19 Mart süreciyle başlayan toplumsal mobilizasyonun sönümlenmesi ve çeşitli kent meydanlarındaki mitinglere dönüşmesiyle beraber Türkiye’de ana akım siyaset, bilinmez bir gelecekte yurttaşların önüne gelmesi beklenen seçim sandıklarını Saray Rejimi’nden kurtuluşun yegane zemini gibi sunma alışkanlığını diriltti ve muhalefet stratejileri de yeniden bu beklentilere göre şekillenmeye başladı. Oysa seçim sandığını, bir mücadelenin verileceği ve kazanılacağı nihai alan değil; siyasal-toplumsal alanlarda kazanılan bir zaferin veya yaratılması başarılan bir kolektif duygudurumun tescil edileceği bir an olarak düşünmeliyiz. Basitçe bir ‘termometre’den ibaret olmamakla birlikte, kendisinden önceye kök salmamış bir başarının kurucu anı olarak seçimlerin gösterilemeyeceği neredeyse kesin. Bu sebeple bugün çeşitli kamuoyu araştırmaları aracılığıyla ifade edilen ve 2023 yılı Genel Seçimlerini hatırlatan “AKP’nin bittiği, yenildiği, düştüğü” iddiası, aşağıda tartışılacağı üzere, bir yanılgı olduğu kadar, tüm muhalefet güçleri için tehlikeli olmayı sürdürüyor.
Cumhuriyet tarihi boyunca eşi benzeri görülmemiş bölüşüm şoklarının yaşandığı; barınma, gıda ve enerji alanları başta olmak üzere yurttaşların çoklu krizlerle sarsıldığı; orman yangınları ve 6 Şubat Depremleri ile devletsizliğin olağanüstü biçimde deneyimlendiği ve bunun geniş yurttaş kesimlerinde siyasal iktidardan kopuşlar yarattığı bir ortamda, yani pek çok açıdan 2025 Türkiye’sini çağrıştıran bir ortamda 2023 Genel Seçimlerine gitmiştik. AKP’nin o koşullarda hiçbir şekilde seçim kazanamayacağı, Erdoğan’ı herhangi bir muhalefet adayının yenebileceği gibi çeşitli iddialar yine bugün olduğu gibi, o dönemde de kamuoyu araştırmalarına ya da kanaat teknisyenlerinin beyanlarına dayalı olarak üretiliyordu. Ancak yaşananlar sanılanla uyumlu olmadı. Saray Rejimi, karşısındaki seçim ittifaklarına rağmen -veya bununla birlikte- seçim anından zaferle ayrıldı.
Bugün de benzer bir tablo yaratılmak isteniyor. Yerel seçimlerden mağlubiyetle çıkan Saray Rejimi’nin, 19 Mart süreciyle birlikte daha da zayıfladığı, AKP’nin uzun süredir birinci parti konumunu kaybettiği ve Erdoğan’ın yapılacak ilk seçimde mağlup olacağı yönündeki iddialar, kamuoyu araştırmalarına dayanarak yeniden miting meydanlarına taşınıyor. Ancak bu tablo, verili koşulların siyasal iktidarın lehine nasıl yeniden örgütlendiğini göz ardı eden yüzeysel bir iyimserlik taşıyor. Zira 19 Mart’tan bu yana siyasal iktidarın şiddetinin kapsamı, biçimi ve yoğunluğu bakımından yeni bir eşik aşılmış, yeni bir aşamaya geçilmiş durumda. Rejim, toplumsal muhalefetin tüm damarlarına eşzamanlı olarak şiddet uygulayabilen çok katmanlı bir saldırıya geçmişken, eşitlikçi ve özgürlükçü güçler açısından hâlâ esas ve kurucu olan soruya ikna edici bir yanıt verilmiş değil: Saray Rejimi nasıl yenilebilir? Ama bu sorunun yanıtına ulaşmak için önce, görece daha kolay yanıtlanabilecek başka bir soruya dönmeliyiz: Saray Rejimi nasıl yenilemez?
Kendi kaderini kendi ellerine almak
Bu soruyu retorik bir kaçış için değil, 23 yıldır yıkılamayan bir iktidara karşı gelişen mücadele deneyimlerinden yola çıkılarak yapılacak bir soyutlama girişimi için soruyoruz. Saray Rejimi’nin yenilemezliğin en büyük teminatı, yurttaşları belirli alanlara siyasetçileri dinlemeye davet etmekle ve önlerine bir sandık geldiğinde oy vermekle sınırlı tutma eğiliminin ardındaki mantık olan “halkı kurtarma” düşüncesidir. Geride bıraktığımız seçimler boyunca Erdoğan’ı yenmek üzere sahaya sürülen kurtarıcılar, ne yurttaşları Erdoğan’dan ne de o veya bu şekilde kendisini Saray Rejimi saflarına dahil olmaktan kendini kurtarabilmiştir. Tıpış tıpış gidilmeyen oy sandıkları da “bu iş bitti” diyerek kurulan seçim sandıkları da Saray Rejimi’nin zaferinin ötesinde bir şey türetememiştir. Üstelik ana muhalefet partisinin Erdoğan’ın karşısına diktiği her kurtarıcı, yukarıda ifade ettiğimiz üzere, seçimlerin ardından o veya bu şekilde geniş yurttaş kesimlerince ciddi bir itibar kaybı yaşamış, seçimden önce kurtarıcı olanlar, seçimden sonra ‘ajan’a, ‘hain’e, kişisel ikbal peşinde olan kimselere dönüşmüştür. Saray Rejimi elbette muhalefet sahasında böylesi operasyonlar yapacak, truvalar besleyip büyütecek güçtedir. Ancak iktidarın yıkılacağı güne değin tamamen belirsiz kalacak komplo iddialarına kafa yormak yerine, düzen siyasetinin geniş yurttaş kesimlerini siyasetin dışına iten anlayışı üzerine düşünülmeli ve bu yaklaşım ifşa edilmelidir. Öyleyse, ilk savımız belirgindir: yurttaşların kendi kaderini kendi ellerine aldıkları, kendilerinden başka kurtarıcı bilmedikleri bir atmosferi yaratana dek Saray Rejimi yenilemezdir. Bu durum değişmedikçe Erdoğan’a karşı gidilecek seçim sandığının içinden daha öncekilerden farklı bir sonuç çıkmayacaktır.
İdeolojik-politik mücadele
İkinci olarak, Saray Rejimi, bugün ideolojik ve politik anlamda iktidardadır ve muhalefet sahası üzerinde belirleyicidir. Bu belirleyicilik, emperyalist merkezlerle kurulan ilişkiden, ‘devlet aklı’nın devreye girdiği güvenlikçi meselelere dek kendisini defalarca göstermiştir. Bunun dışında, sermaye sınıfıyla kurdukları tarihsel-sınıfsal bağ, sermaye sınıfı Saray Rejimi’ne ülkenin sömürgeye dönüştürülmesine ortaklık ederken sarsılmamış, numunelik çatışma görüntülerini aşan, radikal bir kopuş yaşanmamıştır. Düzen siyasetinden sınıfsal sebeplerle zaten beklenmeyecek bu kopuş, sermaye sınıfına mensup tekil failler nezdinde bile yaşanmamış; 19 Mart sürecinde iktidarı en çok korkutan boykot girişimi, oldukça kısa bir süre içerisinde sönümlendirilmiştir.
Bugün Türkiye’nin yer altı ve yer üstü zenginlikleri yağmalanmakta, doğal kaynakları kurutulmaktadır. Yurduyla kurduğu bağ koparılmak istenen yurttaşlar bir kira dahi ödeyemedikleri, çocuklarını gönderecekleri bir devlet okulu bulamadıkları, ciddi sağlık sorunları için bile bir yıldan önce ameliyat tarihi alamadıkları, sokaklarında güvenle dolaşamadıkları bu ucuz emek cehenneminde hayatta kalmaya çalışmaktadırlar. Tüm bunlara ek olarak Cumhuriyet devriminin en ilerici kazanımlarından biri olan ve tarihsel süreç içerisinde tırpanlanarak gelen laikliğin büsbütün ortadan kaldırılmasını mümkün kılan yeni ümmetçi projelere girişilmiş; süreç içinde tarikatlar ve cemaatler, eğitimden sağlığa kadar bütün kamusal yaşamın kuşatılarak dinselleştirilmesinde başat rol oynamıştır. Tüm bu süreçlerde sermaye sınıfı, bazen yakın bazen uzak ama muhakkak el ele biçimde AKP ile bu memleketin bir sömürgeye çevrilmesine katkı sağlamıştır.
Türkiye’de sermaye sınıfının fiilleri, suçları ve günahları ortaya konulmadığında Saray Rejimi yenilemezdir. Bunlara ek olarak, bugün kentli emekçiler ülkenin büyük kentlerinde barınma, gıda ve alım gücü krizinin pençesindedir. Bu koşullar altında açlık sınırının üstünde yoksulluk sınırının altında bir ücret talebiyle grev yapan sendika ve işçilere karşı muhalefet sahasında kitlesel bir lincin örgütlenebildiği bir ideolojik-politik iklimde kesinlikle Saray Rejimi yenilemezdir. Düzen siyasetinin yerel yönetimlerde nasıl sirayet ettiğinin, belediyelerdeki yolsuzluk ve kayırmacılık ilişkilerinin sorgulanacağı anlar, doğrudan bu ilişkilerin faillerinin kırmak istediği işçi grevleri değil, kent hakkı mücadelelerinin alanları ve yerel seçim anlarıdır.
Mücadelelerin ortaklığı ve koordinasyonu
Üçüncü ve son mesele, sermaye ile rejimin saldırılarının eşzamanlılığı ve şiddeti sonucu yurttaşların bunlara yanıt veremeyecek kadar paralize olmasıdır. Aynı hafta içinde yurttaşların kanını donduran ve devletin erkekliğini faş eden bir kadın cinayeti yaşanmakta, ülkenin orman sahaları yangınlarla kül olmakta, meclisten geçirilen kanun ile zeytin ağaçları ve tarım alanları maden sahasına haline getirilerek yok edilmekte, belediyelere siyasi operasyonlar düzenlenmektedir. Ülkenin dört bir yanında, üniversitelerde, işyerlerinde, ormanlarda, sokaklarda eşzamanlı ateşler yakılmaktadır. Muhalefet güçleri ise iktidarın saldırılarına karşı dağınık, örgütsüz, farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde gelişen refleksler vermektedir. Yine yangın metaforundan gideceksek, hareket etmeye dermanı kalan, hareket ederse bir şeylerin değişebileceğini uman yurttaşlar, ellerindeki az miktarda suyu, birbirlerinden farklı zamanlarda, yangının farklı yerlerine, üstelik bazen de yanlış yerlerine dökmektedir. Bu çabanın bir araya getirilmediği, ortaklığının kurulmadığı, koordinasyonunun sağlanmadığı bir ortamda, yani Saray Rejimi’ne karşı yükselen siyasetin biraradalığı inşa edilmediği durumda Saray Rejimi yenilemezdir.
Sözgelimi, bugün Türkiye’nin kentleri, gıda ve alım gücü kriziyle boğuşmaktadır. Bunun üzerine, gümrükten geri dönmüş ve iç pazara sürülen pestisitli gıdalar, halk sağlığına yönelik büyük tehdit oluşturduğu belirli düzeyde bilinmesine karşın yurttaşlar tarafından tüketilmektedir. İşte bu noktada en temel görevimiz, ekoloji mücadelesinin tarım alanlarına çökülen ve mülksüzleştirilen köylü mücadelesine daraltılmasının önüne geçmek ve bunu, kentlerde verilecek gıda hakkı mücadelesi de dahil olmak üzere en geniş anlamda iklim krizine karşı mücadeleyle bütünleştirmek, sadeleştirmektir. Siyasal iktidar karşıtı güçler için iktidarın saldırılarına karşı her an her yerde bir şey yapmaya çalışmak, somutta hiçbir şey yapmamak anlamına gelebilir. Gün aşırı düzenlenen eylemlere mecburi ve temsili katılımlar ile muhalefet güçlerinin eylem portfolyosu dolmaktadır ancak hiçbir küçük ama somut kazanım görmeyen geniş yurttaş kesimlerinin mücadele azmi azalmaktadır. Bir köydeki HES projesinin durdurulması, iktidar için çok da önemli olmayan bir yasa teklifinin geri çektirilmesi, suçlu bir bürokratın yargılanmasının sağlanması, her ne olursa olsun, en acil ihtiyacımız küçük de olsa kazanımdır. Kazanımlar mücadelenin yaygınlığını ve niteliğini büyütecek olan yakıtımızdır. Beverly Silver’ın gösterdiği üzere, 20. Yüzyıl boyunca işçi sınıfı eylemlilikleri, işçi sınıfının çalışma koşulları başta olmak üzere en yoğun saldırılara maruz kaldığı yerlerde değil, kazanım beklentisinin yüksek olduğu yerlerde yükselmiştir. Bizler için kazanımın yolu da siyasal iktidara karşı gelişen mücadelelerin ortaklığının ve koordinasyonunun cephesel tarzda sağlanmasından geçebilir. Cephesel tarzda bir mücadele, Saray Rejimi’ne karşı gelişen mücadelelerin kendiliğindenliğini ve yataylığını korumakla birlikte ortak bir program etrafında kazanımlar amacıyla koordine edilmelerine de imkan sağlayabilir. Öte yandan mesele yalnızca mevcut mücadelelerin ortaklığının ve koordinasyonunun sağlanması olamaz. Emek, kent ve ekoloji, kadın, LGBTi+ ve gençlik hareketleri başta olmak üzere Saray Rejimi’ne karşı gelişen eşitlikçi-özgürlükçü mücadele aygıtlarının ötesinde mücadele alanlarının güçlendirilmesi ya da yeniden inşası zorunluluktur.
Bu değerlendirmeyi bir hatırlatmayla bitirmek yerinde olacaktır. Siyasal mücadele alanları, o mücadelelere dahil olan tarafların verili andaki kuvvetlerini olağanüstü biçimde değiştirecek mucizelere her zaman gebedir. Bugün Saray Rejimi, tutsak aldığı seçilmişlerle, pasifize ettiği siyasal-toplumsal mücadele alanlarıyla, en zor zamanlarında bile galip çıktığı seçim sandıklarıyla, muhalefet sahası üzerinde de belirleyici ideolojik argümantasyonuyla, yaşamlarımızı kuşatmış durumda olabilir. Ancak geleceği kapkaranlık bir nokta olarak gören yurttaşlarımız, siyasal mücadele anlarının mucizelerine inanmalı ve her ne pahasına olsun umut ilkesine sarılmalıdır. Cemal Süreya’nın iki asır önceki bir kavga için yazdığı satırlar, “bu iş bitti” diyen herkes tarafından ayrıca hatırlanmalıdır:
Olur mu anımsamamak Onaltıncı Louis’yi
14 Temmuz 1789 akşamı, Louis,
Şöyle yazmamış mıydı defterine:
“Bugün kayda değer bir şey yok…”