Onların Cumhuriyet’i, Bizim Cumhuriyet’imiz

Onur Özgen30 Ekim 2025

Cumhuriyet, tek bir kişinin soy bağıyla yetki devralmadığı; egemenliğin, adı ne olursa olsun, bir aileye, bir cemaate, bir şirkete bırakılamayacağı bir yönetim biçimi. “Tebaa” denen edilgen topluluktan “yurttaş” denen hak sahibi özneye geçişin politik adı. Ama kendi kendine sürmeyen, otomatik olarak ilerlemeyen bir rejim bu. Kazanılıyor, yıpranıyor, savunuluyor, kimi yerde geriye düşüyor, bazen yine kazanılıyor. Türkiye’nin hikâyesi bu açıdan açık: 1908’le başlayan dönüşüm, Meclis’in kuruluşuyla ve saltanat-hilafetin tasfiyesiyle tamamlanan bir kopuşa bağlandı. Bu, retorik bir övgü değil; devlet formunu, iktidar ilişkilerini, hukuk ile mülkiyetin çerçevesini değiştiren tarihsel bir olgu.

Ne var ki Cumhuriyet’in kuruluşu, Türkiye’ye geniş anlamda demokratik bir düzlem armağan etmedi. İktidar, solu bastırmak için milliyetçiliği ve dini araçsallaştırmayı uzun yıllar birer kaldıraç gibi kullandı. Hukukun üstünlüğü ile askerî vesayet arasında gidip gelen, seçim sandığını yurttaşın tüm iradesiymiş gibi yücelten, kamusal alanı ise gözetim ve yasakla daraltan bir siyasal yapı oluştu. Bugün geldiğimiz yerde sokakta söz söylemenin kriminalize edilmesi, sendikal hakların işlevsizleştirilmesi, yerel yönetimlerin kayyımla baypas edilmesi, medyanın şirket-iktidar ortaklığıyla tek sesli hâle getirilmesi bu çizginin sürekliliğini anlatıyor. 

Bu atmosferde her 29 Ekim’de aynı sahne kuruluyor: Markalar, holdingler, bankalar, devasa reklam filmleriyle “Cumhuriyet sevdası” üzerinden bir millî duygulanım üretiyor. Sahneler tanıdık: Eski fotoğraflar, arşivden çıkmış görüntüler, fonda duygusal bir müzik; bir çocuğun gündoğumuna bakışı, bir fabrikanın buharı, bir sporcunun teri, bir bilim insanının beyaz önlüğü… Çoğu film, tarihsel bir kırılmayı güncel bir “kurumsal amaç” hikâyesine dönüştürüyor. Her bir şirket, emek sömürüsünü, çevresel tahribatını, sendika düşmanlığını ve vergi ayrıcalıklarıyla büyüyen gücünü görünmez kılmak için Cumhuriyet’in sembollerini ödünç alıyor. Reklamların estetik dili de bu ödünç almayı cilalıyor: İkonografik Atatürk tahayyülü, sterilize edilmiş modernleşme anlatısı ve “Biz de bu hikâyenin bir parçasıyız” mesajı.

Oysa bu holdingler, Cumhuriyet’in kamusal omurgasını taşıyan kurumların tasfiyesinin bizzat faydalanıcıları oldu. Özelleştirmelerle büyüyen tekeller, taşeronlaştırma dalgaları üzerinde yükselen kârlar, iş cinayetleri, grev yasakları, vergi afları, kamu ihaleleri, medya sahipliği… Bu tablo, 29 Ekim’lerdeki duygusal reklamlarla örtülemeyecek kadar somut. Emekçinin sendika hakkını yok sayan yönetimler, 30 Ekim sabahı “kurumsal sosyal sorumluluk” sunumlarında özgürlük ve eşitlikten söz edince, sınıfsal gerçek geri çekilmiyor, yalnızca reklamlarda parlatılan bir gölgeye dönüşüyor.

Oysa Cumhuriyet fikrini dirilten şey, bir estetik tercih değil, bir toplumsal sözleşmedir. Yurttaşın siyaset sahasında görünür olması, yönetimin denetlenebilirliği, iktidarın sınırlanması, laikliğin kamusal güvenceye dönüşmesi ve emeğin değerinin hukukla korunması… Bunlar olmadan geriye, yıl dönümlerinde paylaşılan videolar ve iki üç resmî tören kalır. Nitekim bugün “demokrasi sandıktan ibarettir” tezini tekrarlayanlar, sandığı bile âdil bir zeminde kurmuyor. Seçim, örgütlenme hakkı, ifade özgürlüğü, sendikal haklar, basın çoğulculuğu, yargı bağımsızlığı… Bunların her biri Cumhuriyet’in oksijenidir. Oksijeni çekilen bir rejim ise, akciğer kapasitesi yetmediği için ya otoriterleşir ya da içi boş bir törenselliğe hapsolur.

Eğitim meselesi bu yüzden tayin edici. Yurttaşlık bilincini inşa eden şey, yalnızca marş ezberletmek değildir. Lise kapısından giren gencin felsefeyle, sosyolojiyle, tarihsel düşünmeyle kurduğu bağ, demokratik cumhuriyetin korunması için en az seçim sandığı kadar önemlidir. Bugün müfredatın bilimsel akıldan uzaklaştırılması, dinî referansla “hayat bilgisi”nin genişletilmesi, gençlerin tartışma ve sorgulama yeteneğini törpülüyor. Bu tablo, elbette karşı seslerin de mevcudiyetiyle birlikte, genel olarak iktidarın beklediği siyasal sonucu veriyor: İtaat eden, sorgulamayan, kamusal meselelere kulaklarını kapatan bireyler. Böyle bir yurttaş tipinin koruyacağı şey, Cumhuriyet değil; hiyerarşi ve sadakat ağlarıdır.

Buradan holding reklamlarına yeniden bakalım. Bu filmler, Cumhuriyet’i bir “ulusal gurur ürünü” gibi paketliyor: Modernlikle gelen konfor, endüstrinin ışıkları, kadınların iş hayatındaki görünürlüğü, sporda başarı, bilimde atılım… Kuşkusuz, Cumhuriyet’in kadınların kamusal alana çıkışında, eğitimde fırsat yaratmada, bilim ve sanatta fiili bir sıçrayış sağlamasında büyük payı var. Ancak bu kazanımları, kamunun geri çekildiği, piyasalaşmanın hızlandığı, güvencesiz çalışmanın normlaşıp toplu sözleşmelerin istisnaya dönüştüğü bir düzlemde sürdüremeyiz. 

Bu nedenle “Yaşasın Cumhuriyet!” demek tek başına yetmiyor. Sorulması gereken soru şu: Nasıl bir Cumhuriyet? Tek kişi etrafında kilitlenmiş, yürütmenin yargı ve yasama üzerinde kurduğu baskıyla işleyen, dini hayatın tüm alanlarına kılcal damar gibi taşıyan, sendikayı yasaklayan, üniversiteyi baskılayan, sanatı değersizleştiren bir Cumhuriyet mi? Yoksa laikliğin yalnızca inanç özgürlüğünü değil, kamusal eşitliği güvencelediği; sosyal devletin sadaka değil hak temelinde kurulduğu; emeğin örgütlü gücünün iktidarı dengelediği; yerelin yetkilerinin güçlendiği; yargının ve medyanın bağımsızlığının fiilen sağlandığı bir Cumhuriyet mi?

Cumhuriyet ancak halkın iktisadî ve siyasal iktidara gerçek katılımıyla, yani kamuculukla, planlamayla, sendikal özgürlükle, toplumsal cinsiyet eşitliğiyle, çevresel adaletle genişleyebilir. Bunun somut anlamı da basittir: Stratejik sektörlerin kamusal mülkiyete geri alınması; taşeronlaştırmanın yasaklanması; asgarî ücretin toplu pazarlıkla belirlenmesi; grev yasaklarının kaldırılması; vergi sisteminin servet ve ranttan yanayken emeğe döndürülmesi; yerel yönetimler ve meslek örgütlerinin karar süreçlerine kurumsal katılımının sağlanması; eğitimde laik, bilimsel müfredat ve ücretsiz kamusal hizmetin güvenceye alınması; kadınların eşitlik ve güvenlik taleplerinin kanunla değil, bütçeyle desteklenmesi. Bu tür bir program, Cumhuriyet’i yeniden bir toplumsal sözleşmeye dönüştürür.

Böyle bir hattın karşısında elbette direnecek olanlar var: Kuralsız büyümeden kârını devşiren sermaye, kayırmacılık ağıyla var olan siyasal sınıf, medya tekelleri ve bunların uzantısı kurumlar. Reklam filmleri tam da bu direncin kılığıdır: Tarihi sterilize, bugünü romantize eden, geleceği ise “Biz varız, merak etmeyin,” diye teskin eden bir söylem. Bizim işimiz, bu teskin etme hâline bir son vermek olmalı. “Cumhuriyet bizim ortak değerimiz,” cümlesi, ancak “Biz kimiz?” sorusuna verilen emek merkezli bir yanıtla anlam kazanır. “Biz”, yalnızca sandık günü seçmen kartını gösteren bir kalabalık değiliz; fabrikada, okulda, sahada, klinikte, ev içi emekte, tarlada, atölyede yaşayan milyonlarız.

Dolayısıyla buradan yapılacak çağrı yalın: Cumhuriyet’i yeniden kurmak, onu sosyal içerikle tamamlamak, örgütlü bir topluma dayanır. Sendikalar, barolar, tabip odaları, mühendis odaları, kadın örgütleri, öğrenci hareketleri, çevre platformları; hepsi Cumhuriyet fikrinin fiili omurgasıdır. Holdinglerin oturma odalarımıza kadar giren pırıltılı filmleri, bu omurgayı ikame edemez. Tam tersine, omurga güçlendikçe o filmlerin birer tanıtım malzemesi olduğu daha net görünür.

İşte bu yüzden Cumhuriyet’i, “imparatorluğun uzun hikâyesinde küçük bir ara” gibi gören zihniyetle de, onu “yıl dönümü ritüellerine” indirgeyen piyasa diliyle de bir hesabımız var. Eşitlik ve özgürlük temelinde, laik ve kamucu bir düzen için yan yana gelmek, söz üretmek, örgütlenmek ve ısrar etmek zorundayız. O zaman 29 Ekim’lerde yayımlanan bir reklam filmi bizi duygulandırsa bile, ertesi gün işe giderken yanımıza aldığımız şey bir jingle olmaz. Haklarımız, kurumlarımız ve birbirimize verdiğimiz sözler olur. İşte ancak o zaman, “Yaşasın Cumhuriyet!” dendiğinde, bu sözün altı gerçekten dolu olur.