Eleştirel ekonomi politik yaklaşımları, Türkiye ekonomisinde içinden geçtiğimiz kriz halini bölüşüm şoku olarak tanımlıyor. Bölüşüm şokunun en basit tanımı ise emekçi sınıftan sermaye sınıfına doğru bir servet geçişi olarak kabul ediliyor. Ancak, krizin adını “bölüşüm şoku” olarak koyan yaklaşımlar, emekçi sınıfların heterojenliğini ortaya koymakta ve bu servet geçişinin parasal olmayan boyutlarını değerlendirmekte yetersiz kalıyor. Bu eksikliğin sonucu olarak, bölüşüm şokuna karşı emeğin çıkarlarını ve sermayeden alacaklarını öne çıkartan politika önerilerinin vurgusu da çoğunlukla ücret ve satın alma gücüne sıkışıyor. Türkiye’de en yaygın politik talep olarak asgari ücret artışı öne çıkmakla birlikte, uluslararası bağlamda kavramsal tartışmalar ve toplumsal hareketler temel vatandaşlık geliri, yaşam ücreti gibi- yine- parasallaştırılmış talepler etrafında şekilleniyor.
Üretim ilişkilerinin ötesindeki bu fiili bölüşüm şoku çözümlemesini aşmak siyaseten bir aciliyet halini almıştır. Bu aciliyetin karşılanması için, emekçi sınıfların toplumsal yeniden üretim krizinin derinleşmesini durdurmayı, durdurmaya giden yolda da bu krizin yıkıcı sonuçlarını hafifletmeyi hedefleyen alternatif bir kamu politikası gündemi öneriyoruz: Feminist ekonomi politik perspektifinden yola çıkarak “yaşamın üretimi için kamu politikaları”. Bu çerçeveyi ortaya koyarken feminist politik ekonomi ve eleştirel ekonomik coğrafya literatürlerinde de kullanılan buzdağı metaforunu geliştirerek yeni bir model sunuyoruz[i].
Ekonominin hegemonik tanımı olan ücretli üretim, metalaşmış işgücü ve kapitalist piyasa buzdağının görünür kısmı, yani kapitalist ekonominin görünür yüzüdür. Buzdağının görünmeyen kısmı ise ücretli işgücünden dışlanmış olanlardan, ücretli emeğin dezavantajlılarının üretim ve yeniden üretim faaliyetlerinden oluşuyor. Bazı kesişimleri olmakla birlikte, kapitalist üretimin üzerine yaslanıp görünmez kıldığı üretim alanları çocuk işçileri, ev içi kadın emeğini, ev işçilerini, göçmen işçileri, geçimlik köylüyü ve kapitalist sömürünün en nihayetinde yaslandığı doğayı kapsıyor.
Kapitalizmin, kapitalist olmadığı iddia edilen alanlara doğru genişleyip sermaye birikimini devamlı kılarak kendisini yeniden ürettiği iddiası ilk olarak Rosa Luxemburg tarafından ortaya atılmıştı.[ii] Bu saptamadan yapılacak en önemli çıkarım ise kapitalizmin dışında olduğu iddia edilen alanlardaki toplumsal ilişkilerin belirleyeninin burjuva hukuku değil, şiddet olduğudur. Bu yaklaşım aynı zamanda “ücreti”, parasal bir ederden çok emekçi sınıfları ayrıştıran bir mekanizma olduğunu da görünür kılıyor. Silvia Federici’nin “ücret patriyarkası” olarak tanımladığı bu toplumsal ilişki, yerli işçileri göçmenlerden, erkek işçileri kadınlardan, yetişkin işçileri çocuklardan parasal olarak daha “değerli” kılarak emekçi sınıfları bölmenin bir aracı olur. Aynı zamanda, ücret ilişkisi dışında bırakılan emek süreçleri de emek mücadelesinden dışlanmış ve koparılmış olduğundan sermaye sınıfı karşısında da zayıflatılmış olur. Bu zayıflama da tüm emekçi sınıfların sermaye karşısındaki mücadelesini zorlaştıran bir faktördür.
Öyleyse, yaşamın yeniden üretimi için kamu politikaları önerisinin temelinde “yaşamın üretimi ve yeniden üretimi için ücret” talebi yatıyor. Emekçi sınıfların ve doğanın yeniden üretiminin koşullarını yeniden kazanmanın ve ücret patriyarkasının bir reddi olarak, yaşamı yeniden üretmenin tüm temel koşullarının piyasalaştırılmış olmasına karşı bir itiraz olarak bütünleştirici bir emek mücadelesinin hattı da buradan çizilebilecektir.
Böylece, sınıf mücadelesinin odağını ücretli ve formel işgücünün ücret artışı vb. taleplerinden yaşamın üretimi ve yeniden üretimi üzerine taleplere yöneltmek gerektiğini savunuyoruz. Bu çerçeve aynı zamanda, kamu politikasının fiili aktörlerine yönelik eleştirel bir bakışı da gerektiriyor. En yalın haliyle, kamusal olanı, devlet bürokrasisinin, iktidardaki hükümetin ve devlet otoritesini temsil edenlerin de jure (hukuken) aktörlüğünün ötesine geçen bir anlayışla düşünmek gerekiyor. Emekçi sınıfların kendisini yeniden üretme araç ve imkanlarının tamamen piyasalaştığı koşullarda bölüşüm şokunun politik karşılığı da ertelenmesi artık mümkün olmayan bir müşterek varoluş mücadelesidir.
Bu, artık ertelenmesinin maddi koşulları kalmamış müşterek varoluş mücadelesinin hattını ortaya koymak için feminist ekonomi politik yaklaşımına başvuruyoruz. Bu yaklaşım da temelinde üretim ve yeniden üretimi ele alan bütüncül ve ilişkisel bir teori ve bu teoriden beslenecek bir politikaya çağrı niteliğindedir. Kapitalizmin analizine de meta ilişkileri dışında politika önerilerine de işçilerin üretildiği ve yeniden üretildiği mutfaktan ve yatak odasından[iii] başlayarak toplumsal yeniden üretimin sorumluluğunun kamusallaşmasının yolunu açacak alternatif bir kamu politikası gündemine ihtiyacımız var.
Buzdağı Ekonomisinde Emekçi Sınıflar
İlişkisel Marksist sınıf yaklaşımı, sınıfı yapısal bir konum (piyasa pozisyonu, gelir grubu vb.) olarak tanımlayan yaklaşımlardan farklı olarak, sınıfı değeri üreten ve el koyan kesimler arasındaki tarihsel bir ilişki olarak tanımlar. Bunu yaparken, sınıfı diyalektik ilişki içinde olduğu sınıftan bağımsız tanımlayan yaklaşımları reddeder. Böylece, klasik Marksizmden başlayarak üretim araçları mülkiyetine sahip olmadığından yaşamını sürdürmek için emek gücünü diyalektik ilişki içinde olduğu sermaye sınıfına ücret karşılığı satarak yaşamını sürdürebilen işçi sınıfını yalnızca üretim sürecinde değil, yeniden üretim sürecinde -“deneyimin hammaddesinde ve bilinçte”- de tanımlar[iv].
İlişkisel sınıf yaklaşımı, üretim ilişkilerinin ötesine geçerek toplumsal yeniden üretim alanlarında da sınıf deneyimlerine dikkatleri çekmesiyle Marksist sınıf tartışmalarına muazzam bir katkı yapmış olmakla birlikte, işçi sınıfının gündelik ve kuşaklar arası yeniden üretiminin arkasındaki emek süreçlerine, yani buzdağının suyun altında kalan kısmındaki emek süreçlerine, değinmez. Bu noktada, karşımıza çok önemli bir soru çıkıyor: Üretim araçları mülkiyetine sahip olmayan, sahip olsa da bunlarla geçimini sağlayamayan, ancak emeklerini sermayeye doğrudan ücret karşılığında satmayanlar/ satamayanlar işçi sınıfı kavramsallaştırmasının dışında mı tutulmalıdır?
Bizim bu soruya cevabımız: Hayır. Formel ücretli emeği emeğin tek biçimi ve ücretli işçileri işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin tek özneleri olarak ele almak yerine; toplumsal yeniden üretim yaklaşımından hareketle, emekçi sınıfların ilişkisel ve çoğul bir tanımından ilerliyoruz. Bu tanımla birlikte, ücretli/ücretsiz, kendi hesabına çalışan/ücretli karşılığı çalışan, kentsel/kırsal, toprak sahibi/topraksız gibi ikiliklerin hem kavramsal hem politik olarak aşılması gerektiğini savunuyoruz. Bu adım aynı zamanda, emekçi sınıfların ırk, etnisite, toplumsal cinsiyet eksenlerinde ayrıştırılmasının kapitalist birikim için araçsallığına ve merkezi rolüne dikkat çekmeyi sağlıyor. Nitekim kapitalizmin temel çelişkisi de ücretli emek ile sermaye arasında değil, emeğin tüm biçimleri–yaşam– sermaye arasındadır.[v]
Dahası bu yaklaşım, kapitalist birikimin çoklu sömürü biçimlerine odaklanırken dikkatleri doğal kaynakların, toprağın, kentsel mekânın, kamu hizmetlerinin metalaştırma süreçlerine de çekiyor. Rosa Luxemburg’un ilkel birikimi kapitalist birikimin sürekli ve asli bir unsuru olarak değerlendirmesinden yola çıkan erken dönem toplumsal yeniden üretim yaklaşımları, ilkel birikimi ve kapitalist ilişkilerin dışında olan veya dışında görünen alanların metalaştırılmasını yalnızca tarihsel bir temel değil, kapitalizmin genişleyen yeniden üretiminin zorunlu ve süregiden bir bileşeni olarak vurgulamıştır.
Rosa Luxemburg için bu kapitalizm dışı alanlar, Avrupa ve Amerika’daki köylülerin doğal ekonomileriyle sömürgeleri kapsarken, Maria Mies bu “sözde” kapitalizm dışı alanları kapsayan bir kapitalizm tanımı için buzdağı metaforunu kullanır.[vi] Mies’e göre ücretli formel emek ve sermaye arasındaki ilişki kapitalizmin yalnızca görünen yüzünü oluştururken, kapitalist ilişkilerin bütüncül bir analizi buzdağının suyun altında kalan kısmını merkeze almayı gerektirir. Böylece, Luxemburg’un ilkel birikim analizini ücretsiz emeği, geçimlik köylüleri, enformel çalışanları, çocuk emeğini, doğayı ve toprağı kapsayacak şekilde genişletir. Nitekim, ücretli emek ile sermaye arasındaki formel/yasal ilişki, buzdağının suyun altında kalan kısmına doğru zor, şiddet ve sömürünün çeşitli mekanizmaları yoluyla genişleyerek kendini var eder.
Feminist ekonomi politik çerçevesinin Luxemburg’un çalışmalarıyla kurduğu ilişki, neoliberalizmle derinleşen çoklu mülksüzleştirme, el koyma ve sömürü biçimlerini anlamak açısından kritik önemdedir. Zira neoliberal kapitalizm eş zamanlı olarak toprak, doğa ve kamu hizmetlerini özelleştirip sermaye birikiminin hizmetine sunarak ve böylece emekçilerin kendi yaşamlarını üretme ve yeniden üretme süreçlerini piyasa buyruklarına teslim ederek, yani metalaştırarak var olmuştur. Peki bu tabloda asgari ücret artışı, temel vatandaşlık geliri, yaşam ücreti, ev içi iş için ücret gibi parasallaşmış talepler bütüncül alternatifler sunabilir mi? Bizim bu soruya da yanıtımız hayır; önerimizse yaşamın meta ilişkileri dışında üretimi ve yeniden üretimi için kamu politikaları talep ve inşa etmek. Bunun için de önce Türkiye’nin krizini nasıl tanımladığımızı açıklamak gerekiyor.
Türkiye’nin Çoklu Krizleri
23 yıllık AKP iktidarlarının ekonomi politikaları, ucuz ve disipline edilmiş, örgütsel olarak zayıflatılmış, güvencesiz, esnek, enformel işgücünün sömürüsü üzerine kurulu oldu. İnşaat ve doğal kaynaklar sömürüsü, toprak gaspları, kırda işçileşme dalgası, kentte mülksüzleştirme ve yerinden etme, kamu hizmetlerinin daraltılması ve özelleştirilmesi ve hane halkı borçluluğuyla karakterize olan ekonomi politikalarının sonucunda Türkiye’de emekçi sınıflar, 2020’lerin bölüşüm şokuna üretim ve toplumsal yeniden üretim koşulları tamamen metalaşmış ve finansallaşmış olarak girdi.
Türkiye, emeğin gelirden aldığı pay ve emekçi sınıflar içerisindeki asgari ücret ve altında çalışanların yüksek oranı açısından küresel bağlamda ekstrem bir örnek teşkil ediyor. Brüt asgari ücretin kişi başı GSYH’ye oranı 1974’te %80,6 iken 2024’te %46,5’e düşmüştür. Asgari ücretteki bu düşüşün yanı sıra, 2023 yılında asgari ücret seviyesinde veya altında ücret alan emekçilerin oranı toplam çalışan nüfusun %43,6’sını oluştururken, kadınlarda bu oran %50’yi aşmaktadır. Dahası, söz konusu asgari ücret hem yoksulluk hem açlık sınırının altındadır. Yoksulluk sınırının yarısının altında kalan asgari ücretin iki katı veya daha fazla kazanan ücretlilerin oranıysa toplamda %7,5, kadınlarda ise %4,7’dir[vii].
Asgari ücretin altında gelir elde eden emekçilerin sayısının yüksek olması, Türkiye işgücü piyasalarının yapısal bir sorunu olan yüksek düzeydeki kayıt dışı istihdamla doğrudan ilişkilidir. Özellikle kadınlar için kayıt dışı istihdam oranı Türkiye’de yüksek seyretmiş ve bu durum 2020’li yıllarda daha da belirginleşmiştir. 2024 yılı üçüncü çeyreği itibariyle Türkiye’de resmi istihdam oranı %49,6 iken, kayıtlı ve tam zamanlı istihdam oranı sadece %34,5’tir. Erkeklerde resmi istihdam oranı %67,2 iken, kadınlarda bu oran %32,4’tür. Öte yandan, kayıtlı ve tam zamanlı istihdam oranı erkeklerde %49,6 iken kadınlarda sadece %19,6’dır. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de her beş kadından dördü kayıtlı ve tam zamanlı istihdamın dışında kalmaktadır. Bu kadınların önemli bir kısmı ise, halihazırda yoksulluk ve açlık sınırlarının altında kalan asgari ücretin dahi dışındadır[viii]. Bu veriler, ücretli çalışanların sayısındaki artışla birlikte değerlendirildiğinde, sömürünün ne ölçüde yoğunlaştığının açık göstergeleridir.
Eleştirel ekonomi politik yaklaşımlarının bölüşüm şoku olarak tanımladığı mevcut kriz koşullarını biz, toplumsal yeniden üretim krizi olarak tanımlıyoruz: Buzdağının suyun üstünde ile altında kalan kısımları arasındaki “denge” sürdürülemez şekilde bozulmuş; emekçi sınıfların yaşamın devamını getirmek için dayanakları kalmamıştır.Nitekim buzdağının suyun altında kalan kısmında on yıllardır süren metalaşma, gasp ve sömürü buzdağının üzerindeki formel ilişkileri de daha yıkıcı hale getirmiştir.
Öncelikle, 2001 krizi itibariyle derinleşen toprak gaspları ve mülksüzleştirme politikaları kırsal ve kentsel emekçi sınıfların yaşamlarını ivmelenerek artan bir biçimde piyasalara ve nakde bağımlı hale getirmiştir. Bu bağlamda özellikle tarımsal üretimin emekçi hanelerin geçimi için yeterli bir faaliyet olmaktan çıkması hem kırda hem kentteki emekçi sınıfların toplumsal yeniden üretim süreçlerini, özellikle gıda ve konut, piyasalara bağımlı hale getirmiştir. İkinci olarak, özelleştirmeler ve kamu hizmetlerinin metalaşması, eğitim, sağlık, yaşlı ve çocuk bakımı gibi hizmetleri kamusal haklar olmaktan büyük ölçüde çıkarmış, piyasa dolamıyla erişilen metalar haline getirmiştir. Dolayısıyla, emekçilerin yaşamı üretme ve idame ettirme süreçleri (gıda, konut, sağlık, eğitim, giyim vb.) artan bir biçimde piyasalara bağımlı hale gelmiştir. Aşağıdaki grafikte görüldüğü üzere, kâr itimli enflasyonla[ix] da karakterize olan mevcut kriz koşullarında toplumsal yeniden üretimin en temel unsurları konut, eğitim ve sağlık en yüksek enflasyon kalemlerinden olmuştur.
Tüketici Fiyat Endeksi, Eylül 2024 (Kaynak: TÜİK)[x]
Yaşamı üretme ve yeniden üretme koşullarının neredeyse tamamen metalaştığı ve piyasalaştığı bu dönemde parasallaşmış taleplerin kısa vadede dahi etkili olma ihtimali son derece düşük. Bu yüzden, yaşamın her bir alanının meta ilişkileriyle çevrelendiği ve piyasaların tahakkümü altında olduğu bu tablonun emekçi sınıflar lehine düzelmesi için gereken yaşamın üretimi ve yeniden üretimi için ücret, yani bunun imkânını yaratacak kamu politikalarıdır.
Yaşamın Üretimi ve Yeniden Üretimi İçin Kamu Politikaları
En basit tanımıyla kamu politikası, kamu otoritesinin toplumsal sorunları çözmek, belirli hedeflere ulaşmak ve ihtiyaçları karşılamak için geliştirdiği ilke, karar, program ve bunların uygulanması sonucunda da değerlendirilmesini kapsar. Ücretli işçiler dışında kalan ve sistematik olarak bu ilişki dışında bırakılan emekçi sınıfları kapsa(ya)mayan bir emek mücadelesinin eksik ve zayıf kalıp sermaye karşısında kazanım sağlayamaması da problemin doğru tanımlanmamasıyla yakından ilişkili: Yaşamı sürdürmenin tüm yollarının metalaştırıldığı ve parasallaştırıldığı koşullarda maddi anlamda ücret artışı talepleri yetersiz kalmaktadır.
Yaşamın Üretimi İçin Kamu Politikaları yaklaşımı, yaşamın üretimi için ücret talebiyle birlikte, yaşamın yeniden üretim altyapısının özelleştirmelere karşı savunulmasını, kamu hizmetlerinin (yeniden) kamusallaştırılmasını ve kaynakların yeniden dağıtılmasını kapsıyor. Bu mücadele, yaşamsal müştereklerin geri kazanılması ve aşağıdan yukarı örgütlenen biçimlerde devletin yeniden kamusallaştırılması yönünde bir politik hattı da içeriyor.
Bu politik önermeleri somut politika hattı olarak karşılığına örnek vermek üzere, yaşamın yeniden üretimi koşullarından barınma ve bakım alanlarını ele alalım. Barınma krizini toplumsal bir problem olarak ele alıp, problem tanımını kentsel arazi rantı ve kentsel toprağın piyasalaşması olduğunun adını koyabiliyoruz. En yüksek enflasyon kalemlerinden birinin konut olduğu ekonomik koşullarda bu enflasyonist baskıya emekçi sınıfların ücret artışıyla direnmesi mümkün olmadığı gibi, borçlanarak konut sahibi olma vaadi de kentsel rantı ortadan kaldırmaya yönelik bir hamle olarak görülemez. Çünkü rant paylaşılmaz; paylaşılsa rant olmaz. Meta-dışılaştırma, rantın oluşmasının önüne geçmektir.
Barınma krizinden en yoğun etkilenenlerin de ücretli emeğin dezavantajlıları konumundaki üniversite öğrencileri ve onların konut ihtiyacı üzerinden düşünelim. Öğrencilerin barınma ihtiyacını, piyasa koşullarında sunulan konutlardan yararlanabilmeleri için kira desteği sunarak karşılanabileceği varsayımı konut sahiplerine sunulmuş dolaylı bir sübvansiyondan ibaret olacaktır. Öte taraftan, üniversite öğrencilerinin barınma ihtiyacı üzerinden, tarikat yurtlarına mecbur bırakılan gençlere dayatılan baskının koşulları da her meta-dışılaştırmanın yeniden üretimin altyapısını kamusallaştırmayacağının bir göstergesi. Kentsel araziyi, üzerindeki konut ve tüm yapılı çevreyi bir yatırım aracı olmaktan çıkarmanın yolu kamusal mülkiyet ile rantın oluşmasına engel olmaktan geçiyor.
İkinci bir örnek olarak, yaşamın üretiminin temel koşul ve altyapılarından biri olarak bakım üzerine düşünelim. Barınma konusunda daha dolaylı kalan toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin derinleştirdiği ücret patriyarkası bakım konusunda daha da görünür oluyor. Çocuk bakımını ele aldığımızda, kamusal kreş hizmetini kadının ücretli emeğe katılımının kolaylaştırıcı bir koşulu olarak “kadın” başlığı altında ele alınması, kamusal sorun olarak ev içi ücretsiz emek gücü kadının sorunu tanımlanmış oluyor. Oysa toplumsal problemin kendisi, çocuk bakımının kadının işi olarak kabul edilip kutsal aile miti içinde bu emek yoğun işin bir sonraki nesil işçileri üreten üretken bir emek olduğunun görmezden gelinmesidir.
Yaşamın üretimi için ücret üzerinden düzenlenecek alternatif bakım politikası, bakımı kamusallaştırıp çocukluğu ve bakımı kolektifleştirebilir. Böylece ücretli emeğe katılmanın koşulu olarak değil, biyolojik ailenin tekelinden ve özelleştirilmiş mutlak sorumluluğundan kurtarılmış bir çocukluk ilkesi etrafında bir kamusal kreş programı düzenlenebilir. Bu ilke aynı zamanda, sosyal politikanın birimi olarak heteroseksüel bir çift arasında yapılacak bir evlilik anlaşması ile kurulmuş biyolojik aile tabusuna ve kutsal aile mitine dayanmayan bir toplumsal yeniden üretim rejimini destekliyor. Zira sosyalist mücadelenin nihai hedefi sınıfsız bir toplumun inşası olduğu kadar toplumsal cinsiyet rollerini doğuran hiyerarşilerin de ortadan kalktığı bir toplumsallıktır.
Birer örnek olarak aldığımız barınma ve çocuk bakımı üzerinden giderek, heterojen emekçi sınıfların varoluş mücadelesinin piyasalaş(tır)manın ötesine nasıl geçebileceği iki temel ilkenin benimsenmesine bağlı olduğunu söyleyebiliyoruz: Temel ihtiyaçları meta-dışılaştırmak ve mülkiyeti kamusallaştırmak.
***
Mevcut Toplumsal Yeniden Üretim Krizi koşulları, ücretli emekçilerin en güçlü mücadele araçlarından biri olan genel grevin örgütlenmesi önündeki engellerin maddi koşullarını da anlamaya yarıyor. Toplumsal muhalefetin sıçrama anlarından biri olarak içinden geçtiğimiz 19 Mart sürecinin ücretli işçi sınıfıyla bağının zayıflığını da buradan okumak mümkün. Bu aynı zamanda farklı emek biçimlerinin emek mücadelesine yeterince dahil edilememiş olduğunu da görünür kılıyor. Toplumsal yeniden üretim alanında konumlanan kadınlar, göçmenler, ev içi çalışanlar, ücretsiz ya da enformel çalışanlar, sendikal yapılardan dışlanmış, emek örgütlerinin görüş alanının dışında kalmıştır.
Bu noktada, bir yöntem olarak yaşamı durdurmayı iddia eden feminist grev örgütlenmelerini incelemenin önemini vurgulamak isteriz: Sadece ücretli emeği değil, yaşamın yeniden üretiminde yer alan tüm emek biçimlerini görünür kılarak emek mücadelesinin kapsamı genişletilebilir. Aynı şekilde, son dönemlerde yeniden gündeme gelen kira grevleri de yaşamı üretmek için yapılan birçok harcamanın—örneğin barınma için ödenen kira gibi—tüketim değil, üretim sürecinin bir parçası olduğunu gösterir. Sermayeyi hedef alan kira grevleri, bir tür tüketim boykotu değil, doğrudan yaşamın yeniden üretimi için talep edilen bir üretim hakkı mücadelesidir. Bu örnekler, emek hareketinin yalnızca işyerlerinde değil, evlerde, mahallelerde, gündelik yaşamın tüm alanlarında örgütlenebileceğini ve bunun gerekliliğini hatırlatıyor.
Son olarak, yaşamın yeniden üretimi için kamu politikaları önermemizin belirsiz bir geleceğe değil, bugüne ve şimdiye dair olduğunun altını çizmek isteriz. Buzdağı metaforuna geri dönersek, tüm sınıflar arası eşitsizliklerin temsili olan çelikten bir transatlantiği batıranın da buzdağının görünmeyen kısmı olduğunu hatırlayabiliriz.
[i] Gibson-Graham JK (1996) The End of Capitalism (As We Knew It): A Feminist Critique of Political Economy. Oxford: Blackwell. [ii] Luxemburg, R. (2003) Accumulation of Capital. London: Routledge. [iii] Cox, N. & Federici, S. (1975) Counterplanning from the Kitchen: Wages for Housework A Perspective on Capital and the Left. https://caringlabor.wordpress.com/wp-content/uploads/2010/10/counter-planning_from_the_kitchen.pdf [iv] Thompson, E. P. (1963) The Making of the English Working Class. London: Penguin Press. [v] Von Werlhof, C. (2007) No Critique of Capitalism Without a Critique of Patriarchy! Why The Left is No Alternative. Capitalism Nature Socialism 18(1): 13-27. [vi] Mies, M. (1986) Patriarchy and Accumulation on a World Scale: Women in the International Division of Labour. London: Zed. [vii] https://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2024/12/ASGARI-UCRET-ARASTIRMASI-2025.pdf [viii] https://arastirma.disk.org.tr/?p=12191 [ix] Yeldan, E., Köse, A. H. & Boratav, K. (2023) Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kar İtimli Enflasyon Dinamikleri. İktisat ve Toplum 158: 8-30. [x] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Tuketici-Fiyat-Endeksi-Eylul-2024-53618#:~:text=T%C3%9CFE'deki%20(2003%3D100,%63%2C47%20olarak%20ger%C3%A7ekle%C5%9Fti