdahil değil, mağdurdur. Depremde, ekonomik çöküşte, yangınlarda, kadın cinayetlerinde, eğitimde, adalette… İnsanlar çözüm aramaz; çare umar. Bekler. Sabreder. Dua eder. Ve bu pasif bekleyiş, aktif siyasetin yerini alır. Ama bekledikçe hiçbir şey değişmez. Değişmemesi de aslında siyasetin kendisidir. Çünkü siyasetsizlik, iktidarın tercih ettiği en istikrarlı zemin haline gelmiştir. Yurttaşın değil, tebaanın alışkanlığıdır bu.

İçimizdeki Otoriteye Sadakat

Türkiye’de yetişkinleşmenin önündeki en büyük engel yalnızca dış baskı değil, içselleştirilmiş otoritedir. Bu otorite, bir yasa maddesi, bir polis copu, bir mahkeme kararı kadar somut değildir. Aksine, görünmezdir. Bir refleks olarak çalışır. Bir çocuğun kalabalıkta kaybolduğunda anneye seslenmesi gibi, bir tehlike anında ilk akla gelen “devlet baksın”, “devlet çözsün” olur. Sorumluluğu devrederiz. Çünkü başından beri öğretilen budur: yönetme, uy; sorgulama, inan. Kendi fikrini değil, yukarıdan geleni tekrar et.

Özne, özgürlük fikriyle yüzleştiğinde yalnızlık, belirsizlik, kaygı hisseder. Çünkü özgürlük, aynı zamanda sorumluluktur. Ve bu sorumluluğu almak yerine, bir otoriteye teslim olmak daha kolaydır. Türkiye’de yurttaşın devletle ilişkisi işte bu dinamikle kurulur: halk çoğu zaman özgürlüğü istemez; güvenlik, yönlendirilme ve korunma talep eder.

Bu da bizi robot uyumluluğuna[2] götürür. Halk kendi arzularını bastırarak, dıştan gelen taleplere göre yaşar. Bu, faşizmin psikolojik altyapısıdır. Erich Fromm, Nazi Almanya’sında halkın neden bu kadar kolay boyun eğdiğini açıklarken, insanların çoğunun otoriteye boyun eğmeyi bir rahatlama biçimi olarak gördüğünü söyler. Çünkü düşünmek yorar, karar vermek korkutur. Bugün Türkiye’de birçok insan için özgür olmak, yalnız kalmakla eş anlamlıdır. Bu yüzden hak talep etmenin yerini dua; dayanışmanın yerini sadakat alır.

İnsan, gelişimin belli bir aşamasında “baba figürü” ile karşı karşıya gelir. Bu figür yasayı, sınırı ve gücü temsil eder. Olgunlaşma ise bu sembolik babayla hesaplaşmayı, hatta onu “öldürmeyi” gerektirir. Ama Türkiye’de bu baba hep hayattadır. Her siyasi lider, her kurum, her yasa koyucu, bu babanın bir tekrarını temsil eder. Halk ise bu figürle çatışmaz; onunla özdeşleşir. Onu kutsar, savunur, bazen uğruna çocuklarını bile harcar. Bu, politik bir tercih değil, kolektif bir psikolojidir.

Bu yüzden eleştiri gelişmez; çünkü eleştirmek suçluluk doğurur.  Baba figürü eleştirildiğinde, birey kendini kötü hisseder. “Devlete laf ettirmem” cümlesi, aslında “kendimi güvende hissettiğim sembolü korurum” anlamına gelir. Yani itaat, mantıksal değil; duygusaldır. Ve o duygusal bağlılık, devletin hata yaptığında bile bağışlanmasını sağlar. Her af bir şefkat beklentisidir. Her ceza, bir ders olarak görülür. Devlet döver de sever de; toplum bunu böyle bellemiştir.

Ancak bu psikolojik düzenek, yetişkinleşmeyi sürekli erteleyen bir mekanizma gibi işler. Her karar, daha güçlü bir figürün onayına bağlanır. İnsan yurttaşlığa değil, evlatlığa alıştırılmıştır. Siyaset, hak arayışı değil, sadakat gösterisidir. Bu yüzden halk, özgürlüğü değil, “iyi bir baba”yı tercih eder.

Bugün aynı bastırma düzeni, kadınların mücadelesinde kristal gibi berrak biçimde karşımızda duruyor. Kadınlar İstanbul Sözleşmesi’ni savunurken yalnızca bir metni değil; kendi bedenlerini, arzularını, hayatlarını sahipleniyorlardı. Devlet ise bu talebi bir tehdit olarak gördü. Çünkü devletin “baba figürü” olarak konumlanması yalnızca yasa koyma gücünden değil, arzuyu tanımlama iddiasından da gelir. Nitekim iktidar krize girdiğinde, kürtaj meselesinin, kadınların nasıl giyinmesi ve davranması gerektiğinin yeniden ve yeniden gündeme taşınması tesadüf değildir; çünkü kontrol kaybının telafisi, kadının bedeni üzerinde yeniden hüküm kurmakla simgelenir. Kadının kendi bedeni üzerindeki söz hakkı, baba figürünün mutlak otoritesine yöneltilmiş doğrudan bir meydan okumadır.

Benzer bir tehdit algısı, LGBTİ+ bireylerin görünürlüğü arttıkça daha da büyüdü. Çünkü bu bedenler, sadece yasal normları değil, aynı zamanda “kutsal ailenin” düzenini sarsıyor. Devletin tepkisi burada da aynıdır: bastırma, yasaklama, görünmez kılma. Çünkü devletin korumaya çalıştığı aile, yalnızca biyolojik bir yapı değil; ideolojik bir aygıttır. Disiplinin, itaatin, normalliğin yeniden üretildiği bir hücre. Ve devlet, o ailenin “babası” gibi davranarak, toplumun arzularını sınırlamak ister. Bu nedenle devletin uyguladığı şiddet, yalnızca fiziksel değildir; arzuya, özneleşmeye, farklılığa yönelmiş simgesel bir şiddettir. Kadınlar kendi yaşamlarına sahip çıktıklarında; LGBTİ+ bireyler kamusal alanda var olduklarında; gençler “bizi temsil etmiyorsunuz” dediklerinde — devletin öfkesini değil, paniğini çağırırlar.

“Baba”nın Çöküşü, Toplumun Yetişkinleşme Fırsatı

Türkiye’de devlet uzun süre “yetişkinin yerine koyulan” büyük figürdü. Ama son yıllarda bu figürün fonksiyonu hızla erozyona uğruyor. Depremde yetişmeyen ekipler, selde suya teslim mahalleler, şiddete uğrayan kadınların yanıtsız başvuruları, hastanelerde çözülemeyen krizler… Artık baba gelmiyor. Devlet kapısı ya kapalı, ya kör.

Ve bu yalnızca idari bir başarısızlık değil. Aynı zamanda psikopolitik bir çöküştür. Çünkü halk, ne yaparsa yapsın sonunda “baba gelir ve düzeltir” fikriyle büyütülmüştü. Şimdi bu baba sessiz. Ve halk öksüz hissediyor. Aranan şey yalnızca hizmet değil; yön, koruma ve anlam. Ama o anlamın yerinde artık boşluk var.[3]

Bu boşluk önce öfke doğurur. “Nerede bu devlet?” sorusu yükselir. Fakat asıl kriz burada başlar: Çünkü bilinçdışı düzlemde devletin yokluğu, sahneyi başkasına değil, bize bırakır. Artık dışsal bir kurtarıcı yoksa, içerideki yetişkin devreye girmelidir. İşte tam bu anda Fromm’un dediği gibi iki yol açılır: Ya birey kendi sorumluluğunu üstlenerek yetişkinleşir, ya da başka bir otorite arayışına girer — bu otorite ister bir lider olsun, ister bir ideoloji, isterse de komplocu bir açıklama zinciri. Bugün Türkiye’de, devlete duyulan güvenin yerini hızla paranoya, çaresizlik ve toplu inkâr alıyor. Kimisi devletin yokluğunu “ihanet” olarak okuyor, kimisi yokluğu bile yok sayıyor. Çünkü bu figürün çöküşüyle birlikte, toplumsal bir varoluş modeli de yıkılıyor. Devletin her şeyi çözmesini bekleyen halk, “kendi başına kalıyor.” Ve bu durum, çok tehlikeli ama aynı zamanda çok dönüştürücü.

Baba öldü. Ve biz gerçekten öksüz kaldık. Ama bu öksüzlük bir acizlik değil, bir imkân. Çünkü artık kimsenin gölgesine sığınamayız, kimsenin şefkatini veya tokadını bekleyemeyiz. Öksüzlük, kendi adımıza konuşmaya mecbur kalmak demektir. Bu yüzden bu kelimeyi atamayız; tam tersine, sahipleniriz. Çünkü öksüzlük, bizi yeniden çocuk olmaya değil, nihayet yetişkin olmaya çağırır. Kendi hayatlarımızı örgütlemeye, birbirimize yaslanmaya, kardeşliği hamasetten çıkarıp pratiğe dökmeye zorlar. Devletin yokluğundan doğan bu boşluk, ancak öksüzler bir araya geldiğinde dolacak. Baba öldüyse, evlat da ölmelidir; geriye ancak yurttaş, yoldaş, eşitler kalmalıdır.

Eğer bu çöküşle birlikte halk, kendi öznelliğini inşa edemezse, yeni bir otoriteye sığınma arzusu kaçınılmaz olur. Yeni bir baba, yeni bir kurtarıcı, yeni bir “düzen sağlayıcı” figür… Ama eğer bu çöküş, toplumun kendi ayakları üzerinde durması için bir zorunluluk olarak okunabilirse, o zaman başka bir şey başlar: birlikte karar alma, birlikte örgütlenme, birlikte yaşama kapasitesi.

Bu yüzden bu tarihsel anda, asıl soru şudur: Baba artık gelmiyor. Peki biz birbirimizin sorumluluğunu alabilecek miyiz?

Bu yeni dönemin çağrısı, sloganlarda değil. Kolektif eylemde. Küçük mahalle forumlarında, grevlerde, kadın yürüyüşlerinde, öğrenci dayanışmalarında. Kardeşlik artık soy bağıyla değil, birlikte yaşama iradesiyle kurulabilir. Ve o irade, ancak korkunun değil, güvenin örgütlenmesiyle mümkün olur.

[1] Jacques Lacan’ın kuramında “büyük Öteki” (le grand Autre), bireyin arzularını, dilini ve kimliğini şekillendiren simgesel otoriteyi ifade eder. Devletin bu işlevi üstlenmesi, modern toplumlarda arzunun yönünü belirleyen merkezî figürün siyasal aygıtla birleştiğini gösterir.
[2] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış - Faşizm, Demokrasi ve Özgürlük Üzerine. Çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Say Yayınları, 2016. s. 195.
[3] Can Soyer, Mülksüz ve Öksüz, Ayrım, 27 Temmuz 2025 - https://www.ayrim.org/guncel/mulksuz-ve-oksuz/